
Ankara Radyosu
30 Kasım 1947, Pazar
Saat: 10-11
(Metin: 23 dakika)
Müzik: 37 dakika
Yekûn: 60 dakika)
1745 yılı, İngiltere’de beklenmedik bir karışıklığın yılıydı. Wig partisi ile Tore partisinin yıllarca sürüp giden mücadeleleri sonunda hakimiyeti ele alan orta Avrupalı bir hanedan, otuz yıllık hükümranlığın sağladığı huzurla olacak ki, İskoçların bir daha baş kaldıramayacaklarına inanmıştı. Diğer taraftan halk, İskoçyalı Stuart’ların 111 yıl devam etmiş olan hakimiyetlerini pek çabuk unutmuştu. Halbuki Orta Avrupa’dan gelen Hannover ailesini mutlaka devirmeye azmetmiş olan Stuart’ların gözünü tam otuz yıl uyku tutmadı. Nitekim İskoç hanedanının yıllarca süren hazırlığı günün birinde sona erdi. 1745 yılı sonlarına doğru birbirini kovalayan hadiseler, belki de tarihi iyi takip etmemekten gelen bir iyimserlik içinde, yanlış yorumlara yol açmıştı. Çünkü günden güne yaklaşmakta olan ihtilalin, zamanı gelince bütün hızıyla patlayacağına, hiç kimse inanmak istemiyordu. Hattâ 1745 yılı Aralık ayında ansızın baş gösteren ihtilal, bütün tahminlerin yanlış olduğuna, bu gibi hadiselerin daima meydana gelebileceğine herkesi inandırdı.
İhtilalciler, gün geçtikçe Londra’ya biraz daha yaklaştılar; ve günün birinde Londra’ya girdiler. Bu hal, şehirde oldukça büyük bir karışıklığa neden oldu. Herkes bu beklenmedik hadisenin verdiği heyecanla evine çekilmiş, mahzenlere saklanmıştı; şehrin savunması, Kral II. George’un kuvvetlerine bırakılmıştı. Hannover ailesinin, İngiliz tahtı etrafında dönen bu kanlı kavgayı nasıl yatıştıracağını henüz etraflıca düşünmediği, esaslı tedbirlere pek o kadar başvuramadığı bir anda, talih Londra savunmacılarına yardım etti. Asiler, şehri girdikleri hızla boşaltmak zorunda kaldılar. Hele aradan kırk gün bile geçmemişti ki, Duc de Cumberland idaresindeki ordu ile Charles Edward Stuart ordularının, ister istemez bir meydan muharebesine tutuşacakları anlaşılıyordu. Fakat bu arada en mühim şey, Londra’nın asilerden süratle temizlenmesi oldu.
Şehirde normal hayat henüz başlamamıştı ki, Londra’nın o meşhur Covent Garden tiyatrosu, 1745 yılı Aralık ayından beri üzgün olan Londralıları, Şubatın 14’üncü günü, önemli bir sanat olayını seyretmeye davet etti. Acaba Londra’nın bu en büyük tiyatrosunda halkın karşılaşacağı olay ne olabilirdi? Acaba bu davet, çoktandır merak ve endişe içinde kıvranan Londralıları herhangi bir şekilde avutabilmek ümidiyle düzenlenmiş bir eğlence miydi? Bunun böyle olmasına imkân yoktu, çünkü savaş Londra’nın kapılarından henüz uzaklaşmamıştı. Bundan başka, II. George’un lehine sonuçlanacak olan Culloden meydan muharebesine de daha iki ay vardı. O halde, uzun yılların verdiği abartılı bir huzur içinde, Stuart ihtilalinin beklenmeyen sonuçları ile bir hayli sarsılmış olan Londralılar, Covent Garden tiyatrosunda acaba neyi seyredeceklerdi?
Ancak iş büsbütün başka oldu. İhtilal endişesinden henüz kurtulamamış olan Londra halkının önemli bir kısmını 14 Şubat 1746’da bir araya toplayan Covent Garden tiyatrosu, tam anlamıyla sürpriz niteliğinde olan büyük çapta bir koro, solistler ve orkestra eserini dinleterek, Londralıları imkân nispetinde teselli etmenin çaresini bulmuş, hattâ acı günleri tatlı günlerin takip edebileceğine Londralıları inandırmıştı. Nitekim o zamana kadar işitilmemiş olan bu ilâhi eser, “Occasional Oratorio” adlı koro, solistler ve orkestra eseriydi. Bu eşsiz kutlama oratoryosunu, büyük üstat George Friedrich Händel meydana getirmişti. Händel, tam otuz üç yıl sürmüş olan bir çalışma sonunda, Londra’yı bir sanat merkezi haline getirmiş, Kral II. George’un müzik alanında sağ kolu olarak tanınmış, hattâ 18. yüzyılın ilk yarısında büyük üstat Bach’a da çağdaş olmuş ve onun biricik rakibi olarak sayılmış ve sevilmişti.
Diğer taraftan, Doğuda gene aynı tarihlerde, bin bir gaile içinde yuvarlanan III. Mustafa devri, mimarlık alanında ilk olarak Fransız Rococo üslûbunun etkisi altında kalmaya başlamıştı. Halbuki Batıda Händel ve Bach gibi iki büyük üstat, Doğuda büyük şair Nedim, çağdaşı oldukları âlemin müzik ve edebiyat alanlarındaki gelişmesinde bir hayli etkili olmuşlar ve birbirine yaklaşamayan bu iki ayrı dünyaya, bünyelerinin gerektirdiği klasisizmi aşılama fırsatını elde etmişlerdi. İşte 18. yüzyılda bu yolda bir klasisizmin bütün şiddetiyle hüküm sürdüğü bir dönemde, operalarına önemli konular aramaya mecbur olan Händel, “Tamerlan” adlı sahne eseriyle, Doğu dünyasına olan ilgisini günün birinde bütün insanlığa ilan etmiş oldu.
(Plak 1: Händel, Concerto Grosso, Op.6, No.3)
Händel, 1685 yılında Almanya’da Halle şehrinde dünyaya gelmiştir. Aslen orta Avrupalı olan sanatçı, 1712 yılında Londra’ya yerleşmiş ve hayatının en verimli çağlarını gene bu şehirde yaşamıştır. Händel, İngiltere kralı II. George’a 47 yıl hizmet etmiştir. Stuart ihtilali esnasında İngiltere tartını 31 yıldır idare etmekte olan Hannover hanedanı, Händel’e gösterdiği saygı ve sevgide tamamen haklıydı, çünkü müzik sanatına kıymet vermiş olan bu hanedan, böylelikle devrin en büyük sanat adamını elde etmiş oluyordu.
Händel, Londra’ya yıllardan beri hakim olan İtalyan opera sanatını, orta Avrupa sanat geleneğinden gelen bir anlayışla yenilemiş ve geliştirmiştir. Diğer taraftan Londralı sanatseverleri zamanla etkisi altına almış olan İtalyan operası sanatçılarıyla uzun süren bir mücadeleden de çekinmeyen sanatçı, İtalyan şancılarına bile yıllarca hocalık yapmış ve bundan dolayı İtalyan operasını da ıslah etmiştir. Hattâ İtalyanca metinli operalar yazmış olan Händel, kendi sanatının da İtalyanlaşmış olduğu yollu baltalamaları kolay kolay önleyememiş, bu türden eleştiriler onu bir hayli hırpalamıştır. Ancak bu eleştirilerle Händel’e haksızlık edildiği kesindi, çünkü bir sanatçının kendini buluncaya kadar etki altında kalmasının doğal bir şey olduğu, kimsenin hatırına gelmiyordu.
(Plak 2: Händel, Andante si-minör, viyola,
3: Händel, Org ve orkestra konçertosu, No.7
Bourrée, Guguk kuşu, Bülbül)
18. yüzyılın en hareketli dönemini yaşamış olan Händel’in, İngiltere’de geçen 47 yıllık ömrü, sanat tarihine birçok opera ve oratoryo kazandırmıştır. Sanatçının “Saul”, “Judas Makkabäus”, “Samson”, “İsrail Mısır’da”, “Jephtha”, “Messias” adını taşıyan büyük oratoryoları, ona sonsuz bir şöhreti sağlamaya yetmiştir. Bunların arasında, 24 günde yazılan ve Bach, Brahms, Schubert gibi üstatların dinî eserleri yanında yer almış olan “Messias” oratoryosu, dünyanın her yerinde heyecanla dinlenen bir koro, solistler ve orkestra eseri olarak tanınmış ve sevilmiştir.
Şurası kesin olarak söylenebilir ki, dünyada hiçbir besteci, eserlerinin yapısını meydana getiren tema işlemelerinin genişliği bakımından, Händel kadar zaman kavramına hükmedememiştir. Yani, “Bir eser ne kadar süre devam etmelidir ki, o esere hakim olan tema grupları ile zaman kavramı, en mutlu bir ilişki içinde bağdaşabilmiş ve bu suretle en yüksek bir etki elde edilmiş olsun?” sorusuna, ancak Händel’in eserleri tatmin edici bir cevap oluşturabilir. O halde bu yolda bir ideale, eserleri arasında en çok “Messias” oratoryosunda ulaşmış bulunan bestecinin bu büyük eserini dinleyenler, hattâ bu eser içinde geçen “Halleluja!” (Şükran sana!” korosunu işitenler, Beethoven de dahil olmak üzere, hiçbir sanat adamının, Händel’in eserlerinde elde ettiği bütünlüğü elde edememiş olduğunu kabulde tereddüt etmezler.
(Plak 4: Händel, Messias oratoryosundan Helleluja!)
(Arkası da çalındı.)
Bazı sanat adamları gibi Händel de zamanla unutulmuş, eserleri vakit vakit konser salonlarında işitilmez olmuştur. Fakat bugün belirli vesilelerle düzenlenen Händel Festivallerinde çalınan oratoryolar, oda müziği eserleri, temsil edilen operalar, müzikseverleri bu büyük sanat adamına büsbütün bağlamıştır. Diğer taraftan bir sanatçı için, arada sırada unutulmuş olmak gibi olaylar, dünyanın hemen her yerinde karşılaşılan şeylerden sayılır. Nitekim geçen yüzyıl içinde, Richard Wagner’in Avrupa sanat hayatını etkisi altına aldığı bir dönemde, büyük İtalyan üstadı Verdi’nin yalnız “Rigoletto”, “Troubadour” ve “La Traviata” adlı eserleriyle tanınmış bulunması, bazı sanat büyüklerinin, zamanlarında layık oldukları kadar takdir edilememiş olduklarını gösterir.
Händel ve Bach gibi iki büyük çağdaşın karşılıklı ilişkilerine gelince: Bütün isteklerine rağmen birbirlerini şahsen tanıma fırsatını elde edememiş olan bu iki sanat adamından Bach, yirmiden fazla evlâda sahip olmanın zevkine varmış bir aile babasıydı. Bach, zamanında geniş bir sanatsever kitlesinin kendisine hudutsuz bir sevgi ve saygı göstermesi karşısında, daime mütevazı bir hayatı tercih etmiş ve Leipzig’daki Thomas kilisesinin uzun yıllar müzik şefliğini yapmış olan sanatçı, çok kere eserlerini anlayamamış olan idare âmirleriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Halbuki daha sekiz yaşındayken dinleyenleri hayrete düşürecek derecede org çalmış olan Händel, gençliğinde ilk olarak Hamburg’da yazdığı dört opera ile, müzik dostlarının kalbine yer etmiş ve gene aynı şehirde, henüz çok genç sayılacak bir yaşta, orkestra müzisyenliğinden opera şefliğine yükselmiştir. Büyük çağdaşı Bach gibi, devamlı olarak bir yere bağlanamayan sanatçı, bir müddet Hannover’de çalıştıktan sonra Roma’ya gitmiş ve Roma Akademisi tarafından şövalye unvanıyla onurlandırılmıştır. Händel, 1712 yılında, 27 yaşına henüz bastığı bir sırada, Hannover’i terk ederek Londra’ya yerleşmiş ve ölüm yılı olan 1759’a kadar aynı şehirde kalmıştır.
Sanat faaliyeti baştan aşağı hareketli geçmiş olan Händel, 19 yaşındayken, sahne hayatının göz kamaştıran parlaklığı ile ilk önce Hamburg’da karşılaşmıştır. Bu nedenle, sanatçı, İngiltere’de geçen daha sonraki hayatını en çok sahneye adamış ve bu süre içinde İngiliz sanatseverleri kendine hayran bırakmıştır. Händel’in aynı zamanda yıllardır Londra’ya hükmetmiş olan İtalyan operası yoluyla çalışmalarını büsbütün sahne sanatına odaklamış olması, sanatçının Bach’a göre daha başka bir alanda, yani dramatik bir alanda gelişmesini sağlamıştır. Onun içindir ki, Händel, gerek sahne sanatı dışında kalan eserlerinde, gerek sahne ile ilgili olmamakla beraber içerdiği konulardan dolayı dinî bir olaydan esinlenerek meydana getirilen oratoryolarında, Bach’ın yaptığı gibi, sembole ve metafiziğe meyletmemiş ve bilhassa sahne eserlerinde objektif ve dramatik bir yapıya bağlı kalmıştır. Halbuki bütün yaratmalarıyla, dinî olduğu kadar da insanî bir müzik edebiyatı meydana getirmiş olan büyük Bach, hemen her eserinde sembolik bir ifadenin gereklerinden uzak kalamamıştır. Bu nedenle Bach, kendi sanat anlayışına oldukça aykırı bir yönde yürüyen büyük çağdaşı Händel’i sonsuz bir hayranlıkla takdir etmiş ve Händel sanatı karşısında duyduğu heyecanı şu sözlerle ifade etmek istemiştir: “Ölmeden önce kendisiyle mutlaka tanışmak istediğim tek insan Händel’dir; eğer Bach olarak yaratılmamış olsaydım, dünyaya Händel olarak gelmeyi tercih ederdim”.
Händel, İngiltere’de geçen 47 yıllık bir ömür içinde, 50’den fazla opera, 25 kadar oratoryo yazmış ve tıpkı Bach gibi, hayatının son yıllarında gözlerini kaybetmiştir. 1759 yılında, 74 yaşında ölen bu sanat büyüğünü İngilizler Londra’nın Westminister sarayı kilisesinde, İngiliz büyükleri arasına gömmek kadirşinaslığını göstermişlerdir. Sanatçının ölümünden tam yüz yıl sonra, dönemin tanınmış heykeltıraşı Heidel tarafından, Händel’in doğduğu şehir olan Halle için hazırlanan anıtın açılış göreni, eşine az rastlanan bir programla kutlanmıştır. Aynı zamanda, 1859 yılında çıkan sanat dergileri, bütün sayfalarını bu büyük adamın ölüm yılı münasebetiyle yazılan makalelere ayırmışlardır.
(Plak 5: Händel, İsrail Mısır’da oratoryosundan)
Londra sanat hayatına en çok opera ve oratoryo alanında eser vermiş olan Händel, gene bu şehirde müzikle ilgili olarak düzenlenen bütün şenliklere ve törenlere rehberlik etmiş ve bu arada İngiliz Sarayı tarafından belirli vesilelerle eser yazması hususunda kendisine sık sık siparişler verilmiştir. Sanatçı, savaş, zafer ve matem gibi vesilelerle meydana getirmiş olduğu eserlerinden dolayı İngiliz sanat çevresine kendini çok sevdirmiş olacak ki, günün birinde Londra opera tiyatrosuna direktör tayin edilmiştir. Hattâ İtalyan operası artistlerinin yetiştirildiği kurum bile, kayıtsız ve şartsız Händel’in idaresine verilmiştir. Bu suretle büyük sanatçıyı geniş yetkilere sahip kılan bu iki önemli mevki, Händel’i İngilizlerin çok sevdiği İtalyan müziğine ister istemez bağlamış ve bunun sonucu olarak, sanatçının İtalyan zevkine yaklaşmak suretiyle meydana getirdiği operalar ve oratoryolar, zamanında İngiliz müzik repertuarının ağırlık noktasını oluşturmuştur.
İşte 1746 Stuart ihtilalinin üzücü günlerini uzun zaman unutamayan Londralılar, ihtilalin yalnız Londra’da 40 gün sürmüş olan üzüntüsünü şahsen yaşayan Händel’in, sırf bu kara günlerin hatırası olarak bestelediği “Occasional Oratorio” adlı eserini dinlemek için Covent Garden tiyatrosuna koşmakta tereddüt etmemişler ve Händel’in bu büyük eseri, Stuart ihtilalinin acı günlerini zamanla Londralılara unutturmaya yeterli olmuştur. Görülüyor ki, George Friedrich Händel, tarih boyunca, yalnız İngiliz müzik hayatının değil, aynı zamanda müzik dünyasının büyük üstatlarından biri olarak sevilecek ve sayılacak bir şahsiyettir.