
Ankara Radyosu
3.III.1946, Pazar
Saat: 9.45-10.45
26.I.1947, Pazar
tekrar edildi.
Güzel sanatlar arasında opera, sahne sanatının bir kolu olduğu kadar, bazı sanatların işbirliğiyle meydana gelmiş sentetik bir yaratmadır. Burada temsil, müzik, resim, mimarlık, raks [dans] gibi çeşitli sanatların bir gaye için birleşmiş olduklarını görürüz. Bu takdirde, çok cepheli bir sanat şekli olan opera, kendi icracısından ileri bir başarı beklemekte haklıdır.
Operanın tarihi incelenirse, bu sanatın vakit vakit yanlış anlaşılmış olduğu, bu tip bir eserin icrasında bazen herhangi bir unsurun ön plana alınarak iştirakte bütünlüğün sekteye uğradığı görülür. Bu hal çok kere yanlış tefsirlere [yorumlara] de yol açmıştır.
Müzik sanatında insan ruhuna vasıtasız tesir eden unsur her şeyden önce “melodi” olduğuna göre, opera yaratmaları, melodiyi daha çok âletlerin en tabiisi olan insan sesi için işleyen bir sanat şeklidir. Çokseslilik prensibi üzerine gelişen, milletlerarası kıymetteki müzik yaratmalarında, melodide bağımsız bir ifade, armonide ise melodiyi derinliğine takviye etme keyfiyeti bahis mevzuu olur [durumu söz konusudur].
Opera, İtalyanca bir terimdir. Bu söz, Ortaçağa doğru “müzik eseri” mânâsına gelmek üzere de kullanılmıştır. Onun içindir ki, müzik parçaları bugün bile “eser” mânâsına gelen “opus” [Op.] tabiriyle anılır. Opera sözü, ilk önce 1650 yılında İtalya’da “müzikli sahne eseri” mânâsında kullanılmıştır.
Opera sanatı, 16. yüzyılda bütün güzel sanatların vatanı olan Floransa’da hayata gözlerini açmıştır. 1594 yılında, gene aynı şehirde, Kont Bardi’nin sarayında vakit vakit toplanan sanatçılar arasında Peri adlı bir müzikçi de vardı. Bu zat, gene aynı sosyeteye devam edenlerden şair Rinuccini’nin yazdığı “Daphne” adlı eseri bestelemek suretiyle müzik dünyasına ilk operayı verdi. Besteci Peri’nin yazdığı müzikli sahne eserleri az zamanda diğer bestecileri de harekete geçirmiş, bu suretle manzum sahne metinleri arasından seçilen fıkralar, yerine göre arya, yerine göre reçitatif olarak bestelenmiştir. Ayrıca sazların da refakatinde icra edilmekte olan bu neviden eserler, az zamanda geniş ve iddialı bir sahne hareketine yol açmış oldu.
İtalya’da dramatik operanın kurucusu sayılan Monteverdi’den sonra, 17. yüzyılın nihayetine doğru, operanın reçitatif ve arya nevinden unsurları üzerinde ilk olarak değişiklik yapan sanatçı, Sicilyalı Scarlatti’dir. Napoli okulunun [ekolünün] kurucusu olan bu verimli besteci, 106 parça opera yazmış, zamanına kadar kesin bir şekle bağlanamamış olan opera aryalarını üç kısımlı şarkı tarzında meydana getirmiştir. Daha sonraları Scarlatti, akor refakatinde icra edilen reçitatiflerin yerine âlet müziği refakatinde yapılan “serbest reçitatif”leri kullanmıştır. Bu zat, ayrıca operalarının başına “Sinfonia” adını verdiği orkestra eserleri de katmıştır ki, daha çok sahneye hakim olan konunun tesiriyle meydana getirilen “Sinfonia”lar, sonraları opera uvertürlerinin doğmasını sağlamıştır.
Scarlatti’nin yazdığı aryalar, sırf teganniye [şarkı söylemeye] ön planda yer veren İtalyan operalarında muganni [şancı, şarkıcı] virtüozluğuna yol açmış ve zamanla hançere akrobasisine en güzel örnekleri vermiş olan “koloratur” aryaların meydana gelmesini mucip [neden] olmuştur.
(Müzik: Mozart, Figaro’nun Düğünü, (arya) Voi che sapete, Soprano: Elisabeth Schumann)
(Müzik: Rossini, Sevil Berberi, (arya) Una voce, poco fa, Soprano: Lily Pons)
Müzikli sahne sanatı, 17. yüzyıl başlarında, İtalya’dan Fransa’ya çok kolay geçti. Esasen Floransalı Medici’lerle aile yakınlığı kurmuş olan Fransız sarayı, İtalyan operasına ister istemez bağlanmak zorunda kaldı.
Diğer taraftan, XIV. Louis henüz çocuk iken, devletin idaresini bizzat eline almış olan Valde [Ana] Kraliçe Anne d’Autriche zamanında, ilk İtalyan opera trupunu Kardinal Mazarin Paris’e davet etmişti. Bu suretle İtalyanların Fransa’da verdiği temsiller, az zamanda Fransız bestecilerini de harekete geçirdi. Nitekim aynı yıllar içinde Paris’te millî Fransız operası kuruldu ve bu operanın kral fermanı ile yapılan açılış töreninde, Fransa’nın ilk opera bestecisi diye tanınan Robert Cambert’in Pomone adlı eseri temsil edildi. Bir müddet sonra Fransa’da Lully ve Rameau, daha sonraları de Grétry gibi tanınmış bestecilerin yaptığı eserlerle Millî Fransız Operası büsbütün kuvvetlenmiş oldu. Fakat Fransız operasıyla İtalyan operası arasında önemli ayrılıklar vardı. İtalyanlar, opera sanatında yalnız müziği ve aksiyonu ön planda tutuyorlardı; halbuki Fransızlar, bunun tamamen aksine olarak, dile önem verdiler ve metin ile inşadı [okumayı] ön plana aldılar. Büyük Fransız operasının her yolda gelişmesi sebebini, hiç şüphesiz, Fransız dili ile Fransız edebiyatının yarattığı özel durumun dışında aramaya imkân yoktur.
Millî Fransız operasında teganni edilen metin ile dramatik bünyeye fazla önem vermiş olan Lully, 17. yüzyılın sonlarına doğru Fransa dışında da tanınmaya başlamıştı. Hançere virtüozluğunu ön plana alan İtalyanlara karşı, edebî unsurlar bakımından olduğu kadar, seçtiği konular bakımından da XIV. Louis devrindeki klasik anlayışa dönen, antik mitolojiye yeniden can veren Lully, Alcest, Isis ve Armide adlı operalarıyla az zamanda milletlerarası bir şöhreti sağlamış bulunuyordu.
(Müzik: Lully, Ay ışığında şarkı, Soprano: Geraldine Farrar, Tenor: Edmond Clement)
Lully’den sonra, Fransız operasının ikinci büyük kurucusu Jean-Phillip Rameau’nun eline geçen müzikli sahne sanatı, bu sefer daha gayretli bir önderin idaresi altında gelişme fırsatını elde etmişti. Aynı zamanda devrinin önemli bir nazariyatçısı olan Rameau, gene büyük selefi Lully’nin açtığı yolda yürümüş, fakat eserlerine daha parlak bir ritim ile daha tesirli bir hitabeti sağlamaya muvaffak olmuştur. Hattâ melodi alanında İtalyanlara meyleden sanatçı, her şeye rağmen devrinin en büyük dram bestecisi olarak tanınmış ve sevilmiştir.
(Müzik: Rameau, a) La Lardan, b) Rigudan I/II, c) La Triomphante, Çembalo: L. Stadelmann)
Opera sanatı, 18. yüzyıl başlarında büsbütün başka bir yeniliğe kavuşmuştu. Bu yenilik, bundan evvelki sistemlerin tamamen aksine olarak, operada “metin” ve “müzik” gibi iki ana unsura müsavi [eşit] ölçüde yer veriyordu. Bu önemli prensibi ilk olarak gerçekleştirme şerefi, dünya sanat piyasasını günün birinde İtalyan tesirinden kurtarmış olan büyük opera yenileyicisi Bavyeralı Christoph Willibald Gluck’a nasip oldu. O halde Almanya’da doğan, İtalya’da yetişen, Fransa’da opera yenileyicisi sıfatını kazanmış olan Gluck, her ne kadar millî bir Alman okulu kuramamış ise de, İtalyan ve Fransız operalarını o zamana kadar görülmedik bir yeniliğe kavuşturmuştur. Gluck, yaratmalarında uzun zaman İtalyan ve Fransız özelliklerinden başka, 18. yüzyılın büyük opera bestecisi Händel’in tesiri altında da kalmış ve gene Händel’den gelen Orta Avrupa’ya mahsus bir yaratma ruhu içinde, opera sanatına çoktandır beklenen yeniliği sağlamıştır. Onun içindir ki, bu büyük bestecinin yazdığı Orpho et Euridice, Alceste, Iphigenia auf Aulis ve Iphigenia auf Tauris adlı operalar, yenileme devrinin standart eserlerinden sayılırlar.
(Müzik: Gluck, Orpheo operasından Euridice’yi kaybettim aryası, Tenor: Fernand Anssean)
(Müzik: Gluck, Alceste operasından Divinitesda aryası, Soprano: Maria Jeritza)
(Müzik: Gluck, Armida operasından Gavotti ve Iphigenia’dan Tamburin, Berlin Filarmoni Orkestrası, Şef: Hans Schmidt)
(Müzik: Gluck, Kreisler Melodi)
18. yüzyıl sonlarına doğru dünya müzik piyasasının merkezi haline gelmiş bulunan Viyana’da en çok dinlenen ve sevilen eserler, senfonik tarzda meydana getirilmiş olan eserlerdi. Bu arada opera konusuna daha çok tecessüs ve tecrübe anlamında el uzatmış olan Haydn ile Beethoven’in yanında yalnız Mozart, senfonide olduğu kadar operada da başarı göstermiş, kısa bir zaman içinde Viyana Klasikleri devri operasını kurmaya muvaffak olmuştur. Mozart, müzikli dram alanında ilk önce Gluck yoluyla İtalyanlara meyletti; daha sonraları opera sanatına, yani komik operaya, klasik bir muhteva [içerik] ile, Orta Avrupa ruhuna mahsus millî bir karakteri aşılama imkânını elde etti. Bu büyük sanatçının İtalyanca metinli operaları yanında, 1791 yıllında Almanca metinle yazmış olduğu Sihirli Flüt operası, klasik Orta Avrupa repertuvarının başeseri olma şerefini kazandı.
(Müzik: Mozarti Don Juan (arya) Soprano: Elisabeth Schumann)
(Müzik: Mozart, Don Juan (Leporello’nun aryası), Bas: Theodore Chaliapine)
Diğer taraftan Viyana Klaskleri devrinin en büyük senfoni üstadı olan Beethoven, opera yazmak hususunda sarf ettiği gayretlerin biricik meyvesi olarak tanınan Fidelio adlı sahne eserinde, ne gariptir ki insan hançeresini tıpkı bir enstrüman gibi kullanmış, her şeye rağmen gene senfoni üstadı olma vasfına sımsıkı bağlı kalmıştır.
(Müzik: Beethovebi 3. Leonore Uvertürü) (Çalınmadı)
(İkinci okumamda: (26.I.1947) Beethoven Coriolan uvertürü alındı, Londra Senfoni Orkestrası, Şef: Pablo Casals – Çalınmadı)
Viyana Klasiklerine kadar Batıda bazı şehirlerde gelişmiş olan opera sanatı, Romantizmle beraber mahallî renkleri ve güzellikleri de içine almak suretiyle, müzikli sahne sanatında millî okulların doğmasını sağlamıştır. Onun içindir ki "Romantik Opera", 19. yüzyıl Millî Müzik hareketlerine atılan ilk adım sayılır.