
(Cevad Memduh Altar’ın, Ekim 1949’da Varşova’da Chopin Enstitüsü tarafından düzenlenen IV. Chopin Piyano Yarışması vesilesiyle Fransızca olarak verdiği, daha sonra Varşova’da Lehçe olarak yayımlanan konferansın Türkçe metni, Türkiye’de de Ulus gazetesinde 20 Ekim 1949’dan itibaren 4 bölüm halinde yayımlanmıştır.)
Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında zaman zaman göze çarpan kültür ve sanat ilişkilerinin başlangıcının, 1839 Abdülmecit reformundan (Tanzimat’tan) önceki devirler içinde aranması gerekir. Gerçekten de yalnız siyasi ve sosyal bünyesi bakımından değil, coğrafi durumu bakımından da Batı dünyasının esaslı unsurlarından biri olan Türkiye’de 19. yüzyılın ortalarına doğru Tanzimat’ın ilan edilmiş olmasının sadece bir “Batılılaşma” terimiyle nitelendirilmesi doğru olmaz. Bu hareket, daha önce girişilen siyasi, toplumsal ve kültürel reformların sonucu ve sentezi niteliğindedir.
İstanbul Fatihi II. Mehmet’in 1453’ü takip eden yıllarda, Batılı devletlerin hemen hepsinin öteden beri yaptığı gibi İtalyan Rönesansına irtibatı sağlaması, din hürriyetine görülmemiş bir tahammülle yer vermesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın 16. yüzyıl boyunca bilim kurumlarını ıslah etmesi, III. Selim’in hayatına mal olan ıslahat planı gereğince Nizam-ı Cedid’i tesis etmiş olması, 19. yüzyılın ilk yarısında II. Mahmut’un yeniçeri ocağını zorla dağıtıp (Vak’a-i Hayriyye) III. Selim’den yarı kalan reformu azim ve cesaretle tamamlaması, nihayet Abdülmecit’in Gülhane Hattı Hümayunu ile 1839’da Tanzimat’ı ilan etmesi türünden belli başlı hadiseler, Türkiye’nin Batı medeniyetinin gereklerini yerine getirme bakımından göze aldığı reform girişimlerinin en önemlilerinden sayılır.
Bundan dolayıdır ki Türkiye ile Avrupa devletleri arasında bugüne kadar gerçekleşen kültürel temaslar sonunda yalnız yeni ve çağdaş Türk müziği, 15. yüzyıl İtalyan Rönesansının çeşitli sanat kolları arasında olduğu gibi edebiyat ve plastik sanatlara göre gelişimini geç idrak etmiş ve modern Türk sanatının bütün millî sanatlara temel olan ortak form ve teknik üzerinde gelişmesi, ancak Tanzimat’la beraber devamlı ve sistemli bir gerçekleşme imkânını elde edebilmiştir. Bu itibarla tarihin son iki yüzyıllık akışı içinde, Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında meydana gelen fikir ve kültür ilişkilerinin niteliğini araştırmak, yeni Türk bilim hayatının en önemli görevlerinden biridir.
Batı devletlerinin ordularında, sırf “yeniçeri” müziğini örnek tutarak askerî müzik birlikleri kurulmuş olmasının, önce Mozart’ın, sonra de Beethoven’ın “yeniçeri” müziğinden esinlenerek birer Türk marşı bestelemiş olmalarının, Beethoven’in 1823 yılına kadar devam eden, 9. Senfoni’yi yaratış ihtirasları arasında, bu ölmez eserin planını tespit için kaleme aldığı müsveddede: “... senfoninin son kısmında Türk müziği ve koro bulunacak” cümlesini yazmasının sebebi acaba ne idi? Ne gariptir ki, bu tarihten üç yıl sonra (1826’da) Osmanlı tahtına oturan II. Mahmut, 1828 yılında, Türk ordusunu Avrupa sisteminde ıslah ederken, yeniçeri müziğini lağvedip yerine Avrupa tarzındaki bandoyu koymuş ve bütün bu işlerin idaresini Giuseptte Donizetti’ye vermişti. Bu tarihten tam 11 sene sonra (1839’da) tahta oturan Abdülmecit’in ilan ettiği Tanzimat ve yine Donizetti eliyle kurulan saray orkestrası, Türkiye’de Batı ölçüsünde ilk müzik reformuna başlangıç oldu, çünkü yeni Türkiye’ye “garbın yüksek sanat musikisinin (ancak) bu yoldan geleceği zannediliyordu”. (Refik Ahmet Sevengil’den)
Bu yıl ölümünün 100. yıldönümünü idrak ettiğimiz büyük dahi Frédéric Chopin’in yetiştiği ve milletlerarası millî bir kahraman olarak tanındığı devir, bizim ıslahat mücadelemizin en ateşli yıllarına isabet etmektedir ki Türkiye’de Chopin adının ilk olarak anılması durumunun da 1839 Tanzimat yılı ile beraber başladığı kesindir. Klavsen, çekiçli piyano (Hammerklavier) gibi tuşlu sazların Tanzimat’tan çok önce saraya girmiş olmasına ve Türkiye’yi ziyaret eden Batılı sanatkârların bu sazlara özgü literatürü saraya dinletmiş bulunmasına rağmen, piyanonun halk arasında tanınıp kullanılması Tanzimattan hemen sonraki yıllara tesadüf eder. Nitekim Batıda Chopin sanatının doruk noktasına ulaştığı bir devirde, ülkemizde yayınlanmış ilk özel gazete olan Ceride-i Havadis’in 1845 tarihli nüshasında, garip olduğu kadar da enteresan olan şöyle bir haber ile karşılaşılır:
“İLAN
Nev’ima kanuna müşabih bulunan piyano nam sazı çalmaklıkta kamile Avrupalı bir karı olup çenk zenanı zamandan isteklü olanlara talim edeceği ve mahalli havadishanemizden bildirileceği.”
[Kanuna benzeyen piyano adındaki bir sazı çalmakta usta olan Avrupalı bir hanım, istekli hanımlara ders verecektir ve adresi gazetemiz idarehanesinden öğrenilebilir.]
Görülüyor ki burada piyano ancak bir Türk sazı olan kanuna benzetilmek suretiyle, müzik meraklılarına tarif edilmek istenmiştir. Türkiye’de saray dışında, halkla ilgili ilk piyano ilanı herhalde bu ilan olacaktır.
Tanzimat, Türkiye’de eskiden yeniye geçişin her bakımdan başlangıcıdır. Chopin sanatının memleketimizde sevilip sayılması için gerekli bilgilerin Türkiye’ye ilk olarak girmesini sağlayan zihniyet de yine Tanzimat zihniyetidir. Bu devirde, 18. yüzyılın sonlarına kadar dayanan ve dünya nimetlerine yüz çevirip kurtuluşu daha çok mistik bir düşüncede bulmuş olan Türk Divan Edebiyatı, Tanzimat’la beraber yerini Batıdan gelen yeni bir anlayışa terk etmiş, bu suretle her sanattan önce, söz sanatında baş gösteren “edebi tanzimat” Chopin estetiğinin ayrılmaz temel direği olan kadına, edebiyatımızda müstesna bir durum bahşetmiştir.
Tanzimat edebiyatının, 18. yüzyıl Fransız edebiyatındaki ideolojinin etkisi altında meydana geldiğini açıklayan tanınmış edebiyatçımız Doktor Ali Nihat Tarlan, “Tanzimat edebiyatında hakiki müceddit” başlıklı yazısının çeşitli yerlerinde kısaca şöyle demektedir: “On yedinci asır edebiyatı halis bir Hıristiyan edebiyatı olup, mutlakiyet etrafında toplanmıştır. Biz de aynı vaziyette idik. Divan Edebiyatı dinî hudutlar içinde dönüp dolaşan ve bir saltanat etrafında toplanan edebiyat idi... Fransa’da 18inci asır edebiyatıyla bizim Tanzimat edebiyatı aşağı yukarı aynı umumi hatları havidir... Tanzimat edip ve şairlerinin eserlerini tetkik edersek, onlarda aynen 18inci asır Fransız mütefekkirlerinin izlerini buluruz... Fransız edebiyatı denebilir ki kurunu vustâdan beri Chansons de gaste’lerle başlayan hayali bir tipik devreye girmiş ve sonra kadının da hayattaki rolüyle, velev romanesk olsun, hayatı aksettiren romanlar, aynı zamanda burjuva, ruhban ve halk için realist, âlimane, didaktik eserler vermiş bir edebiyattır... Tanzimat işte böyle bir edebiyata tevarüs etti... Tanzimat ediplerinden Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, halk edebiyatını, yıkmak istedikleri divan edebiyatına karşı bir silah olarak kullandılar.”
Yazarın bu çok yerinde tahlil ve gözlemleri de gösteriyor k, bütün uygar ülkelerde olduğu gibi memleketimizde de gittikçe artan Chopin sevgisini besleyecek edebî inkılap Türkiye’de tam yüz yıl önce Tanzimat’la beraber başlamış ve bu edebiyatı takip eden “Edebiyat-ı Cedide” mensupları ise, aşağıda göreceğimiz üzere, halktan gelen bir hamle ile meydana getirdikleri şiir, roman ve hikayelerde, Chopin’in şahsına ve sanatına lâyık olduğu mevkii vermekte tereddüt etmemişlerdir.
Genç Chopin’in Paris’teki yetişme devresine başlangıç olan 1831 ve 1832 yıllarında, yani “Op.22 Grande Polonaise, précedée d’un Andante spianato (orkestra ile)” adlı eserin meydana geldiği tahmin edilen yıllarda, Türkiye’de II. Mahmut, yönetim, edebiyat ve sanat ıslahatına başlamış bulunuyordu. Bu esnada Giuseppe Donizetti, Türk öğrencilerine nota öğretiyor ve Türk sanatseverlerine Batının ve bilhassa İtalya’nın büyük müzik üstatlarını tanıtmaya çalışıyordu.
Ülkemizdeki görevine ilk olarak 1827 yılında başlayan Donizetti’nin, o tarihlerde, henüz Varşova çevrelerinde sevilmekte olan genç Chopin’i lâyıkıyla tanımış olmasına şüphe edilebilir. Ancak 1856’da İstanbul’da vefat eden Donizetti’nin 1840-1849 yıllarında ve bilhassa 1847 Haziranında Franz Liszt’in Türkiye’yi ziyaret edip, Abdülmecit’in huzurunda ve özel toplantılarda konser vermesinden sonra Chopin sanatıyla yakından ilgilenmiş olacağı ve Chopin’in eserlerini genç Türk öğrencilerine tanıtmış olması gerekir, çünkü İstanbul’a büyük emellerle gelen Franz Liszt’in, Tanzimat Türkiye’sine “humanitaire” müziği sokmak için bir çok şeyler tasavvur etmiş olduğu, bu arada İstanbul’daki konserlerinin birinde Chopin’in Mazurka’larından birini çaldığı malumdur. Halen İstanbul’un emekli müzik öğretmenlerinden Sabri Kotaltın’ın arşivinde bulunan, Liszt’in konserine ait bir programda, konserin üçüncü eseri olarak belirtilen bir Mazurka’nın hangisi olduğu belli değildir. Bununla beraber Türkiye’de ilk olarak Chopin’den çalmış olan uluslararası değerde bir piyanistin Franz Liszt olduğunu kabul etmek hata sayılmaz. O halde 1815’de doğup 1882’de ölen ve Donizetti’ye genç yaşlarında öğrencilik eden ilk Türk piyanisti Necip Ahmet Paşa’nın da Chopin’in eserlerine ilgi göstermiş olduğu muhakkaktır.
Türkiye’de Tanzimat reformu ve Chopin
1839’da II. Mahmut’un vefatı ve aynı yıl içinde Abdülmecit’in 18 yaşında tahta çıkması, Türkiye’yi modernleştirme yolunda öteden beri girişilen teşebbüslerin resmen de gerçekleşmesini sağlamış oldu. O tarihlerde sefaretle Avrupa’da bulunan Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa’nın padişahın tahta çıkmasının ardından İstanbul’a getirilmesi, bir yıl önce ilan edilmesi gerekirken ertelenen Tanzimat-ı Hayriyye Fermanı’nın, devlet erkânı, ulema, şehrin ileri gelenleri ve yabancı devletlerin elçileri huzurunda merasimle okunmasını hızlandırmış oldu. Hattı Hümayun’da, gerçekleştirileceği bildirilen önemli kalkınma hareketleri arasında: “...vaktin ve gerek âsarı medeniyet ve malumatı müktesebenin icabettirdiği ıslahat”dan da bahsediliyordu.
Kanımca Abdülmecit’ten çok Mustafa Reşit Paşa gibi bir aydının fikirlerini açıklayan bu reform projesi, başlangıçta sanat alanında da önemli yeniliklere yol açtı. Bu arada müzik reformu bakımından Donizetti’nin eline önemli fırsatlar geçmişti. Tanzimat’ın ilanından sonra İstanbul’a gelen İtalyan ve Fransız müzisyenleri ile opera ve operet trupları, saray dışında da halkın sanat anlayışını geliştirme yolunda esaslı yararlar sağladı. Tam bu sıralarda, Paris’te büyük eserler yaratmakta olan, daha çok piyano hocalığı ile uğraşan Chopin, henüz iki yıldır George Sand ile tanışmış ve sırf şahsıyla kaim olan yeni bir piyano üslûbunu kurmayı başarmıştı. Nitekim Türkiye için bir varlık mücadelesi mahiyetini taşıyan Tanzimat’ın ilanından önceki aylarda, kısa bir zaman sonra Doğuda olup bitecek olayları hayal bile etmeden, Mallorca adasının mavi seması, kızgın güneşi altında yetişen, olgunlaşan Chopin, sağlık durumunun verdiği devamlı bir ıstırap ve endişeye rağmen, “Op. 28 Preludes”, “Op. 38 Ballades”, “Op.39 Scherzo”, “Op. 40 2 Polonaises”, “Op. 41 1. ve 2. Mazurka”ları meydana getirmekte idi.
Chopin’in bu ölmez eserleri insanlığa vermesinden 9 ay sonra tahta çıkıp Tanzimat’ı ilan eden genç hükümdar Abdülmecit, Donizetti Paşa ile esaslı bir müzik reformuna da girişmişti; sarayda erkek sanatkârlardan oluşturulan orkestraların yanına, bir genç kızlar orkestrası, bir de bale heyeti katıldı. Donizetti’nin tavsiyesi üzerine İtalya’dan yeni hocalar getirtildi. Chopin’in 1840 ve 1841 yıllarına doğru yarattığı “Op. 47-65”e kadar olan eserleri, bu arada “3. Ballade” ile Noktürn’leri “Fantaisie fa minör”, “4. Ballade”, “Polonaise la major” ve “Fantaisie Polonaise” adlı eserleri, ülkemizde Birinci Meşrutiyet’ten (1876) önceki yıllarda Türkiye’yi ziyaret eden Avrupalı piyanistlerden başka, o sıralarda henüz yetişmiş olan Türk kadın piyanistleri tarafından da sanat dostlarına tanıtılıp sevdiriliyordu. Bu suretle Batı müziğine ve bu müziğin gerektirdiği zevk düzeyine ulaşma yolunda gerekli reform kendiliğinden başlamış oldu.
1876 meşrutiyeti ve Chopin
Birinci Meşrutiyet’i takip eden devrin kadın piyanistleri arasında Leyla hanım adlı bir piyanist vardı. Türk müzik meraklılarına Chopin’i ilk olarak işte bu piyanistimiz tanıttı. Çok yaşamış ve önemli sanat hadiselerine şahit olmuş bulunan Leyla hanım, hatıratında, kendisinin ve emektar piyanosunun ihtiyarlığından ince bir mizah havası içinde şikâyet ederken şöyle demektedir: “... kaçıyorum, odamda kısılmış sesimle mırıldanarak işitmemeğe çalışıyorum, piyanom ise güç klasik morsoları layiki veçhile icraya ademi muvaffakiyetten mütevellit asabiyet ve hırçınlıklarla acı acı haykırıyor, sükunetle ircaı için istimal olunan pedal kârgır olmuyor, lâyenkati bağırıyor; o benim iniltimi işitmiyor, ben onun çığlığı ile bizar oluyorum. Ben ihtiyarlığımda sükûti oldum; o, en nazik noktalarda bile yaygarayı koparıyor. Efsus ki, iki munis müttefik dostukadım, hayatımızın sonunda birbirimizden mahrumuz. 1334”.
İşte memleketimizde Chopin sevgisini yaratarak, günün birinde Türk piyanistlerin, Türk piyanistliğinin ve Türk piyano edebiyatının doğmasına rehberlik etmiş olmanın şerefini taşıyan Leyla hanım ve daha başka Türk kadın piyanistler, Chopin’i ve sanatını ülkemizde tanıtmakta gecikmediler. Türkiye’de Edebiyat-ı Cedide mensuplarına Chopin’i sevdirenler arasında yabancı piyanistlerden başka, Leyla hanımı da saymak gerekir. Henüz esaslı bir araştırma yapılmamış olmakla beraber, Tanzimat’tan sonra ülkemize gelen piyanistlerle Türk kadın piyanistlerinin, müzikli toplantılarda Chopin’den neler çalmış olduklarını maalesef tespit etmek mümkün olamadı. Yalnız, 1876 Meşrutiyeti’nden sonra İzmir’de verilen bir konserde, Türk piyanisti Tevfik Bey’in, Chopin’in 2. Konçerto’sunu çalmış olduğu, müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihaloğlu’nun yaptığı araştırmalar sonunda tespit edilmiştir. Arkadaşımın bana verdiği basılmamış notlara göre: “1877 yılı harbinde şehit düşen süvari binbaşısı İzzet beyin oğlu olan Tevfik bey, anası Kontes Therez Aligehr tarafından çok küçük yaşta Venedik’e götürülüp, müzik tahsil ettirilmiş ve Alexandr Voltan adı ile büyütülmüştür. Genç Volta, Viyana’da Tausig’in yanında tahsilini tamamlamış ve Bükreş’te Carmen Sylva (1843-1916) mahlaslı Kraliçe Maria Elizabeth’in saray piyanistliğini yaparken, dayısı tarafından Türkiye’ye getirilmiş; 1878 yılında piyanist Tevfik adı altında sarayda bir sıra konserler ve dersler vermeğe başlamış; 1879da Girit’ten İstanbul’a dönen piyanist Tevfik’i getiren gemi yolda İzmir’e uğramış; aynı gün İzmir’de orkestra ile bir konser veriliyormuş. Bu konserde solist olarak Chopin’in 2. Konçerto’sunu çalacak olan Matmazel Rosa (?) birdenbire hastalandığı için, Tevfik beyden onun yerine çalmasını rica etmişler; o da piyanoya oturmuş ve esasen ezbere bildiği Chopin konçertosunu, hattâ provasız çalıvermiş ve bu konser o gün İzmir’de büyük bir hadise olmuş. İzmirliler Tevfik beyi bırakmamışlar Tevfik bey istifa edip İzmir’e yerleşmiş ve kendisine ayda kırk Osmanlı altını tahsis etmişler, ve ömrünün son yıllarına kadar İzmir’de kalması, sırf Chopin konçertosunu çalmakta gösterdiği maharet ile başlamış. Bu itibarla Chopin’in eserlerini, büyük dahinin ölümünden 30 yıl sonra İzmir’de müzik meraklılarına dinleten ilk Türk piyanistlerinden birinin ve belki de en mühiminin Tevfik bey olduğuna şüphe edilemez. Tevfik bey, 1941 yılında, doksanı mütecaviz bir yaşta, İstanbul’da vefat etmiştir. Kendisinin basılmış kompozisyonları da vardır.”
Edebiyat-ı Cedide’de Chopin
Türkiye’de şöhretlerinin oluşması 1870’e ve daha sonraki yıllara rastgelen Edebiyat-ı Cedide mensuplarında samimi bir Chopin heyecanının baş göstermiş olması, zamanın yeni Türk romancılığında bilhassa göze çarpmaktadır. Bu devrin edebiyatçılarında, her nedense piyanoya karşı büyük bir zaaf sezilmektedir.
Onun içindir ki Edebiyat-ı Cedidenin ileri gelen önderlerinden biri olan Cenap Şahabettin, Tanzimat’ı takip eden ilk 30 yıl içinde sevilip sayılan bu güzel çalgıya sanatında müstesna bir yer vermiş, bu arada Chopin’in noktürnlerinden mülhem olarak, 1896da yazdığı “Yakazat-ı Leyliye” adlı romantik şiirinde, piyanoya olan alakasını açıklamış ve bu güzel şiirine:
“Gel bu akşam da serbeser, güzelim
İhtizazat-ı leyli dinliyelim”
mısraları ile başlamış ve bütün şiiri:
“Ta uzaklarda işte bir piyano:
Onu bişüphe bir kadın çalıyor,
Musikiden cevab-ı yeis alıyor...
Dinle ey ruhum işte ağlıyan o...”
mısralarıyla sona erdirmiştir. İşin daha enteresan olan tarafı, Edebiyat-ı Cedidecilerin hemen hepsinin, 1909 yılında neşrettikleri roman ve hikâyelerde, Chopin’den bahsetme hususunda âdeta elbirliği etmiş olmalarıdır! Bu arada Halit Ziya Uşaklıgil’in (1869-1945), aynı yılda neşrettiği “Bir yazın tarihi” adlı hikâye serisinin “Bravo Maestro” kısmı ile, “Aşk-ı Memnu” adlı romanında, Saffet Nezihi’nin aynı yılda yayımladığı “Zavallı Necdet”te, Mehmet Rauf’un yine aynı yılda çıkan “Eylül” isimli romanında Chopin’den bahsedilmektedir. O halde, o devir edebiyatçılarının eserlerindeki Chopin ile ilgili kısımları da kısaca gözden geçirip, onların Chopin’i nasıl anlamış oldularını araştıralım:
1945te vefat eden Halit Ziya Uşaklıgil “Aşk-ı Memnu”unda, annesini kaybeden, babası tekrar evlendiği için üzülen genç kız Nihal’den bahsederken şöyle demektedir: “... Bazen bu mateminin arasında onunla beraber ağlayacak birisine ihtiyaç duyar ve o zaman musikisinin tesliyetkâr giryelerine koşardı; bu elim saatlerde parmakları piyanosunu inletecek şeyler bulurdu. Ya Chopin’den bir teyliyye ya Schumann’dan bir neşide (Lied), yahut Mendelssohn’dan bir lahn-i hazin içinde bu âletin ruhiyle onun ruh-u marizi hüviyetlerini eritip mahveden bir deraguşun vecdaver ihtizazlariyle çırpınırlardı...”
Yine Uşaklıgil “Bravo Maestro” adlı hikâyesinde, bestekârlığa heves eden ve aleyhinde yazılan makaleye üzülen ihtiyar bir musiki hocasının ihtiraslarını şu cümlelerle açıklamıştı: “Bu son itimat ettiği eseri bir marş fünebr, bir meşiyeti matem idi. Onun için: “Bunu Chopin’dir diye dinleteyim, bugün beni anlamak istemeyenlerin hepsi gaşyolurlar” derdi.”
Uşaklıgil, 1896’da otobiyografi olarak neşrettiği “Kırk Yıl” adlı eserinin V. cildinde, yakın dostu ve “Eylül” adlı romanın yazarı Mehmet Rauf (1874-1932) ile olan ilişkilerini anlatırken, bu hassas yazarın musikiye, özellikle Chopin’e olan büyük sevgisine de yer vermekte ve ondan şöyle bahsetmektedir: “... Birdenbire merakının istikameti klasik üstadlara çıkmağa başlıyor. Bach’tan, Mozart’tan, Beethoven’den, Schumann’dan dem vuruyor, hele Chopin için çıldırıyordu.”
Uşaklıgil bu görüşünde çok haklı idi. Nitekim 1932 yılında ölen Mehmet Rauf, 1900’da yayımladığı “Eylül” adlı romanında, birbirlerini delicesine seven iki âşığın müzik zevkini açıklarken, şüphesiz kendi hissiyatına da tercüman olmakta ve sözlerine şöyle devam etmektedir: “...İkisi de şunda ittifak ediyorlardı ki, dünyada musiki gibi müessir hiçbir şey yoktur. Necdet için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mesut olduğu demler değil, musiki ile mest olduğu zamanlar idi. Ondan o kadar şiddet ve iptila ile mütehassis oluyordu. Asıl ağır musikiden, anlamak için bir çok senelik terbiye-i hususiyeye ihtiyaç olan Chopin, Gluck, Haydn, Beethoven, Schumann, Schubert gibi üstadlardan bahsederek, onları dinleyip anlıyamadığı için eseflerini anlatıyordu.”
1939’da vefat eden Saffet Nezihi (1871-1939), 1900 yılında yazdığı “Zavallı Necdet” adlı romanında, devrinin diğer yazarlarından aşağı kalmamış ve Chopin’e bütün kalbiyle bağlanmıştır. Saffet Nezihi günün birinde 6. basımı da yapılan bu romanının Chopin’den ve bilhassa sonat fünebrlerden bahseden sayfalarında, birbirini delicesine seven iki âşık kahramanına şu sözleri söyletmiştir: “Bir gece; ah, o geceyi hatırlamak bile kalbimi helecana getiriyor; Chopin’in, o meşhur musiki üstadının marş fünebrini çalmağa başlamıştı... Ben mest olmuştum. Yine ölüm havası... Chopin’in feryatları... Yavaş yavaş ağlamağa başlamıştım... –Size Chopin’den bir parça çalayım... –O havayı, o ebedi veda nağmelerini çalınız rica ederim, dedim... O, çalmağa başladı... Meliha, ikinci defa olarak bu havayı bitirdiği zaman yerinden fırladı, kanepeye biraz uzandı...”
Görülüyor ki Edebiyat-ı Cedideciler, Chopin’e ve sanatına çok bağlanmışlardı ve tam 1900 yılına rastlayan bu yolda bu Chopin sevgisi bazı yazarlarda görenek, hattâ taklit niteliğinde ortaya çıkmasına rağmen ilerisi için hayırlı sonuçlar doğurmuştur. Acaba bu devrin belli başlı yazarlarının, 1900 yılında Chopin’e ilgi duymalarına yol açan şey nedir? Büyük sanatkârın ölümünün 50. yılında yapılan tezahürat mı edebiyatçılarımızın dikkatini hep aynı yılda Chopin’e çekmiştir? Bütün bunların nedenini kesin olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da, bu hareketin Türkiye’de 1908 Meşrutiyeti kuşağının sanat zevk ve anlayışı üzerindeki olumlu etkisidir.
Gerçekten de bu devirde yan yana yürüyen eski Türk müziği ile Avrupa müziği alanında düzenlenen büyük toplantılar geniş ölçüde bir etkinlik yaratmış ve bu etkinlik Abdülhamit’in sarayında bir arada çalışan Doğu ve Batı müziği topluluklarını daha çok meşgul etmiştir. Öyle ki, bazen bu iki ayrı kol, dikkate değer tecrübelere de girişmiştir. Bu arada sarayda orkestralardan, tiyatro ve opera ekiplerinden başka “Fasl-ı Cedit” (Batı ve Doğu âletleriyle oluşturulmuş yeni Türk orkestrası) denilen iki ayrı birlik de çalışmaya başlamış bulunuyordu. Nitekim Ankara Radyosu müzik yayınları şefi Mesut Cemil, “Tanburi Cemil’in Hayatı” adlı eserinde, Fasl-ı Cedit hakkında şu dikkate değer bilgiyi vermektedir: “Eski faslın, atik ve cedit diye ikiye ayrılması kimin buluşudur bilmiyorum. Fakat bu ayrılıkta ehemmiyetli olan şey, bir kimsenin icadı olmasından ziyade, geçmeye başlayanla gelmesi beklenenin, henüz vazgeçilemeyenle özlenenin, acemi, iptidai ve ömürsüz bir terkibini göstermesindedir.”
Mesut Cemil, Fasl-ı Cedit’in kadrosu hakkında de şöyle demektedir: “Heyeti, bir orkestra gibi değnekle idare eden bir şef, bir kaç ney, kemanlar, utlar, bir viyolonsel, bir kaç kitara, iki kanun, üç dört mandolin, bir flüt, iki lavta, bas partisini çalan bir trombon ve bir düzineden fazla genç hanende... Fasl-ı Cedit, bu acayip ve melez kadro ile, armonize edilmiş olarak Batı tonalitelerine yakın makamdan fasıllar, köçekçeler, peşrevler, saz semaileri, sirtalar, harcıâlem şarkılar, güfteli methiye marşları vesaireden mürekkep bir repertuvara sahipti. Bu parçaları ve fasılları armonize edenler, (sarayda çalışan İtalyan hoca) Guatelli’nin öğrencilerinden binbaşı Osman efendi, Paris’teki tahsilinden dönen flütist Saffet beyin öğrencilerinden binbaşı Faik beydi... Fasl-ı Cedit’in bagetli şefi ise Miralay Hilmi beydi.”
1908 Meşrutiyeti ve Chopin
1908 Meşrutiyeti’nin ardından birdenbire baş gösteren geniş ölçüdeki müzik hareketi, memleketimizde yeni bir sanat zevk ve anlayışının doğmasına yol açtı. Hattâ başka alanlarda da bu türlü çalışmalar görülmeğe başladı. Türkiye’de sık sık resim sergilerinin açıldığı, tiyatro reformunun hızlandığı bu devirde, zengin ve sürekli müzik gösterileri de düzenlenmiş ve bu tür toplantılara ilk olarak Meşrutiyet’le beraber “konser” adı verilmişti. Vaktiyle Avrupa’da “akademi” diye adlandırılmış olan bu çeşit uzun müzik toplantılarında, memleketimizde bazen 7-8 saat süren programlar sabırla ve metanetle uygulanıyordu. Bu programlarda o zamanlar Türk ve Avrupa müziğinin memleketimizde eşsiz şahsiyetlerinden Tanburi Cemil’in (1873-1916) ve Macaristanlı piyanist Hegei’nin de yanyana yer alması, konserlerin önemini büsbütün arttırıyordu. O devrin Türkiye’sinde, klasik Türk müziğinin hakiki reformatörü olan Tanburi Cemil, Tanzimat’ı izleyen Romantik dönemin en tipik ve en enteresan bir siması idi.
Tanburi Cemil, bir taraftan eski teksesli kültür musikisinin, bir taraftan Tanzimat’ın getirdiği yeni ruh ve yeni musikinin, bir taraftan da halk musikisinin birbirine tamamen zıt, üç köşeli etki alanında çok enteresan bir senteze varmıştı. Cemil, o zamana kadar duyulmamış bir maharetle ve yepyeni renklerle, ananevi Türk sazları üzerinde meydana getirdiği Türk musikisine mahsus bir nevi doğaçlamalarla, Türk halkı arasında çok kere efsanevi bir şahsiyet gibi kabul edilmişti. Bundan başka Cemil, eski Türk musikisinin, Batı musikilerinin tonal bünyelerini ilk defa karşılaştırmalı bir görüşle ele alan bir eserini 1901’de yazmış, folklor konusunun henüz Avrupa’da bilimsel açıdan gelişmediği Osmanlı Türklerinin aydınları arasında halk melodilerinin alayla karşılandığı bir zamanda, halk musikisinin değeri üzerinde durmuş, bu melodileri toplamaya çalışmış ve kendi kişisel sanat sentezine, bu melodilerden pek çok renk ve motif katmaya cesaret etmişti.
Tanburi Cemil, romantik kişiliğinin üç dayanağından birini oluşturan Avrupa musikisiyle kuramsal olarak uğraşıyor ve zamanının aristokrasi çevrelerinde büyük bir saygı ve sevgi gördüğü için, bu çevrede sevilen Batı musikisine ait eserleri dikkatle dinliyor ve saraylarda Avrupalı müzisyenlerle tanışıyordu. Cemil, bu temasları arasında eski Osmanlı vezirlerinden Şerif Ali Haydar Paşa’nın nezdinde devrin büyük piyanisti Godowski ile de tanışmıştı. Paşa’nın konağında misafir kalan büyük piyanistle, hassas ve romantik Türk musikişinası arasında, müzik yoluyla duygu alışverişleri günlerce sürdü. O zamana kadar Cemil, Chopin’in yalnız resmini görmüş, Lavignac ve Marmontel gibi Fransız yazarlarının eserlerinden biyografisini merakla okumuş olduğu halde, Chopin’in hakiki hüviyeti hakkında Godowski vasıtasıyla derin bir izlenim edinmişti. Babasını kendi dönemi içinde çok güzel tahlil eden dostum Mesut Cemil, Tanburi Cemil’in Chopin’in karşısındaki duygusunu gösteren bir vakayı anlatmıştı; şimdi hadiseyi Mesut Cemil’in ağzından dinleyelim:
“Meşrutiyet ilan edilmişti. Tepebaşı tiyatrosunda Donanma Cemiyeti yararına Türkiye’de ilk olarak müzikli bir toplantı tertip edilmişti. Program beş saat sürecek kadar uzundu ve Tanzimat ikiliğinin canlı bir örneği halinde, Doğu ile Batının, büyük başkentte yaşayan belli başlı şahsiyetlerini bir araya toplamıştı. Türk âletlerinden ve hanendelerinden oluşan eski fasıl bir nevi oda musikisi birliği ile mabeyin orkestrası, orta oyunu (eski Türk meydan tiyatrosu), Otello’dan sahneler oynayan modern bir tiyatro ekibi ve Tanburi Cemil ile piyanist Geza de Hegei de bu sahnede yanyana idiler.
“Ben küçük bir çocuktum ve babamla beraber tiyatroya gittim. Halkın heyecanı büyüktü. Herkes, aşağı yukarı ne olacağını pek bilmeden akın akın gelmiş, tiyatroyu kapıların dışına kadar doldurmuştu. Cadde, süslü faytonlardan geçilmiyordu. Babam bu gürültüden ve sahnede bu kadar kalabalık karşısında kendisini teşhir etmekten hoşlanmıyor ve işini bitirip bir an evvel gitmek istiyordu. Fakat programın en merakla beklenen numarasını bizzat kendisi teşkil ediyordu. Bir çok defa yeniden sahneye gelmek ve bislerle çalmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet umumi heyecanın dalgasından yakasını kurtarınca, beni elimden tutarak yavaşça kulisin arasından savuşmak istediği bir sırada, piyanist Hegei’nin sahneye çıktığını görerek durdu, kulisin loş bir yerinden piyanisti dinlemeye başladı. O zaman, babamın derin bir heyecanla benzinin solduğunu ve bir kimsenin kendini göreceğinden endişe eden bir tavırla ağladığını gördüm. Sonradan öğrendim ki o gün piyanist Hegei bilhassa Chopin’den çalmış. Babamı zaman zaman ve bir ‘obsession’ halinde, kemençesi üzerinde, o konser gününden mülhem olarak hatırında kalan bir parçayı ‘naivement’ deşifre etmeğe çalışırken gördüm ve yine sonradan öğrendim ki bu parça Chopin’in mi bemol majör noktürnü imiş.”
Tanburi Cemil, topladığı bütün hayranlık ve sevgiye rağmen, hayatını hep kederli, mahzun ve gayrimemnun olarak yaşadı ve 42 yaşında veremden öldü. Türkiye’de musiki meselelerine dair yazdığı bir makalesinde oğlu Mesut Cemil, onun için şöyle demektedir: “Tanburi Cemil’i öldüren Basil de Koch değil, sadece romantizmi ve refujmanlarıdır.”
Görülüyor ki, Meşrutiyet Türkiyesi’nde bilinçli bir Chopin sevgisi aşılamış bulunan Macar piyanist Hegei, 1887de, yani hocası Lizst’den 30 yıl sonra ülkemize gelip yerleşmiş ve ölüm tarihi olan 1926’ya kadar geçen 39 yıllık ciddi bir mesai içinde birçok kıymetli öğrenciler de yetiştirerek, memleketimizde çalışmağı çok istemiş olan büyük sanat adamı Franz Liszt’in idealini kendisi gerçekleştirmiştir.
Birinci Meşrutiyet’in ilanı yılı olan 1876’dan 1914 Dünya Savaşı’na kadar geçen 38 yıllık bir dönem içinde Türkiye’de Chopin’in sanatının tanınıp sevilmesini sağlayan Furiani, Hegei, Anna Grosse, Rilke, Adinolfi, Della Sudda gibi Avrupalı hocalar yavaş yavaş sahneden çekilmeye ve yerlerini Türk piyanistlere devretmeye başlamışlardı. Hepsi de vefat etmiş olan bu kıymetli hocaların, Batı musikisinin memleketimizde sevilip yerleşmesinde büyük hizmetleri olmuştur. Aynı tarihlerde, İstanbul’da yetişen Türk sanatkârları arasında Musa Süreyya (1884-1933) ile Sadri Özozan gibi piyanistlerimiz de, günün birinde kendilerini ülkemizdeki sanat çevrelerinde tanıtmayı başardılar. Bir müddet sonra İstanbu’da bir şehir konservatuvarı kurulmuş ve Türk sanatkârları arasında geniş ölçüde bir piyano amatörlüğü başlamıştı. Bu arada henüz gelişme çağında olan Türk piyanistlerinin de günün birinde Chopin sanatının tanınmasında büyük hizmetleri oldu.
Cumhuriyet inkılabı ve Chopin
Türkiye’de 1923 yılı, aynı zamanda bilinçli bir sanat hareketine de başlangıç olan bir yıldır. Bu tarihte cumhuriyet ilan edilmiş, böylelikle geniş ölçüde bir müzik reformu, ancak cumhuriyet yılları içinde gerçekleştirilebilmiştir. Öte yandan Türk inkılabı, ülkenin gerçek değerlerini olduğu kadar, gerek modern sanatın, gerek Chopin yaratışlarının da memleketimizde layık olduğu gibi takdir edilmelerini sağlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bu canlı müzik kalkınmasına başlangıç olan ve sırf Türk sanatkârları tarafından yapılan Union Français lokalindeki konserleri burada anmadan geçemeyeceğim. On beş günde bir verilen ve iki sene süren bu daha ziyade oda müziği kadrosundaki konserlerin programında başlıca Viyana klasikleri, eski ve yeni Fransız müziği ve Chopin vardı. Konser heyetini, bugünkü Türk müzik hayatının başlıca yönlendiricileri olan ancak yirmi yaşlarındaki gençler ve Cumhurbaşkanlığı Orkestrası üniformasını ölünceye kadar terk etmeyen ihtiyar Hegei oluşturuyordu.
Bu seri konserlerde Chopin’in her türlü eserleri bol bol çalınmış ve hattâ az tanınan Sol Minör Trio’su bile, Cemal Reşit, Ekrem Tektaş ve Mesut Cemil tarafından, Türkiye’de ilk olarak dinletilmiştir. Cemal Reşit’in o zaman bu trio için, “Fakat bu, iki yaylı sazın refakatinde bir piyano konseri” dediğini de o zamanki trionun viyoloselisti olan Mesut Cemil bana hatırlattı.
Türkiye’de modern ve çok sesli sanat musikisi, cumhuriyetin çeyrek asırlık çalışmaları içinde meydana gelmiştir. Memleketimizdeki bu derece kapsamlı bir müzik kalkınmasının anlamı, ancak Atatürk’ün meşhur bir sözünde hakiki ifadesini bulmuştur. Nitekim Atatürk şöyle demişti: “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.”
Ülkemizde bağımsız bir Türk piyanistliği ve Türk piyano edebiyatı ancak cumhuriyet döneminde görülür. Dünyanın bütün ulusal sanatlarına temel olan ve ortak bir şekil ile ortak bir teknik üzerinde gelişebilen uluslararası sanat etkinliğine yeni Türk müziğiyle katılmış bulunan sanatkârlarımızın yetişip olgunlaşmasında, Chopin’in ve Chopin ideolojisinin oynadığı rol büyüktür. Uluslar arası sanat piyasasında tanınmanın ve uluslararası değerde eser vermenin zevkine varan cumhuriyet kuşağının genç sanatkârları, Avrupa’nın ileri sanat merkezlerinde kültürlerini arttırmışlar ve çağdaş müziğin gelişmesi davasına dört elle sarılmışlardır. Onun içindir ki, 1935’te kurulan Ankara Devlet Konservatuvarı, insanlığın bütün değerlerine olduğu gibi, Avrupa’nın büyük sanat adamlarına, bu arada bilhassa Chopin’in sanatına önem veren ulusal bir sanat kurumu haline getirilmiştir.
Chopin sanatından geniş ölçüde yararlanarak meydana gelmiş olan yeni Türk piyano edebiyatı ve piyanistliği, oldukça zengin bir şekilde kendini göstermektedir. Bu yeni çığırın isim yapmış Türk piyanistleri arasında Cemal Reşit Rey ile Ferhunde Erkin, Ömer Refik Yaltkaya, Mithat Fenmen, Fuat Turkay ve ilk piyano bestekârları arasında da gene Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Necil kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Ferit Alnar gibi sanatkârlarımız vardır. Böylelikle Ankara ve İstanbul bilhassa son yıllarda geniş ölçüde sanat hareketlerine sahne olmaktadır.
Ülkemizi öteden beri ziyaret eden dünyaca tanınmış yabancı piyanistlerin de Türkiye’de Chopin sevgisinin artmasında büyük rolleri olmuştur. 1870’den bugüne kadar Türkiye’ye gelmiş ve konserlerinde Chopin’den eserler çalmış olanlar arasında Godowski, Arthur Rubinstein, Brailowski, Browski, Friedmann, Cortot, Sauer, Rosenthal, Kempf, Gieseking, İmre Ungr, Lazar Levy, Spinalski ve Stompka gibi büyük piyanistler vardır.
Bugünkü Türk piyanistleri ile Türk piyano bestecileri, uluslararası değerde ulusal bir etkinliğe hazırlanırken, Chopin’in eserlerinden ve manevi varlığından esinlenmekten geri kalmamışlardı. Bu arada konuşmamı hazırlarken kendileriyle ayrı ayrı görüştüğüm beş piyanistimizin, Chopin hakkındaki fikir ve heyecanlarını da burada belirtmek isterim. Chopin’le ilgili görüşlerini yazılı olarak aldığım piyanist arkadaşlarımdan Bayan Ferhunde Erkin, Chopin sanatı için şöyle demektedir: “Chopin’i daima zevkle dinledim ve iyi çalamayacağım endişesiyle de vakit vakit üzüldüm. Onun az çalınan eserlerini dinlemeyi tercih ederim. Mantıktan ziyade hissin hakim olduğu Chopin yaratmalarının, mutlaka lirik bir duygulanma ânında iyi çalınabileceğine eminim.” Bayan Erkin, 1930da Leipzig’de verdiği bir konserde, ilk defa Chopin’i dinletmiş ve büyük sanatkârın “Op.22 Grande Polonaise, précedée d’un Andante spianoto” adlı eserini orkestra ile çalmıştır. Türkiye’deki konserlerini de Chopin sanatıyla zenginleştiren Bayan Erkin, 1950 yılında vereceği bir konserde, Chopin’in Mi Minör Konçerto’suyla viyolonsel sonatını Türkiye’de ikinci defa olarak Sol Minör Trio’sunu, piyano ve viyolonsel için yazılmış olan “Op.3 Introduction et polonaise”i çalacaktır.
Şimdi de kompozitör ve piyanist Cemal Reşit Rey’i dinleyelim. Bu sanatkârımız Chopin için şöyle demektedir: “Chopin’in, musiki tarihinin büyük simalarından biri olduğuna şüphe yoktur... Chopin’in, sanatında ne halefi, ne de selefi vardır... Chopin, musikisinde eşsizdir... Eserlerindeki ince derinlik, asil eda, cümlelerinin kendilerine has eğilimleri, meşhur “rubato”su, şahsına mahsus formları, Chopin buluşlarını hiçbir zaman muayyen bir kalıba dökemez... Chopin, sanat fünebrinin finalinde 4. Scherzosu’nda, bazı Prelud veya Etud’lerinde büyük bir filozoftur... Ölümünün 100. yılı dolayısıyle onun hatırasına ithaf edeceğimiz naçiz “hommage”, ancak insanlığın ona olan minnettarlığının bir ifadesidir.” Cemal Reşit Rey, 1919’da 15 yaşındayken İstanbul’da savaş felaketzedeleri yararına verilen bir konserde, ilk olarak Chopin’in Ballade’ını ve ayrıca üç Etud’ünü çalmıştır.
Piyanist Ömer Refik Yaltkaya da hatıralarını şöyle anlatmaktadır: “Chopin’i ilk defa hangi yaşta, hangi eseri ile tanıdığımı hatırlamıyorum. Kendimi bildiğim zamandan beri Chopin’i duymuş gibiyim. Düşünüyorum: Chopin olmasa idi acaba piyano çalmağa değer miydi? Her cümlesini ruhuma yakın bulduğum bu büyük dahinin eserlerine resital programlarımda daima en geniş yeri vermekteyim.” Yaltkaya’nın Chopin’in 100. ölüm yıldönümü için hazırladığı resitalin programı şu eserleri ihtiva etmektedir: Ballade sol minör, Ballade la bemol majör ve 24 Preludes, 6 Etudes ve Nocturne do minör (posth.), Scherzo si bemol ve Sonate si bemol minör.
Piyanist Fuat Turkay, Chopin ve sanatı için şöyle demektedir: “...Chopin hayranlığı bende 13-14 yaşımdan itibaren başladı... Chopin’in ilk çaldığım eserleri valsleri idi... Onun eserleri, bir artistin bütün sanat hayatını baştan başa işgal etmeye müsaittir. Raoul Kauzalski’ye bunun için ne kadar hak veriyorum... Chopin’in eserlerine, konser programlarımda daima en önemli yeri veririm. Memleketimdeki dinleyicilerimin en çok hoşlandıkları eserler bunlar oldu... Sanat alanında Chopin yalnız bilinmeyen şekilleri ortaya koymakla kalmamış, o şekilleri inceltip törpülemesini de bilmiştir... Chopin, piyano tekniğini idealleştirmiştir... Teknik ve ruh âlemini birleştirip mükemmelleştiren ve bunlara güzeli ilave eden Chopin’in, bu âlemin ilk ve sonuncu sanatkârı olacağına kaniim.”
Gelelim piyanist Mithat Fenmen’e; bu piyanistimiz Chopin hakkındaki görüşlerini şu cümlelerle açıklamaktadır: “Chopin, yazılarında çok samimidir, fakat asla laubali olmamıştır... Sembolize ettiği ıstırap, basit bir üzüntü veya teessür değil, edebi bir kaynaktan gelen duygulardır. İçinde millî hislerin ve her türlü sezişlerin yoğrulduğu bir kaynak. His ve fikir, her büyük eserde muvazene halindedir. Chopin’de de bu muvazene, müziğini fuzuli bir hassasiyetten kurtarmış ve hattâ bazı eserlerinde, bizi âdeta yakamızdan tutup silken bir tavır yaratmıştır.”
Mithat Fenmen, 30 Ağustos 1936da Ankara’daki bir konserinde, ilk defa Chopin’i çalmış ve o tarihten itibaren verdiği konserlerde Chopin’in eserleri programının yarısından fazlasını işgal etmiştir. Chopin’in içinde bulunduğumuz 100. ölüm yıldönümü münasebetiyle bir resital ve bir konçerto programı hazırlamış olan Mithat Fenmen, 17 Ekim 1949da Sonate si bemol minör, Sonate si minör, 4 Ballades ve diğer küçük parçaları, 30 Ekim 1949 tarihinde vereceği konserde ise Konçerto mi minör, Konçerto fa minör’ü çalacaktır. Aynı zamanda müzik yazarı olan Mithat Fenmen, 1947’de yayımladığı “Piyanistin Kitabı” adlı eserinde, Chopin’in hayatından, sanatından ve hocalığından önemle bahsetmiştir.
Türkiye’de cumhuriyetten önceki ve bilhassa cumhuriyet dönemindeki müzik yazarlığında, Chopin’in eserlerine ve şahsiyetine daima ayrı bir yer verilmiştir. Bu konuda vakit vakit çıkan müzik ve kültür dergilerinde, Chopin hakkında makaleler ve etüdler yayınlanmış, bu arada yabancı dillerden de bazı tercümeler yapılmıştır.
Ankara Radyosu’nda Chopin müziği sık sık çalındığı gibi, Chopin hakkında konferanslar da verilmektedir. Diğer taraftan biri Ankara’da, diğeri İstanbul’da olmak üzere ve yukarıda adları geçen piyanist ve bestecilerimizin katılımıyla oluşturulan “Chopin’in 100. yılını kutlma komiteleri” tarafından müzik ve konferansları içeren tören programları düzenlenmiştir.
Ülkemizin son yıllardaki kütür hareketleri arasında, Chopin hakkında en çok konuşmuş ve makale yazmış bir müzikoloğumuz, Devlet Konservatuvarı uzmanlarından Halil Bedii Yönetken’dir. Müzik terbiyecisi ve aynı zamanda folklorcu olan Yönetken, 1934’ten itibaren Ankara Radyosu’nda eski ve yeni Polonya müziği ile Chopin hakkında tekrar tekrar konuşmalar yapmıştır.
Ankara Radyosu’nda 1938 yılından beri bizzat yaptığım konuşmalar arasında, çok sevdiğim, eserlerine ve şahsiyetine hayranlıkla bağlı olduğum Chopin’e daima yer verdim ve onun sanatından seçtiğim altı Etud’ü ayrıca yayınladım.
x x x
Bu denememde, Türkiye’de Tanzimat’tan sonraki 110 yıllık reform sırasında Chopin’i ve Türk sanat hayatında oynadığı rolü incelemeye çalıştım. Eğer sözlerim, Chopin’siz bir sanat kültürünün imkânsızlığını olduğu kadar, Chopin ile millî ve insani ideallerde hangi noktaya kadar ulaşabileceğini açıklayabildiyse kendimi bahtiyar addedeceğim. Bununla beraber, herkes gibi benim de kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da, Chopin’siz bir sanat devriminin mümkün olamayacağıdır.
Dünyanın her yerinde ideal bir sanat ve ideal bir müzik kültürünü devamlı olarak besleyecek kaynak ancak Chopin’dir ve Chopin’in eserleridir. Onun için bu büyük sanat adamının, müzikte ulusal yönlerin doğuş ve oluşundaki rolü büyüktür. Bundan dolayıdır ki, büyük Polonya milleti kadar, bütün dünyanın Chopin sanatıyla iftihar etmekte hakkı vardır.
Unutmayalım ki, sanatların en ulusal olanı, en uluslararası değerde olanıdır.