Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİKONFERANSLAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

TANZİMATTAN BUGÜNE KADAR TÜRKİYE'DE GÜZEL SANAT KALKINMALARI

 (Cevad Memduh Altar’ın 16.12.1960 günü Ankara British Council’de, 18.1.1961 günü Ankara Sanatsevenler Kulübü’nde, 30.6.1964 günü Erzurum Erkek Lisesi’nde verdiği konferansın metni.)

            Fizyo-etnik-folklorik temel
            Halk kaynaklarından beslenen güzel sanatların bir bakıma etnik-folklorik bünye öncesi olan fizyolojik gerçeğe dayandığı bir gerçektir. Bu nedenle etnik ve folklorik bünyeye yönelen halk sanatları, zamanla klasik sanat şekline geçtikten sonra bile, fizyolojik bir soya çekiş özelliğini vücut yapılarında saklamaya devam eder. Çeşitli toplumlar arasındaki sanat yaratıcılığını birbirinden ayırt eden milliyet faktörleri, hep bu “fizyo-etnik-folklorik” akış içindeki gelişmenin tabii bir sonucudur. İşte bu gerçek olaydır ki insan topluluklarını, gelişim yasasının doğal etkisi altında ulaştırdığı her noktaya, güzel sanatı da yerel özellikleriyle birlikte götürür ve böylece ulaşılan her merhalede, fizyo-etnik-folklorik ruh, yeni ve taze bir yüzle kendini gösterir.

            Sanatta yerel ve ulusal özelliklere temel olan geleneğin, yaşamaya ve gelişmeye devam eden psiko-fizyolojik bir organ olduğunu ortaya koyan bu değişmez gerçeği, daha açık örneklerle incelemek de mümkündür. Ses ve söz unsurlarına dayanan müzik sanatı ile edebî sanatın, gerek yaratış, gerek icra ediş safhaları, zamanın akışı içinde, fizyolojik bünyeden beslenen dil geleneğinin etkisi altında, yerel kültür özelliklerinden faydalanan folklor müziği şekillerini, ve bu şekiller ileri sanat bünyesine doğru geliştikçe de, bilimin ortak tekniğinden yararlanarak, ulusal benliği uluslararası değere ulaştıran sanat müziği türlerini meydana getirirler. Vokal müzikte en çok dil geleneğine dayanan bu dikkate değer oluşun, enstrümantal müziğin yaradılışında da esaslı bir faktör olması, sanatta geniş ölçüde fizyolojik gelişmeye dayanan ulusal ruhun zamanla daha ileri güzelliklere yöneldiğini de açıklar. Ahmet Adnan Saygun’un “Kerem” operası, memleketimizde de fizyo-etnik-folklorik kaynaktan beslenen halk sesi ile halk sözünün uluslararası değerdeki bir senteze nasıl yönelmiş olduğuna açık bir örnek olarak gösterilebilir.

            Durum, plastik sanatlarda da hemen hemen aynıdır. Fonetik sanatlarda sesin, sözün ve dilin ilk hücresi olan fizyolojik başlangıcın folklorik geleneğe geçişi, insan bedeninde bizzat yaşanırken, plastik sanatlara malzeme veren doğada gözle görülen her şeyin, her zaman bölge özelliklerine dayanan fizyolojik bir gelişme sonunda, görünür bir özelliği yaratmasıdır ki, böylesine bir sonuç, plastik sanatlara da yerel ve görünür bir atmosferden beslenen ruha bağlı figüratif, nonfigüratif, geometrik, abstre [soyut] veya konkre [somut] motif, desen ve yaşanışların doğmasına neden olmuştur. O halde fonetik sanatta ulusal ruh, bir bakıma toplumun dil yoluyla organik varlığına temel olan fizyolojik bir gelişmeye dayanırken, plastik sanat yaratışları daha çok görünür dünyaya hükmeden doğanın fizyolojisine yönelmektedir. Onun içindir ki dünyanın her köşesinde, güzel sanatlar alanında, yerel ve ulusal özelliklere çekirdek olan bütün doğal faktörler, topluca “halkbilim” olarak adlandırılan etnik ve folklorik hazinelerin meydana gelmesini gerektirmiştir.

            Ulusal kültürümüzün, psiko-fizyolojik ayaktan gelerek ve tarih boyunca birikmiş kültürlerden de yararlanarak hangi noktaya ulaşmış olduğunun araştırılması, dikkate değer sonuçlara yol açmaktadır. Ne gariptir ki, gene böyle bir noktadan başlamak üzere, yalnız devlet gücüyle gerçekleştirmeye çalıştığımız Tanzimat hareketini, yabancılar çok kere Türklerin Garplılaşma isteği diye adlandırmaktadırlar. Oysa bu hareket, gerçek anlamıyla Batılılaşmak ya da Avrupalılaşmak değil, Batıda insan haklarına, dolayısıyla hürriyete yeniden doğuşun zaferi demek olan Rönesans’a yönelme çabasından başka bir şey değildir. O halde Batılılaşmayı, bize göre bir coğrafya terimi olarak kabul edersek, Amerika’nın Rönesans’a yönelmesini Doğululaşma, İngiltere’dekini de Güneylileşme olarak adlandırmak gerekmez mi? Şaka bir yana, Doğululuk ve Batılılık gibi fazla popüler terimler, kanımca, Herodot’un Küçük Asya’da yaptığı yolculukla ilgili yazılarında da gördüğümüz gibi, binlerce senedir sürüp giden Doğu-Batı mücadelesinin ortaya koyduğu iki acayip terimden başka ne olabilir? Bu kelimeler nasıl acayip olmasın ki, binlerce yıldır Doğu-Batı arasında üstünlük savaşına yol açan bu anlayış, bir yandan Batı Türklerinin, jeopolitik durumlarındaki olağanüstülük dolayısıyla, ister istemez Rönensans’a yönelme yolundaki doğal geçişini Batılılaşma olarak adlandırmış, bir yandan da hür düşünüşe temel olan Aristoteles felsefesini, bir zamanlar tamamen kaybetmiş olan Avrupa’ya, bu tefekkürü yeniden tanıtanların Araplar olduğunu da unutturmuştur.

            Öte yandan, tarihçi H.G. Wells’in de söylediği gibi, 13. yüzyılda Cengiz han’ın, doğudan sonra batıya da yönelip, az zamanda Moğolların, Dinyeper’den Pasifik Okyanusu’na kadar hükmetmesi, Asya ile Batı Avrupa arasında serbest bir ilişkinin kurulmasını mümkün kılmış ve böylelikle ilk olarak gene Moğol yayılışı sayesinde, Avrupa’da coğrafya araştırmalarına karşı dikkate değer bir merak başlamıştır. Hattâ bir yandan Türk ve Arap ırklarından milletlerin uyandırdığı ilgi, diğer yandan Yunan klasiklerinin yeniden meydana çıkarılmasıyla, 13. ve 16. yüzyıllar arasında, Avrupa’da yaşayan arî ırk topluluklarını, Latin geleneklerinden sıyrılıp, Avrupa’nın maddi ve manevi yükselmesiyle ilgili hareketlere önderlik etme imkânını yeniden sağlamıştır.

            Yukarıda belirtilen hususlar da gösteriyor ki, Doğunun ve Batının aynı oranda ilgilenmesi gereken eski Küçük Asya ve Atika düşüncesi, insanlığın Ortaçağ boyunca unuttuğu antik kültüre  yeniden el uzatması lazım geldiğini, günün birinde insanlığa yeniden hatırlatmış, ve bu hareket, dünyanın çeşitli bölgelerinde yer alan etnik toplulukların, kültürel yapıyı uluslararası değerdeki uygar yapıya bağlama amacıyla hep beraber Rönesans’a yönelmelerini gerektirmiştir. Şöyle ki, bu yöneliş, herhangi bir taklide ve tekrara dayanmamak koşuluyla, ulusal, yani psiko-fizyolojik kökten beslenen sanat esprilerinin, insan hak ve hürriyetinin ortaklaşa veriminden eşit ölçüde yararlanmasını da sağlamıştır.

            O halde biz Batı Türkleri’nin de Anadolu’dan Rönensans’a yönelişimizin amacı, Batılılaşma ve Avrupalılaşma değil, ancak her şeyimize olduğu gibi, ulusal geleneklerimize de, Rönesans’tan kopan hür ve insancıl bir espri içinde yeniden hayat vermek ve böylelikle aynı yolda gelişen diğer topluluklar arasında layık olduğumuz uygar düzeye ulaşmaktır. Tıpkı Ziya Gökalp’in, özlü geleneklerimizin yaşama ve gelişme kudretlerinden bahsederken, görenek ile geleneği birbirinden kesin olarak ayırt etmesi gibi. Gerçekten de Ziya Gökalp bu konuda şu prensibi kurmuştur: “Her biri bağımsız ve mutlak olan görenekler, oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar, bir gelecek yaratamazlar. Gelenek ise, yaratma ve gelişme demektir, çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişe, arkadan hareket ettiren bir kuvvet gibi ileri doğru iten tabii bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişmeler, yeni yönelişler doğurur. Gelenek, kendi başına doğurucu ve yaratıcı olmakla beraber, ona açılanan yabancı yenilikler de, damarlarındaki besisuyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi, çürüyüp düşmez.”

            O halde bu değişmez formül karşısında, III. Selim’den başlamak üzere II. Mahmut ile Abdülmecit, 1876 ve 1908 Meşrutiyet’leri ile Atatürk inkılapları, yalın bir anlamda Batılılaşmanın veya Avrupalılaşmanın gayreti değil, çağdaş uygarlığa, ulusal benliğimize sahip olarak ayak uydurabilmenin çabasıdır. Rönesans’ı yapan ülkeye coğrafya bakımından olan yakınlığımız karşısında, böyle bir amacı, jeopolitik durumumuzun doğal bir gereği olarak açıklarken, aynı durumdan mahrum olan Japonya’nın gelişmesini de gözden uzak tutmamalıdır, çünkü Japonya ne Batılılaşmış, ne de Avrupalılaşmıştır; ancak Rönesans’tan gelen çağdaş bilim anlayışının yarattığı uluslararası değerdeki ortak teknikten yararlanarak, kültürel geleneklerini 1899 yılında yepyeni bir kimliğe ulaştırmıştır. Japonya bu kararı, tarihin baş döndürücü akışı içinde yok olmamak için hızla almış ve 60 yıl gibi çok kısa bir süre içinde, günün gerektirdiği ilerilikle arasındaki mesafeyi gereği gibi kapatmayı başarmıştır.

            Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemlerinde bile Rönesans’a gösterilen ilgi büyüktü. Fatih’in, Dubrovnik Cumhuriyeti eliyle Floransa’da basılan dört tıp kitabından ikisini getirtip, diğer ikisinin de derhal yollanması konusunda ne derece ısrar ettiği, Vezir-i Azam Mahmut Paşa imzasıyla Dubrovnik Prensi’ne gönderilen bir mektuptan anlaşılmaktadır. Yine Fatih’in, Venedikli ressam Gentile Bellini’yi, 1479 yılı Eylülünden itibaren bir yıl süreyle sarayında misafir ettiği ve halen Londra’da National Gallery’de bulunan o ünlü portresini aynı ressama yaptırdığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Dahası, yalnızca Venedikli ressam Bellini’nin değil, ondan daha önce ve daha sonra Rönesans sanatçılarından Matteo de Pati, Constanzio da Ferra, Maestro Paolo, Benedetto da Majono, Bartolommeo Bellano, Bertoldo di Giovanni’nin de Türkiye’ye gelerek sarayda çalışmış olduklarına ya da bunlardan yalnız bir kısmının gelip, bazılarının elemediklerine dair elde bulunan bazı bilgi ve belgeler üzerinde hâlâ titizlikle çalışılmaktadır. II. Bayezit zamanında da Michelangelo’nun saraya davet edilmiş olduğu, fakat kendisinin bu daveti kabul edemediği, elde bulunan İtalyanca bir mektuptan öğrenilmiştir.

            Bu ilişkilerin, daha Fatih dönemindeki resim sanatımız üzerinde yaptığı olumlu etki, resim sanatımızda ilk olarak Rönesansvari bir perspektif anlayışına yol açmıştır. Dr. Martin’e ait özel bir koleksiyondaki profil bir resim ile, Sinan Bey’e atfedilen, fakat bugüne kadar tek örneği ile karşılaşılamayan resimlerle ilgili söylentiler, ve nihayet Viyana Saray Kitaplığı’nda bulunan bir koleksiyondaki minyatürler, Batıdaki resim Rönesansı ile temasımızı aydınlatmaya yarayan haber ve belgeler olmanın önemini taşırlar. Daha Fatih zamanında başlayan bu hareketlerin, Avrupalılaşmakla değil, ancak resim sanatına yeni bir teknik getirmekle ilgili olduğu kesindir. Kaldı ki II. Bayezit döneminde baş gösteren bağnazlık, tarihimizde ilk olarak Rönesans’a açılmış olan bu pencereyi III. Selim’e kadar devam eden oldukça uzun bir dönem içinde tamamen kapatmış, çöküntü döneminin kurtuluş çabalarından olan ve II. Mahmut’un ıslahat girişimini izleyen Tanzimat Reformu (1839), yıllardır kapalı duran bu pencerenin ister istemez yeniden açılmasına yol açmıştır.

            Tanzimat’ın dayandığı ruh ve neden, Avrupalılaşma merak ve hevesinin tatmini gibi bir amaca dayanmıyordu. Bu hareket, ülkemiz için artık bir ölüm-kalım sorunu olmaya başlayan çağdaş anlamda bir yenilenme girişiminin hızla gerçekleşmesi niteliğindeydi. Ancak zamanında, sayıları çok az olan aydınlar sayılmazsa, kamuoyunun daha çok bu hareket aleyhine oluşan kanısı, genç padişah Abdülmecit’ten fazla, bu hareketin asıl önderi olan Mustafa Reşit Paşa’yı düşündürüyordu, çünkü yeniliğe karşı baş gösteren direnç, her zaman ve her yerde olduğu gibi, bizde de yalnız bağnazlıktan güç almaktaydı. Siyasal ve toplumsal bünyelerinde reform yapmış ulusların hemen hepsinde olduğu gibi, 1839’da Tanzimat-ı Hayriyye’nin Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile ilanı, bizde de o tarihe kadar alışılmamış olan bir dünya görüşüne direnmeye yol açmıştı. Oysa Anadolu topraklarına sahip oluşumuzun bin yıllık akışı içinde, Rönesansvari bir dünya görüşünün vakit vakit sağladığı hoşgörü, İmparatorluk sınırlarına katılan ülkelere tanınan din ve medeni hak imtiyazları, büyük çapta sosyalleştirme girişimleri (vakıflar), manevi ve pozitif bilimlerin gelişmesi için kurulan medreseler, darüşşifalar, hanlar, kervansaraylar, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, Rönesans’a paralel olarak girişilen yapıcı hareketlerin en güzel örneklerinden sayılırlar. Ne çare ki özellikle dinde bağnazlık, insan değerinden beslenen bu kurumların hemen tümünü son yüzyıllara doğru ortadan kaldırmış, Kanuni’den sonra İmparatorluğun son devirlerine kadar devam eden çöküntüyü önlemek mümkün olamamıştır. Gerçekten de ancak Abdülmecit Tanzimatı’yla girişilen ıslahat girişimlerinin yardımıyla tehlike az çok önlenebilmiş, insan hak ve hürriyetini koruyan yeni yasa ve kuralların ışığı altında, çağdaş anlamda bir kültür faaliyetine ülkemizde yine Tanzimat’la başlanabilmiştir.

            İçyüzü ve dayandığı nedenler hakkında hâlâ kesin bir görüş birliğine ulaşılamamış olmakla birlikte, Tanzimat’ın Türkiye’de Batı anlamında bir kalkınma olduğu, hattâ doğal bir gelişmenin sonucu olması gereken bu yönelişi, ansızın girişilen ıslahat girişimlerinin çabuklaştırmasıyla, uzun yıllardır kaybedilmiş olan zamanın da kısmen telafi edildiği kesindir. Bu arada çağdaş anlamdaki bir sanat etkinliği de ülkemize girmiş, Avrupa tarzındaki tiyatro, opera, çoksesli müzik ve perspektifli resimle ilk temasımız da yine Tanzimat’ın getirdiği atmosfer içinde başlamıştır.

            Tanzimat’tan sonra plastik sanatlarda reform
            Ülkemizde güzel sanatları çağdaş anlamda geliştirme yolunda girişilmesi gerekli olan atılımlar, Tanzimat’tan bugüne kadar hemen hemen tek taraflı kalmış ve daha çok devlet eliyle yürütülmüştür. III. Selim’in hayatına mal olan yenileme girişimleri arasında, İstanbul’da ilk olarak kurulan Mühendishane-i Fünun-u Berriyye’ye alınan öğrencilerin, fizik ve mekanik konularıyla da ilgilenmeleri, resim sanatımıza ilk olarak perspektifin girmesini sağlamış ve o tarihe kadar devam eden minyatür tarzı, yerini zamanla üç boyutlu yeni resme bırakmıştır. Mühendishane’nin geometrik resim eğitim ve öğretimi sayesinde, perspektifli resim sanatına olan ilgi artmıştır.

            İstanbul’da II. Mahmut’tan Abdülaziz’a kadar geçen dönem içinde, Sultan Ahmet meydanında özel olarak yapılan daimi bir pavyonda “Sergi-yi Umumi-i Osmani” adıyla sergiler açılmış ve daha çok sanayi ile ilgili kısımları içine alan bu sergide, bir taraftan da ülkemizde ilk olarak Batı anlamında meydana gelen yeni resim sanatının ilk örnekleri sergilenmiştir. Nihayet Mühendishane’nin mezunları arasından seçilen yetenekli gençler, 1835 yılından itibaren Paris’e resim tahsiline gönderilmişlerdir (Şeker Ahmet Paşa, İbrahim Paşa, Kaymakam Hüsnü Yusuf Bey, Miralay Süleyman Seyit Bey, Halil Paşa, Hasan Rıza Bey).

            Mühendishane’nin ülkemizde yeni resim sanatının yayılıp sevilmesi bakımından hizmeti, yalnızca Fransa’ya öğrenci göndermekle kalmamış, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İstanbul’da ilk bağımsız resim sergisini de Mühendishane açmıştır (Osmanlı Tezyini Sanat Sergisi, Sanayi Mektebi, 1872). Birbiri arkasına açılan bu türden sergiler, yeni resim tarzının halk tarafından kısa zamanda tanınıp sevilmesini ve üç boyutlu resmin, oransız ve daha çok tek plana kaçan minyatürün yerini hızla almasına neden olmuştur. Tanzimat’tan sonra İstanbul’da ikinci resim sergisi, 1873’te yine Mühendishane tarafından Çemberlitaş’taki eski Maarif-i Umumiyye Nezareti’nde açılmıştır. İşte bu etkinlikten sonraki yıllarda, İstanbul’da resim öğretmenlerinin sayısı artmış ve sırf bu öğretmenlerin girişimiyle arada sırada Tıbbiye Mektebi’nde de resim sergileri açılabilmiştir.

            1870-1880 yılları, ülkemizde resim sanatı için yine devletçe alınacak önemli inisiyatifleri hazırlayan yıllardır. Bu süre içinde bir yandan yeni Türk resmi, Viyana’da açılan uluslararası bir sergide ilk olarak Avrupa kamuoyuna sunulurken (1874), bir yandan da İstanbul’da 1877 yılında Fransa’dan davet edilen uzman M. Guillemet’nin müdürlüğünü de üzerine aldığı “Mekteb-i Sanayi-i Şahane” adlı bir plastik sanatlar öğretim kurumu açılmış; 1883 yılında da ilk Türk arkeologu ressam rahmetli Osman Hamdi Bey (1842-1910), ülkemizde resim ve mimarlık sanatlarını öğreten bir mektebin açılması için resmî girişimlerde bulunmuş ve aynı yıl “Sanayi-i Nefise Mektebi” adıyla Ticaret Nezareti’ne bağlı ilk güzel sanatlar okulu açılmıştır. Bu tarihten beş yıl önce açılmış olan Mekteb-i Sanayi-i Şahane’nin de sonradan Osman Hamdi Bey’in açtığı kurumla birleştirildiği sanılmaktadır.

            Cumhuriyetin ilanından sonra, bugüne kadar değişik adlarla çalışan ve memlekete çağdaş sanat anlayışına sahip ilk ressamı ve mimarı yetiştiren Sanayi-i Nefise Mektebi, halen 78. yılını kutlamış olan bugünkü Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüşmüştür. İşte Türkiye’de yeni sanata önderlik eden bu sanat yuvası, Mühendishane’i Fünun-u Berriyye’den sonra, resim sanatının ikinci ve daha sonraki kuşaklarını yetiştirmiş olması bakımından da sanat tarihimizde önemli yeri olan bir kurumdur.

            Sanayi-i Nefise Mektebi’nin 1882 yılında Sarayiçi’nde inşasıyla 1883 yılından itibaren faaliyete geçişinden, cumhuriyetin ilanına kadar, yurtta plastik sanatlar alanında meydana gelen başlıca olaylar, kronolojik sırayla şunlardır: Bu süre içinde İstanbul’da ilk olarak Osman Hamdi Bey’in girişimiyle “Asar-ı Atika Müzesi” [Arkeoloji Müzesi] inşa edilmiş ve faaliyete geçirilmiştir. Yine Osman Hamdi Bey’in girişimiyle, 1883’te kendi müdürlüğü altında Sanayi-i Nefise Mektebi açılıncaya kadar, başlangıçta Ticaret Nezareti’ne bağlı olarak, İstanbul’da sık sık resim sergileri açılmıştır. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulduğu tarihi izleyen ilk otuz yılın sonlarına doğru, devlet hesabına Avrupa’ya gönderilen mezunlar arasında, memleket ölçüsünde isim yapmış sanatçılarımız yetişmiştir (Çallı İbrahim, 1882-1960; Hikmet Onat, 1885[-1977]; Sami Yetik, 1878-1945; Ruhi Bey, 1883-1931). Osman Hamdi Bey’in Ortadoğu’da bizzat idare ettiği kazılarda meydana çıkan önemli eserlerle (İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi v.s.) Eski Eserler Müzesi, dünya çapında bir üne kavuşmuş ve müze, Sanayi-i Nefise Mektebi öğrencilerinin klasik bilgi ve anlayışa sahip olmalarını mümkün kılan bir eğitim kurumu olma önemini kazanmıştır. Fransa’dan tahsilden dönen genç sanatçıların 1906 yılında Mekteb-i Harbiyye’i Şahane’de açtıkları ilk sergi, aydınlar arasında geniş ilgi uyandırmıştır; yurtta resim sanatının ikinci kuşağına mensup olan bu sanatçılar, birinci Dünya Savaşının devamı boyunca da sergi açmaya devam etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşının son yılları, Sanayi-i Nefise Mektebi için yokluk ve sık bina değiştirme bakımından oldukça karanlık yıllardır. Bu durum karşısında hayli sarsılan kurum, savaşın bütün imkânsızlıklarına rağmen faaliyetine kesintisiz olarak devam etmiştir.

            İstiklal Savaşı’nı izleyen yıllar ve Atatürk inkılapları, Akademi’ye hiçbir devirle kıyaslanamayacak gelişme imkânları sağlamıştır. Gerçekten de 1924-1930 yılları arasında, devlet hesabına Avrupa’ya resim, heykel, süsleme sanatları ve seramik tahsili için çok sayıda Akademi mezunu gönderilmiş ve bu sanatçılarla da memlekette resim sanatının üçüncü kuşağı yetişmiştir (ressamlar: Cevat Dereli, Refik Epikman, Zeki Kocamemi, Ali Çelebi, Muhiddin Sebati, Mahmut Cuda, Şeref Akdik, Hale Asaf, Fahri Arkunlar, Âli Karsan, Mithat Özar, Halil Dikmen, Zeki Faik İzer, Hamit Görele, Sermet, Neşet Günal; heykeltraşlar: Ratip Aşir, Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman; dekorasyon: Sabit, Edip Köseoğlu; seramik: İsmail Hakkı Toygar, Vedat Ar ve Akademi dışından Avrupa’ya gönderilen Hakkı İzzet).

            1926 yılında Türk empresyonizminin başta gelen üstatlarından rahmetli Nazmi Ziya’nın (1881-1937) müdürlüğü sırasında, halen işgal etmekte olduğu binaya yerleştirilen Sanayi-i Nefise Mektebi, artık göçebelikten kurtularak her bakımdan istikrara kavuşmuş ve ünlü ressam rahmetli Namık İsmail’in (1892-1935) müdürlüğü üzerine aldığı 1926 yılına kadar geçen son sekiz yıl içinde, ressam Halil Paşa’dan sonra ikinci defa olarak rahmetli Nazmi Ziya ile Ali Sami Boyar ve karikatürist Cemil Cem (1882-1950) kurumda müdürlük etmişlerdir. Bu arada kız ve erkek öğrenciler için ayrı ayrı binalarda yapılmakta olan öğretim, ilk olarak rahmetli Cemil Cem’in müdürlüğü zamanında birleştirilmiştir. Ressam Namık İsmail’i, Osman Hamdi Bey’den sonra kurumun ikinci kurucusu olarak kabul etmek yerinde olur, çünkü Namık İsmail’in girişimi ve Millî Eğitim Bakanı rahmetli Mustafa Necati’nin (1894-1929) yakın ilgisiyle 1927 yılında teşkilat ve kadrolar ilk olarak esaslı surette genişletilmiş ve kurumun adı “Güzel Sanatlar Akademisi” olarak değiştirilmiştir.

            Cumhuriyetin 10. Yıldönümünden sonra esaslı surette gelişerek, mimarlık, resim, heykel, süsleme sanatları, iç dekorasyon, afiş, mobilya, kumaş resmi, tiyatro dekoru, moda resmi, hâk¸eski Türk süsleme sanatları gibi ihtisas bölümlerini içermek suretiyle faaliyetine devam eden Akademi, ancak Atatürk’ün Cumhuriyet’in 10. Yıldönümü nutuklarında işaret buyurmuş oldukları gibi, yeniden organize edilme ve Avrupa’nın tanınmış sanat adamlarından bazılarını uzman olarak angaje ve tayin edebilme imkânını da elde etmiştir (1934). Nitekim Atatürk, Cumhuriyet’in 10. Yıldönümünde (1933) okudukları nutukta, Güzel Sanatlar Akademisi faaliyetinin süratle geliştirilmesi nedenini şu özlü cümleyle açıklamışlardır: “…Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettireyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî vasfı da güzel sanatleri sevmek ve onda yükselmektir…”. Bu tarihten üç yıl sonra, Büyük Millet Meclisi’nin 5. Devre içtima yılının (1936) açılışı nutuklarında ise Atatürk, güzel sanatların tümü için şöyle demiştir: “…Güzel sanatlerde de alâkanızı yeniden canlandırmak isterim… Güzel sanatlerin her şubesi için kamutayın göstereceği alâka ve emek, milletin insanî ve medenî hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir”. İşte Ata’nın 1933’ten beri devam eden ısrarlı işaretleridir ki ilk olarak 1934 yılından itibaren Güzel Sanatlar Akademisi’nin ıslahı ön planda ele alınmış ve Batının tanınmış sanat adamlarından bazıları, Akademi’nin ihtisas bölümleri şefliklerine tayin edilmişlerdir (Hans Pölzig -vefat ettiği için gelememiştir-, Bruno Taut, Leopold Levy, Vorhölzer, Louis Marie Sue).

            Rahmetli Namık İsmail’den itibaren bugüne kadar Akademi’ye Prof. İsmail Hikmet Ertaylan ile Burhan Toprak, Avni Başman, Zeki Faik İzer, rahmetli Nijat Sirel ve yüksek mimar Asım Mutlu müdür tayin edilmişlerdir. Plastik sanatlarda yüksek ihtisas tahsili veren kısımlar ise, Akademi’de 1941 yılından itibaren kurulmuştur.

            Ülkemizde heykel sanatı, daha çok Atatürk inkılaplarıyla beraber bağımsız bir meslek kolu olma niteliğini kazanmış ve Akademi’de yetişip Avrupa’da ihtisaslarını yapmış olan ilk heykeltıraşlarımız tarafından memleketin çeşitli bölgelerinde inkılap anıtları meydana getirilmiştir (Nijat Sirel, Hadi Baran, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman gibi). Ne gariptir ki, 83 yıldır teşkilat kanunundan mahrum olarak çalışan Akademi’nin yıllar boyunca yarattığı özlü gelenek, kurumun gelişmesi için kanundan daha etkili bir neden olmuş ve ancak 83 yıllık bir gecikmeyle hazırlanabilmiş olan Akademi Teşkilat Kanunu, geçenlerde hükümetin ilgili mercilerine verilmiştir.

            1924 yılında kurulup kısa bir süre yaşayabilmiş olan Sanayi-i Nefise Encümeni’nden sonra, 1935 yılında ilk olarak Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. O tarihten itibaren son yıllara kadar girişilmiş olan sanat hareketlerinin en önemlileri şunlardır: Atatürk girişimleriyle İstanbul’da ilk olarak Dolmabahçe Sarayı’nın Veliaht Dairesi’nde “Resim ve Heykel Müzesi” açılmıştır (1937). Bu tarihten 16 yıl sonra da (1953’te) İzmir’deki Kültür Park’ta devamlı bir “Resim ve Heykel Galerisi” meydana getirilmiştir. 1938 yılından itibaren Ankara’da her yıl 22 Nisandan 22 Mayısa kadar devam eden ve plastik sanatlar alanında çeşitli anlayış ve tekniği temsil eden sanatçılara bir arada eser sergileme imkânı veren, ayrıca sanatçılara ödül dağıtan ve eserlerinin satılmasını sağlayan “Devlet Resim ve Heykel Sergisi” kurulmuştur. Devlet Sergisi 1954’ten beri başarılı yurtiçi ve yurtdışı turneleri yapmıştır. 1958 Uluslararası Brüksel Sergisi münasebetiyle Brüksel’de açılan “50 Yıllık Modern Resim” pavyonuna, uluslararası jüri tarafından seçilen üç eserle katılmamız mümkün olmuş ve böylelikle üç Türk sanatçısı (Zeki Faik İzer, Cevat Dereli, İlhan Koman) modern sanatın en ileri üstatları arasında eserlerini sergileme başarısını elde etmişlerdir. Uluslararası Guggenheim resim ödülü, bu yıl Zeki Faik İzer’e verilmiştir. Atatürk inkılabından beri özellikle Millî Eğitim Bakanlığı ve Güzel Sanatlar Akademisi tarafından arkeoloji, eski ve yeni güzel sanatlarla ilgili olarak çeşitli yayın yapılmıştır. 1948 ve 1956 yılları arasında yürürlüğe giren ve hemen hiçbir yerde benzeri olmayan kanunlarla, memlekette ilk olarak güzel sanatlarda olağanüstü yaratma ve icra etme başarısı gösteren (İdil Biret, Suna Kan, Hasan Kaptan gibi) çocuklar, devletin himayesinde, memleket içinde ve dışında yetiştirilmeye başlanmıştır.

            Tanzimat’tan sonra fonetik ve kombine sanatlarda reform
            Tanzimat’tan bu yana, güzel sanatların müzik, tiyatro ve opera kollarında da çağdaş zevk ve anlayışa uyan bir faaliyetin hızla gerçekleşmesi, inisiyatifin sırf devlet elinde oluşundan dolayı mümkün olamamıştır. Batı anlamında müzik ve tiyatro faaliyeti, başlangıçta tamamen Saray’ın tekelinde olmuş ve II. Mahmut zamanında İtalya’dan davet edilen Giuseppe Donizetti’nin yardımıyla, 1828’de yine saraya bağlı bir Bando-Mızıka kurulmuştur ki bu kurum, sonradan Mızıka-i Humayun’a, cumhuriyet rejiminden sonra da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası birliklerine temel olmuştur.

            Memlekette uluslararası değerde sanat zevk ve anlayışına uygun bir müzik faaliyetinin hemen hemen sırf saray çevresinde gelişmesi karşısında, diğer güzel sanat kolları, bu arada ön planda resim sanatı, daha başlangıçta toplum hizmetine yönelmiş ve az zamanda halkın yeni resmi minyatüre tercih etmesini gerektirmiştir. Bunun nedeninin daha çok müzik sanatının tamamen “soyut” bir yaratış oluşunda aranması gerekir. Bu yüzden asıl II. Mahmut döneminde memlekete girmeye başlayan çoksesli müzik sanatı, halk tarafından uzun zaman benimsenememiştir.

            Aradan yıllar geçmiş ve ancak mütareke yıllarında İstanbul’da viyolonist Zeki [Üngör] Bey’in idaresi altında, saray dışında da faaliyet göstermeye başlayan Mızıka-i Humayun konserlerine, ilk çocuk virtüozlarımız Ferhunde [Erkin] ve Necdet [Atak] kardeşlerin de katılması, müziğe yetenekli Türk gençlerini geniş ölçüde teşvike vesile olmuştur. Yine aynı tarihlerde Cemal Reşit, Muhittin Sadak ve Mesul Cemil’in Union Français’de verdikleri konserler, o zamanlar aydınlar arasında geniş ilgi uyanmasına imkân vermiştir.

            Türkiye’de asıl cumhuriyet rejimiyle beraber çağdaş anlamda müzik sanatı gelişmeye başlamıştır. Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak son zamanlarında bir iki kişi Avrupa’da müzik tahsil edebilmiş, bu arada İstanbul’da Belediye tarafından Darülelhan adıyla, Türk ve Bazı müziklerini öğreten bir konservatuvar kurulmuştur (ilk uzmanlar: rahmetli Musa Süreyya, Cemal Reşit Rey). Bu kurum, sonradan bugünkü Şehir Tiyatroları’na dönüşmüştür. İstanbul Konservatuvarı’nı, cumhuriyetin ilanından sonra yeniden organize etmek üzere Viyana’dan Hofrat J. Marx davet edilmiştir. Türkiye’de asıl cumhuriyetin ilanından sonra, resim alanında olduğu gibi, müzik alanında da Batının belli başlı sanat merkezlerine (Paris, Viyana, Berlin, Prag, Leipzig) çok sayıda öğrenci gönderilmiştir.

            Memleketimizde cumhuriyetin kabulünden sonra ve 1923 yılından bugüne kadar müzik alanında devlet yardımıyla başarılan en önemli işler şunlardır: 1924 yılında, viyolonist rahmetli Zeki Bey’in yardımıyla, Ankara’da ilk olarak Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir Müzik Öğretmen Okulu [Musiki Muallim Mektebi] kurulmuştur. 1936 yılında, Almanya’dan davet edilen ünlü sanat adamlarından kompozitör Paul Hindemith, rejisör Carl Ebert, orkestra şefi Dr. Ernst Praetorius’un ve Türk uzmanların yardımıyla Ankara’da ilk konservatuvar kurulmuştur. 1939 yılında bu konservatuvarın opera bölümü öğrencileri, Mozart’ın bir perdelik “Bastien ve Bastienne” adlı operasını Türkiye’de ilk defa oynamışlardır. 1936 yılında, çok eski bir geleneği olan devlet orkestrası, Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası adıyla, yeni bir teşkilat kanununa kavuşmuş ve bu kurum, 1957 yılında kabul edilen ikinci bir kanunla da yeniden ıslah edilmiştir. 1936 yılından beri dört yıllık bir deneme devresi geçiren Konservatuvar, 1940 yılında “Ankara Devlet Konservatuvarı” adıyla, yüksek ihtisas tahsili veren bir eğitim ve öğretim kurumu haline getirilmiştir. Devlet Konservatuvarı’nın bünyesine bağlı olarak 1941 yılında kurulan Opera Stüdyosu’nda çalışan opera bölümü öğrencileri tarafından, yurtta ilk Türkçe opera temsilleri verilmiş ve bu arada Prof. Carl Ebert’in idaresi altında, Türkiye’de ilk olarak Puccini’nin “Tosca” operasının yalnız ikinci perdesi oynanmıştır. 1947 yılında ünlü İngiliz bale uzmanı sayın Dame Ninette de Valois’nın ve Miss Newton’un yardımlarıyla, önce İstanbul’da Yeşilköy’de ilk bale okulu kurulmuş ve aynı okul 1951 yılında Ankara’ya nakledilerek Devlet Konservatuvarı’na bağlanmış, geçen yıldan itibaren vermeye başladığı mezunlarla, Ankara Operası’na bağlı ilk bale grubu da oluşturulmuştur. 1948’de kabul edilen özel bir kanunla, memleket dışında da tanınan ilk virtüozlarımız piyanist İdil Biret ve viyolonist Suna Kan Paris Millî Konservatuvarı’nda yetiştirilmiş ve her iki sanatçı ile ayrıca kendi hesabına yetişen viyolonist Ayla Erduran, Avrupa ve Amerika’nın tanınmış sanat çevrelerinde büyük başarılar elde etmişlerdir.
:
            Bütün bu çalışmaların doğal sonucu olarak, eski Sergievi binası, 1949’da ünlü mimar Prof. Paul Bonatz tarafından opera binası haline getirilmiştir. 1953 yılında İzmir’de ilk olarak bir müzik okulu açılmış ve bu kurum 1958 yılında “İzmir Devlet Konservatuvarı” adıyla esaslı surette yeniden düzenlenmiş, ayrıca tiyatro bölümüne de kavuşan bu resmî konservatuvara yabancı uzmanlar da angaje edilmiştir. 1953 yılında kurulmasına girişilen opera orkestrasının teşkilatı 1958 yılında tamamlanmış ve başkent tam teşekküllü ikinci bir büyük orkestraya kavuşmuştur. 1961’de 25. yılını dolduracak olan Devlet Konservatuvarı’nın bundan böyle müzik akademisine çevrilmesini mümkün kılacak yeni bir teşkilat kanunu hazırlanmış ve ilgili makamlara verilmiştir.

            Memlekette, cumhuriyet inkılabından sonra yeni müzik sanatının hızla ilerlemesinde başlıca neden olan büyük önderimiz Atatürk’ün teşvik edici girişimleri, üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır. Gerçekten de büyük önder, 1934 yılındaki nutuklarında: “…Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir…” demişlerdir. Ata, 1936 yılı Ekim ayında okudukları nutkun bir yerinde de, “…Ankara’da bir konservatuvar ve bir temsil akademisi kurulmakta olmasını zikretmek, benim için bir hazdır…”demekle, çağdaş zevk ve anlayışa dayanan yaratma ve icra etme sanatçılarını yetiştirme yolunda girişilen enerjik yenileme girişimini açıklamışlardır. Bunun sonucu olarak, Atatürk’ün önderliğinde, memleketin yetenekli gençleri az zamanda yetişmişler ve cumhuriyet sonrası birinci, ikinci, hattâ üçüncü besteci kuşaklarının meydana getirdiği yeni çoksesli Türk sanat müziği, memleket içinde ve dışında geniş ilgi uyandırmış, bu eserlerin önemli bir bölümü Avrupa ve Amerika’nın tanınmış yayımcıları tarafından anlaşmalar gereğince basılarak, sanat dünyasının belli başlı çevrelerinde kullanılmaları imkânı sağlanmıştır. (Yeni Türk besteciliğinin birinci kuşağı olan beşler: Cemal Reşit Rey, Necil Kâzım Akses, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Ferit Alnar; müzikologlar: Mahmut Ragip Gazimihal, Halil Bedii Yönetken, Cevad Memduh Altar; ikinci kuşak besteciler: Nevit Kodallı, İlhan Usmanbaş, Bülent Arel, Bülent Tarcan, Ferit Tüzün; ve üçüncü kuşak olan en genç besteciler.)

            Yeni Türk besteciliğinin, uluslararası değerdeki repertuara mal olan çeşitli formlarda yazılmış eserleri, dünyanın tanınmış sanat merkezlerinde verilen konserlerin programlarında yer alırken, yurtta, yurt dışında ve Devlet Konservatuvarı’nda yetişen enstrüman ve opera sanatçılarından bazıları da yurt dışı konser turnelerinde ve Viyana operası, La Scala Tiyatrosu gibi kalburüstü sahnelerde büyük başarılar elde etmişlerdir (Leyla Gencer, İdil Biret, Orhan Günek, Ferhan Onat, Suna Kan, Belkıs Aran, Ayla Erduran, Sabahat Tekebaş gibi.)

            Ülkemizde Tanzimat’tan sonraki tiyatro faaliyetine gelince: Tanzimat’ın ilanından dokuz yıl sonra, yine sarayın tekelinde olmak üzere çağdaş anlamda bir tiyatro faaliyeti başlamıştır (1848). Tanzimat’ı izleyen yıllarda ise, Beyoğlu Cadde-i Kebir’inde, özel girişimle açılan Bosko’nun (1840) ve Hoca Naum’un (1844) tiyatroları, zamanın aydınlarını yakından ilgilendirmiş ve Batı tiyatrosu ile ilk temasın verimli sonucu olarak, 1869 yılında, İstanbul tarafında, yine özel bir girişim halinde, Gedikpaşa’da bir tiyatro açılmıştır. Öte yandan Şinasi’nin (1824-1871) “Şair Evlenmesi” (1858) adlı piyesi, yeni Türk sahnesinin Batı anlamında ilk eseri sayılmaktadır. Namık Kemal (1840-1885), Ahmet Vefik Paşa (1823-1891) ve Abdülhak Hamit’in (1851-1937) Türk tiyatro edebiyatına yaptıkları hizmet, bugünkü tiyatromuzun hazırlanmasına verimli bir başlangıç olmuştur. Ahmet Vefik Paşa’nın Bursa’da Fasulyeciyan ile birlikte geçen çalışmaları (1877), Molière’in eserlerinin Türk sahnesine kazandırılmasına vesile olmuş; Minakyan Tiyatrosu (1884) ile diğer teşebbüs sahiplerinin çalışmaları, modern sahnenin az zamanda ülkemizde de gelişmesini mümkün kılmıştır.

            Türkiye’de çağdaş anlamda komedi ve dram sahneleri, ilk olarak Şehremini [Belediye Başkanı] Cemil Paşa zamanında 1914’te kurulup faaliyete geçirilen Darülbedayi ile başlar. Birinci Dünya Savaşına yaklaşan günlerde, M. Antoin’ın Paris’ten davet edilerek Darülbedayi sahnelerinin aynı zamanda bir tiyatro okulu olarak da teşkilatlandırılması ve aynı tarihi izleyen yıllarda ünlü sanatçı ve rejisör Muhsin Ertuğrul’un bu faaliyetin yönetimini bizzat üzerine alması, yeni sahne sanatının -opera hariç- memleketimizde bütün kollarıyla gereği gibi gelişip olgunlaşmasına esaslı bir başlangıç olmuştur.

            Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bizde de halk hizmetine yönelen tiyatro ve opera faaliyetine devletin el koyması, Atatürk inkılaplarının sonucu olarak Ankara’da gerçekleştirilmiş ve 1936’da kurulan Ankara Devlet Konservatuvarı’nın ihtisas kolları arasına tiyatro ve opera bölümleri de katılmıştır. Böylelikle Atatürk’ün yeni Türk tiyatrosu ideali de gerçekleşmiş ve Büyük Millet Meclisi’nin 1937 yılındaki 5. devre, 3. yılının açılışı münasebetiyle okudukları nutukta Atatürk, şu hususu özenle açıklamışlardır: “…Geçen yıl, Ankara’da kurulan Devlet Konservatuvarı’nın müzikte, sahnede kendisinden beklediğimiz teknik elemanları süratle verebilecek hale getirilmesi için, daha fazla gayret ve fedakârlık yerinde olur…”.

            Bugün eğitim ve öğretim yılları da hesaba katılmak üzere 25. yılına ayak basmış olan devlet sahnesinin, tiyatro ve opera kollarıyla, yurt içinde ve yurt dışında geniş ilgi uyandıran yüksek bir sanat kurumu halinde gelişmesini mümkün kılan öteki önemli olaylar, sırasıyla şunlardır: 1936 yılında Almanya’dan davet edilen tanınmış rejisör Prof. Carl Ebert, başlangıçta Muhsin Ertuğrul ile işbirliği yaparak, tiyatro bölümünün kuruluşunu tamamlamış ve 1945 yılına kadar kurumun sanat işlerini bizzat yönetmiştir. 1941 yılından itibaren sırf Devlet Konservatuvarı tiyatro ve opera bölümü mezunlarına ve öğrencilerine, pratik çalışma imkânı vermek üzere, konservatuvar içinde bir Tatbikat Sahnesi ve bir de Opera Stüdyosu kurulmuştur. Bu tarihi izleyen yıllarda Devlet Konservatuvarı’nın Ankara, İzmir ve İstanbul’da verdiği tiyatro ve opera temsilleri, Türk basınında geniş yankılar uyandırmıştır (Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay, Nahit Sırrı Örik gibi).

            1941-1949 yılları arasındaki sekiz yıllık bir çalışma dönemi içinde de, uluslararası değerdeki tiyatro ve opera literatürünün standart eserlerinden en önemlileri Türkçeye çevrilerek oynanmış ve bir yandan da gittikçe ilgi uyandıran telif eser denemeleriyle, repertuar tiyatrosu ve operası kurma yolunda ilk adım atılmıştır. (Oynanan operalar: Tosca, Madam Butterfly, Fidelio, Satılmış Nişanlı, Figaro’nun Düğünü; piyesler: Otelci Kadın, Jül Sezar, Antigon, Oidipus, Minna von Barnhelm, Gülünç Kibarlar, Müfettiş, Yanlışlıklar Komedyası, Bizim Şehir). 1943 yılında ilk olarak sahneye konan, ünlü Çek bestecisi Bedrich Smetana’nın “Satılmış Nişanlı” operası, o dönemde kurtuluş savaşı yapmakta olan Çek milletini çok duygulandırmış olacak ki, Londra’daki milliyetçi Çek hükümeti başkanı Dr. Beneş, Türk hükümetine gönderdiği telgrafta heyecanını şu cümlelerle açıklamıştır: “Bu operanın, günün bilinen şartları içinde oynanmış olması, kanaatimizce Türkiye’nin, bütün Çekoslovak milletinin son derece takdirini toplamış olan bir jestidir. Çekler, bilhassa içinde bulundukları durum karşısında böylesine bir hareket ve davranıştan dolayı Türk milletine son derece minnettar ve müteşekkirdirler”. Bu arada Türk operasının bir numaralı sanatçısı rahmetli Nurullah Şevket Taşkıran, bilhassa bu eserdeki rolü ile, opera sahnemizde bir devir yaratmıştır. 1948 yılında inşaatı hayli ilerlemiş olan opera binasının açılış töreni, yeni Türk senfoni literatüründen seçilmiş eserlerin dışında, Adnan Saygun’un, o tarihte henüz tamamlanmamış olan “Kerem” operasının bir perdesinden meydana getirilen programla kutlanmıştır.

            Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi ile Opera Stüdyosu’nun zamanla elde ettiği dikkate değer sonuçlar, Konservatuvar’ın kuruluşundan 13 yıl sonra (1949’da), 5441 sayılı kanunla Ankara’da bir Devlet Tiyatrosu Umum Müdürlüğü’nün kurulmasını sağlamıştır. Geniş bir hazırlık devresinden sonra faaliyete geçen devlet sahnesinin tiyatro ve opera çalışmaları, 1949 yılından son yıllara kadar, uluslararası repertuarın en önemli eserlerinden daha birçoğunu dilimize ve repertuarımıza kazandırmış; 1953 yılında Adnan Saygun’un “Kerem” operası, ilk Türk operası olarak başarıyla oynanmış ve ikinci kuşak bestecisi Nevit Kodallı’nın “Van Gogh” operası ise, 1958 yılında, ulusal opera repertuarının 2 numaralı eseri olarak başarıyla temsil edilmiştir. Bu eserin aynı tarihlerde Brüksel’deki Théâtre Royal de la Monnais’nin repertuarına kabul edilmiş olması da, yeni Türk sanatının yabancı sanat çevrelerine girmesi bakımından dikkate değer bir olaydır.

            Devlet Tiyatrosu repertuarına zamanla eklenen diğer telif ve tercüme eserlerden piyesler: Faust, Hile ve Sevgi, Cyrano de Bergerac, Bir Yazdönümü Gecesi Rüyası, Köşebaşı, Elektra, Gölgeler, Ölü Kraliçe, Ramak Kaldı, Fatih, Maria Stuart, Güzel Helena, Tanrıdağı Ziyafeti, Othello, Genç Osman, Tanrılar ve İnsanlar, Hürrem Sultan; operalar: Rigoletto, Cavaleria Rusticana, Pagliacci, Yarasa, Aşk İksiri, Konsolos, Kerem, Cosi Fan Tutte, Lucia di Lammermoor, La Traviata, Manon, Sevil Berberi, Il Trovatore, Tebessümler Diyarı, Hoffman’ın Masalları, Paganini, Faust, Aida, Van Gogh, Akıllı Kız, Il Tabarro, Turandot, Saraydan Kız Kaçırma, Salome.

            Devlet Tiyatrosu ve Operası repertuarının zenginleşmesi, tiyatronun Genel Müdür Cüneyt Gökçer ve Mahir Canova gibi rejisörlerle yalnız yurda yayılmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda bu yıl, Cüneyt Gökçer’in Paris’teki Milletler Tiyatrosu’nda bizzat oynamak suretiyle sahneye koyduğu “Kral Oidipus” ve ayrıca “Hürrem Sultan” temsilleri ile Prof. Selahattin Batu’nun geçen yıl Avusturya’da Bregen Festivali’nde Avusturyalı sanatçılar tarafından oynanan “Güzel Helena” adlı eseri, yeni Türk sahnesine ve sahne edebiyatına, yurt dışı temaslara yönelme yolunu da açmış bulunmaktadır.

            Görülüyor ki, Devlet Konservatuvarı ve onun iki büyük meyvesi demek olan Devlet Tiyatrosu ve Operası, 25 yıllık bir dönem içinde, Atatürk’ün bir an önce gerçekleşmesine çalıştığı çağdaş Türk sanatını kurma yolunda çaba harcarken, başlangıçta uluslararası değerdeki repertuarın belli başlı eserleri dilimize ve ulusal repertuarımıza kazandırılmış ve bu gibi standart yaratışlardan telif repertuar lehine yararlanılmıştır. Bu suretle yeni Türk repertuarının ilk eserlerini elde etme yolunda sağlam adımlar atılmıştır.

            Devlet Operası’nın geçen yıl sağladığı özellikle dikkate değer bir sanat olayı daha vardır ki, o da Richard Strauss’ın “Salome” operasının başarıyla sonuçlanan temsilidir. Orta Avrupa sanatının en büyük şahsiyetlerinden biri olan Robert Strauss’ın bu ünlü eserinin, geçen yıl Prof. Lessing’in idaresi altında Devlet Operası sanatçıları tarafından memleketimizde ilk olarak oynanması, uluslararası opera repertuarının en güç eserlerinden birini daha dilimize ve repertuarımıza kazandırmıştır. Bu vesileyle Richard Strauss’ın oğlu tarafından Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne gönderilen telgraf, şu dikkate değer cümleleri içermektedir: “…Türkiye, sahneye konulması son derece güç olan bu eseri temsil etmekle Batı kültüründeki gelişmesinde yeni bir devir açmış bulunuyor…”. Almanya’dan böyle bir telgrafın alındığı günleri izleyen bir tarihte, Millî Eğitim Bakanlığı’nın Ankara’ya davet ettiği, dünyaca tanınmış orkestra şeflerinden Hans von Benda ise, Cumhuriyet Türkiyesi’nin güzel sanatlarda ulaştığı merhaleyi işaret ederken şöyle demiştir: “Türkiye, bu çalışmalarıyla, büyük bir sarsıntı geçirmekte olan Batı medeniyetinin müdafaasını üzerine almış oluyor.”

            Buraya kadar olan kronolojik açıklamaların, Atatürk inkılaplarının ruhu demek olan bir Rönensans’a yöneliş yolundaki gayretimize toplu bir bakışı sağlamak içindir. Şurası muhakkaktır ki, Anadolu’da ve kısmen güneydoğu Avrupa’da geçen bin yıllık tarihimizin akışı içinde, halk kaynaklarından gelip, Akdeniz kültürü yoluyla, uluslararası değerdeki bilimin ortak tekniğinden yararlanarak sanatta ve dünya görüşünde özlenen Rönesans’ı bir an önce gerçekleştirmemiz, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de tek taraflı bir fedakârlıkla değil, ancak topyekûn bir ilgi ve gayretle mümkün olacaktır. Tanzimat’tan beri daha çok devlet olarak harcanan bu çaba, aynı zamanda karşılıklı bir ilgiyi harekete geçirebilme yolunda harcanan iyi niyete dayanmaktadır.

            O halde ileriye doğru yapılan hamleler -başka ülkelerin de yaptığı gibi- iki tarafın çabasıyla istikrara kavuştukça, Ziya Gökalp’in gelenekte yenilik görüşü tam olarak gerçekleşecek ve ülkemizi Atatürk Rönesansı’na götürecek dikensiz bir yolun gereği gibi açılması imkânı da bu suretle sağlanmış olacaktır. Onun içindir ki, bu kesin gerçek karşısında sözlerimi, Atatürk’ün şu özlü inancıyla bitiriyorum: “Çetin bir mücadele hayatında uğraşacak unsurların yüreklerinde kuvvet, neş’e, hayat ve azim bulmaları, muvaffak olabilmeleri için, hem başlangıç noktası, hem devam vasıtası, hem neticeye ermenin tesirli tılsımı, güzel sanatlardır”.