
“Radyo Dergisi”
Sayı: 25
15 İlkkânun [Aralık]1943
Konuşan: Cevad Memduh Altar
Sayın dinleyenlerim,
Sabır, her sanat adamı için önemli bir başarı kaynağıdır. Bazı sanat büyükleri eser yaratma hususunda hiç güçlük çekmedikleri için, bunların sabır denilen şeyle alâkaları olmadığı sanılır. Öyle sanat büyükleri de vardır ki, ilham perilerinin çok nazlı olmasından dolayı, yahut da nefsi kontrol hassalarıyla, kendi yaratmalarına karşı bizzat merhametsiz bir tenkitçi tavrı takınmalarından dolayı, bu gibi sanatkârlar, kurtuluşu yalnız sabra sığınmada bulurlar; yalnız sabır bu gibi sanatkârları büyük felaketlerden koruyabilir. Şurasını da unutmamalıdır ki, sayın dinleyenlerim, sabır denilen haslet, sanat büyüklerinden yalnız nefsine merhametsiz olan, yazdığı eserleri insafsızca tenkit eden müşkülpesent yaratıcılara bir sığınak değil, hattâ irtical [doğaçlama] kolaylığıyla eser yazan sanat adamları için de önemli bir devadır.
Nitekim eser yaratmada hiç güçlük çekmeyen Mozart’ın, kalemi eline alıp eseri yazış, kâğıt üzerine döküş safhasına geçinceye kadar herhangi bir ilhamı günlerce, haftalarca, belki de aylarca kafasında taşıması da bir sabırdır. Beethoven gibi ağır yazan, nefsine karşı tasavvur edilemeyecek kadar müşkülpesent bir sanat büyüğünün herhangi bir ilhamı kâğıt üzerine dökünceye kadar, yahut ortaya çıkan bir eseri günlerce, haftalarca, bazen aylarca tashih edinceye [düzeltinceye] kadar gösterdiği tahammül de bir sabırdır. O halde sanat adamlarının bir kısmı düşünme safhasında, bir kısmı da hem düşünme hem yazma, hem de yazdıktan sonra tenkit etme safhalarında sabırlı oluyorlar demektir ki, bu da sabrın her sanat adamı için lüzumlu şey olduğunu açıkça gösterir.
Diğer taraftan sanatta sabır meselesinin bize garip görünen daha başka tarafları da vardır. Öyle sanat büyükleriyle karşılaşırız ki, bunlar kendi ilham perilerini koruma yolunda gösterdikleri sabrı, yaratma meziyetleri dışındaki hayatlarında katiyen gösteremezler. Mesela Wagner gibi bir sanat dâhisi, herhangi bir eseri yaratırken, nefsini uzun zaman insan muhitinden mahrum bırakabilir; yiyeceğini içeceğini ihmal eder; hiç kimse, hattâ en yakını bile kendisine söz söylemeye, sual sormaya cesaret edemez. Fakat yine aynı dâhi, onun portresini yapmak için Fransa’dan kalkıp Palermo’ya kadar gelen, Wagner gibi bir sanat adamının mizacını günlerce kollamak zorunda kalan meşhur Fransız ressamı Renoir’ın gösterdiği müthiş sabrı hiçe sayar; Renoir gibi, sanat sahasında kendinden hiç de aşağı olmayan bir insanın önünde yarım saatçik olsun doğru dürüst durabilmesi için zavallı ressama âdeta kan kusturur. İşte sayın dinleyenlerim, Fransız ressamı Renoir, Wagner önünde ancak sabra sığınmak suretiyle kendisini yeisten kurtarmıştır; daha doğrusu o sıralarda Parsifal operasını yazmak için esasen sabra sığınmış olan Wagner’deki yaratma buhranının mahiyetini herkesten ziyade takdir eden Renoir bile, bu büyük müzik üstadının haklı egoizmini ister istemez hoş görmek zorunda kalmıştır.
Sayın dinleyenlerim, bakalım Renoir gibi bir ressam, meşhur Wagner portresini nasıl yapmış? Bu portreyi yapıncaya kadar neler çekmiş? Bütün bunları ressamın ağzından dinleyelim:
1882 yılında Parsifal kompozisyonunu bitirmek üzere olan Wagner, Palermo’da bulunuyordu. Diğer taraftan Paris’te Richard Wagner sanatına büyük bir sevgiyle bağlanan modern Fransız ressamları, yani Empresyonistler, bu büyük müzik üstadının portresini yapmaya azmetmişlerdi. Nitekim günün birinde bu ressamlar, aralarında Renoir’ı bu işe memur ettiler; esasen Napoli’de bulunan bu büyük resim üstadını Palermo’ya kadar göndermeye karar verdiler. Renoir Napoli’den yola çıktı; Wagner’in peşinde koşmaya başladığı günden itibaren başına gelen hadiseleri, dostlarından birine yazdığı mektupta şu cümlelerle anlattı:
“Biraderime yaptığım uzun ısrarlardan sonra, nihayet Mösyö Breyer’in yazdığı tavsiye mektubunu kardeşim Napoli’ye bana gönderdi. Bu mektubu okumadan, hattâ bir kerecik olsun imzasına bakmadan, en az 15 saatlik deniz tutmasını göze aldım; vapura atladım. Nihayet ceplerimi yoklamak, evvela vapurda aklıma geldi. Bir de baktım, mektuptan eser yok. Herhalde mektubu otelde unutmuşum. Vapurda aramadığım yer kalmadı, mektubu bulmama imkân yok. Şimdi benim Palermo’ya muvasalatımdaki [varışımdaki] vaziyetimi bir düşünün. Şehir üzerimde hazin bir tesir husule getiriyordu; ve kendi kendime, acaba akşamüstü tekrar gemiye atlayıp dönemez miyim diye soruyordum.
“Nihayet can sıkıntısıyla üzerinde “Hotel de France” levhası olan bir otobüse atladım. Wagner’in nerede oturduğunu öğrenmek için postaya gittim. Kimse Fransızca konuşmuyor, kimse Wagner’i tanımıyor. Çok şükür ki benim oturduğum otelde birkaç Alman var da Wagner’in Hotel des Palmes’de oturduğunu onlardan öğrenebildim. Bir arabaya atladım, o güzel mozaikli Monreal’e doğru yollandım. Üstelik yolda bir sürü hazin hülyaya da daldım. Yola çıkmadan önce hiç ümidim olmamasına rağmen, bir kere de Napoli’ye telgraf çekmeyi ihmal etmedim. Bekledim, baktım ki hiçbir şey gelmiyor, Wagner’e artık kendi kendimi takdim etmeye karar verdim. Oturup üstada bir mektup yazdım. Bu mektupta aşağı yukarı şu cümleler bulunuyordu:
“Eğer Paris’teki dostlarımıza, ezcümle Mösyö Lascoux ile Madam Mendes’e sizden havadis götürme imkânını elde edebilirsem, kendimi pek mesut addederim” (bana tavsiye mektubunu gönderen Mösyo Breyer’in ismini bu mektupta zikredemedim.) İşte şimdi Hotel ds Palmes’deyim.” Mektubumu bir hizmetçi aldı götürdü, birkaç dakika sonra bu hizmetçi tekrar aşağıya gelip, bana İtalyanca: “Non salue il maestro” dedi ve hemen yüzünü çevirdi gitti. Ertesi gün Napoli’den asıl tavsiye mektubum geldi. Otelin aynı hizmetçisine gittim, bu sefer hizmetçi bana en ufak bir hürmet nişanesi bile göstermeden mektubu aldı götürdü. Otelin araba kapısında bekledim. Kabul edilmemek korkusuyla mümkün olduğu kadar görünmemeye çalıştım, esasen bu ikinci tecrübe için kararımı da vermiş bulunuyordum. Wagner ailesine bir görünecektim, onlara kendilerinden birkaç frank dilenmeye gelmediğimi söyleyecektim.
“Nihayet sarışın bir genç göründü, bu genci İngiliz zannettim; fakat o Rus imiş, adı da Schukowski. Bu genç beni saklandığım köşede buldu ve küçük bir odaya götürdü. Beni iyi tanıdığını, Madam Wagner’in, beni şimdi kabul edecek vaziyette olmamasından dolayı son derece müteessir olduğunu söyledi. Bir gün daha Palermo’da kalıp kalmayacağımı sordu, çünkü Wagner, Parsifal’in son notalarını yazıyormuş; hastalık derecesinde asabi imiş; hiçbir şey yemiyormuş v.s. Ben de kendisine beni mazur görmelerini, yalnız biricik arzum varsa, onun da buradan derhal gitmek olduğunu Madam Wagner’e söylemesini rica ettim. Uzun müddet bu gençle beraber kaldım. Ona ziyaretimin sebebini anlattım. Bu gencin gülümsemesinden üzerime aldığım için hüsnü suretle neticelenemeyecek bir iş olduğunu anlamakta gecikmedim. Sonra bu genç bana şöyle bir itirafta bulundu: Kendisi de ressammış, o da üstadın portresini yapmak istiyormuş ve iki senedir üstat nereye gittiyse o da bu arzusunu tatmin için üstadın hep peşinden koşmuş durmuş. Fakat her şeye rağmen bu genç, beklememin doğru olacağını söyledi, ve şöyle dedi: “Bana gösterdiği müsaadeyi size de pekâlâ gösterebilir; sonra Wagner’i görmeden buradan gitmeniz de doğru olamaz”. Bu Rus, çok sevimli bir genç, hattâ beni teselli etmeye de muvaffak oldu; ve ertesi gün saat ikide tekrar buluşmak üzere sözleştik.
“Ertesi gün ona telgrafhanede rast geldim. Wagner’in dün 13 Kânunusanide [Ocak] operasını bitirdiğini söyledi, çok yorgun olduğu için saat 5’te oraya gitmem icap ediyormuş; çekingen davranmamak için kendisi de o saatte orada olacakmış. Bu teklifi heyecanla kabul ettim ve oradan ayrıldım. Saat daha 5’i vururken ben orada idim ve yine benim o mahut hizmetçiyle karşılaştım; bu sefer hizmetçi yerlere kadar eğilerek beni selamladı ve kendisini takip etmemi söyledi. Beni evvela küçük bir limonluğa aldı; sonra buraya bağlı olan küçük bir salona götürdü; beni kocaman bir koltuğa oturttu ve bana güler yüz göstererek, biraz daha beklememi rica etti. Şimdi odada Matmazel Wagner ile küçük Wagner olması icap eden ufak yapıda bir genç gördüm; fakat Rus ortada yok. Matmazel Wagner, annesinin otelde olmadığını, fakat babasının derhal geleceğini söyledi ve hemen uzaklaştı.
“Biraz sonra kalın halılar içinde boğulan bir ayak sesi işittim. Üstadın tam kendisi; arkasına geniş, kollarının içi siyah atlas kaplı bir ceket giymiş; çok güzel, çok sevimli bir zat; bana elini uzattı, tekrar yerime oturmamı rica etti. Bunun arkasından, içinde sık sık “Hi!” “Oh!” gibi nidalar da geçen, tasavvur edilmeyecek kadar mânâsız bir muhaveredir [konuşma] başladı. “Je suis bien content” [Çok memnunum] (arkasından) Ah! Oh! gibi gırtlaktan gelen nidalar. “Paris’ten mi geliyorsunuz? “Hayır, Napoli’den geliyorum”. Sonra ben tavsiye mektubunun kaybolduğunu anlattım. İşte buna adamakıllı güldü. Velhasıl her şeyden konuştuk. Hele ben konuşurken “biz” tabirini kullandıkça, arkasından “aziz üstat” “tabii aziz üstadım” demeyi de unutmuyorum.
“Sonra bir aralık gitmek üzere ayağa kalktım. Beni ellerimden tuttu, tekrar kanepeye oturttu. “Attendez encore en peu, ma femme va venir et ce bon Lacoux, comment va-t-il?” [Biraz daha bekleyin, kakrım birazdan gelecek, ya şu bizim Laxouz ne âlemde?] dedi. Ben de ona Lascoux’yu hiç görmediğimi, çoktan beri İtalya’da olduğumu söyledim; benim burada olduğumu bilmediğine hayret etti. “Ah!” “Oh!” her halde onu ziyaret etmeyi unutmazsınız” dedi. Arkasından tekrar “Ah! Ah!” diye hançereden gelen Alman nidaları işitildi durdu. Tannhäuser hakkında konuştuk; yalnız bu operadan bahsetmek, en aşağı üç çeyrek saat sürdü ve bu esnada acaba Rus genci gelmeyecek mi? diye hep etrafa bakındım durdum. Nihayet Rus, Madam Wagner’le beraber geldi; Madam Wagner, Mösyö Breyer’i iyi tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de gözlerimi havaya dikerek, “Mösyö Breyer mi? Hayır, hakikaten muhterem madam, bu isimde hiç kimseyi tanımıyorum, yoksa bu zat bir müzisyen mi?” dedim. Buna karşı Madam Wagner: “Fakat size bu mektubu o vermedi mi?” demesin mi? Ben de hemen: “Brayé mi, ha evet onu iyi tanırım, affedersiniz, biz bu ismi başka türlü telaffuz ederiz de, onun için anlayamadım” dedim. Ancak böyle bir bahane ile bu işi savuşturabildim. Fakat evvelce Lascoux’dan bahsedilirken yaptığım hatayı bu sefer düzelttim. Lascoux’yu tanıdığımı, Madam Wagner’e ispat etmek için, onun sesini taklit ederek konuştum. Sonra Madam Wagner, Paris’e döndüğüm vakit bütün dostlarıma bilhassa Lascoux’ya selamlarını söylememi rica etti; hattâ veda ederken de bana aynı sözleri tekrarladı. Müzik Empresyonistleri üzerinde konuştuk. Kim bilir ne saçma şeyler söyledim! Öyle bir an geldi ki, az kalsın sıcaktan patlayacaktım. Bir aralık büsbütün sersemledim; horoz gibi kızardım. Kısaca anladım ki, sözde mahcup yaradılışlı olan ben, gevezelikte bir hayli ileri gitmişim. Her şeye rağmen onu neşelendirdiğimi iyi biliyorum ama ne ile neşelendirdiğimi şimdi pek hatırlayamıyorum.
“Kısaca, her budalalığı ağzımdan çıkaracak kadar bol vaktim vardı. Sonra üstat birdenbire (ressam) Schukowski’ye şöyle dedi: “Öğleye doğru kendimi iyi hissedersem, kahvaltı zamanına kadar resim yapmanız için önünüzde dururum. Biliyorsunuz ya, beni mazur göreceksiniz, elimden gelen her şeyi yapacağım, fakat çok uzun sürmezse bu işte benim kabahatim yok. Mösyö Renoir, Mösyo Schukowski’ye sorun bakalım, o çalışırken sizin de bir tarafta portremi yapmanıza müsaade ediyor mu? Yalnız şurasını evvelden söyleyeyim ki, Mösyö Schukowski’nin bu işte rahatsız edilmemesi lazım”. Schukowski de şöyle dedi: “Ama neden olmasın! Aziz üstat, ben de zaten sizden bunu rica edecektim”. Nihayet ressamın suali bana teveccüh etti: “Nasıl, böyle yapmak ister misiniz?” Ben de şöyle dedim: “Cepheden mi olsun?” Ressam buna şu cevabı verdi: “En iyisi şöyle olacak, ben size arkamı döner dururum, zaten benim kompozisyonum tamamen bitti”. Sonra Wagner ona şöyle dedi: “Demek siz Fransa’ya arkanızı dönmek suretiyle benim resmimi yapacaksınız ve Mösyö Renoir da benim resmimi yandan yapacak, öyle mi? Ah! Ah! Ah!”.
“Ertesi gün de öğle vakti orada idim. Artık alt tarafını biliyorsunuz. Çok neşeli idi. Ben de aksine çok sinirli idim ve ressam Ingres olmadığıma çok esef ettim. Kısaca öyle zannediyorum ki, vaktimi iyi kullandım: Tam otuz beş dakika, çok değil, fakat keşke daha evvel işimi bitirse idim iyi olacaktı, çünkü modelim gitgide neşesini kaybetti ve yoruldu. Fakat ben üstattaki bu değişmeyi portrede oldukça göstermeye muvaffak oldum. Zaten siz de göreceksiniz ya.
“Nihayet Wagner, resmi görmek istedi. Görünce şöyle dedi: “Ah! Ah! Tabii, bir Protestan papazına benzemişim”. Sahiden öyle idi. Kısaca, bu işte büsbütün fiyasko vermediğime kendim de memnundum. İşte size bu harikulade baş hakkında küçük bir hâtıra.
Dostça selamlar
Renoir”
Sayın dinleyenlerim, Renoir gibi hassas bir ressamın bu mektupta söylediği şeyler, diğer taraftan o sıralarda hayatı sonuna yaklaşmış olan Wagner’e Parsifal kompozisyonunun verdiği ıstırap, herhangi bir sanat büyüğünün “yaratmada sabrı”nı, “ünsiyette [ahbaplıkta] sabrı”nı sizlere tamamen izah etmektedir. İnsanlığa eser verme uğrunda harekete geçen, çok kere ince bir mizaha da dayanan bu neviden sabırlar, her insan sabrına benzemezler; bu türlü “sabırlar” şaheserler yaratan sanatkâr sabırlarıdır.