Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
4.III.1945, Pazar
Saat: 10-11

ROSSİNİ
SANATKÂR VE İNSAN OLARAK

Cevad Memduh Altar

            Sayın dinleyenlerim,

            1814 yılı, Avrupa’yı altüst eden Napoleon muharebelerinin henüz sona erdiği bir yıldı. Diktatörün elinden yakalarını güç belâ kurtarmış olan irili ufaklı bazı devletler, korkunç savaşların açtığı gedikleri bir an önce örtebilmek için esaslı tedbirlere başvuruyorlardı; sosyal kalkınma çareleri arıyorlardı; bu arada ilim, sanat mevzularına da imkân nispetinde yer veriliyordu. Nitekim büyük terbiyeci Pestalozzi’nin kurduğu esaslara uymak suretiyle Orta Avrupa’da başlayan ilkokul reformu, az zamanda garbin [Batının] birçok memleketlerine sirayet etti [bulaştı]; hele 1914 Viyana Kongresi’nden sonra, insanlığın fikir hürriyetine yıllardır musallat edilmiş olan ezici bir sansürün tehlikeli takiplerine rağmen, kültür dünyası çoktandır özlenen reforma adım adım yaklaşmaya muvaffak oldu. Hattâ günün birinde sanatı elinden sımsıkı tutmuş olan Romantizm, sanat adamlarına Klasik sanatı de aratmamış, ona daha hür, daha şumûllü [kapsamlı] bir yaratma imkânı vermişti.

            Diğer taraftan müzik sanatında, hattâ ilk önce Beethoven yaratmalarında kendini hissettirmiş olan Romantik hamleler, o zaman Orta Avrupa sanatının kâbesi demek olan Viyana’dan başka diğer sanat şehirlerinin de meydana gelmesine önayak olmuştu; Böylece Viyana, Dresden, Leipzig gibi şehirlerde, Weber, Schubert, Schumann, Mendelssohn gibi üstatlar, Orta Avrupa müziğini diğer mekteplerden [ekollerden] her bakımdan ayırt edilebilecek bir vasıfta şekillendirmeye koyuldular; evvelce Viyana Klasikleri arasında başlanmış olan bütün bu işleri tam bir başarı ile neticelendirme imkânını da elde ettiler.

            İşte bu sıralarda, Mozart’la beraber en az yarım asırdan beri Orta Avrupa müziğini artık tesiri altına alamamakta olan İtalyan müziği, 19. asrın ilk yarısında bir nevi Klasisizme kavuşuyordu; eski İtalyan operalarının uzun zamandır unutulmuş olan güzel, tatlı nağmeleri, hançere maharetine dayanan koleratur aryaları, bu Klasisizm içinde gene ön planda yer alıyordu. Herkes bu Klasik hava içinde belirmekte olan bu “yeniden doğuş”a hayret ediyordu; fakat birdenbire başlayan bu “doğuş” ve “oluş” içinde, 19. asır dünyasının sanatseverleri, yalnız bir üstadı başta taşıyorlardı ki, o da genç İtalyan bestekârı Gioacchino Rossini idi.

            Bütün yaratmalarında muasırlarından [çağdaşlararının] çoğunun çektiği sıkıntıları, üzüntüleri çekmemiş olan Rossini, tıpkı Mozart gibi eserlerini pek kolay meydana getirdiği için, kendisine “İtalyanların Mozart’ı” adı verilmişti. Fakat devrinin sanat dostlarını, çoktandır unutulmuş olan güzel nağmelere, yani “bel canto”ya tekrar yaklaştıran Rossini, 1814’te Fidelio operasının üçüncü ve son tashihinden sonra büyük bir sevgi kazanmış olan Beethoven’i bile az zamanda geniş bir dinleyici kitlesinden uzaklaştırmaya muvaffak olmuş, fakat bütün eserlerinde, her zaman olduğu gibi, İtalyan kalmıştı. Bu maharetli sanatkârın yalnız dış dünyaya bakabilen gözleri, bütün o ince, tesirli melodilerle, yalnız elle tutulur hakikatleri görebilmiş, böylelikle sanatkâr, hele Beethoven gibi bir dâhiyi yıllarca titretmiş olan kâinat, insan, uluhiyet [Tanrısallık] gibi, halli güç meselelere ister istemez yaklaşamamıştı. Hayatı boyunca hiç üzüntü çekmeden yaratan, en ufak bir engel önünde en küçük mücadele vehmine kapılmadan hayat istikametini derhal değiştirebilen Rossini, pek kolay elde ettiği o büyük servetin vakit vakit verdiği buhranla, sanatını bile ihmal etmiş, en son eseri olan Wilhelm Tell operasını yazdıktan sonra, hayatının geri kalan 39 yılını, Paris’te her türlü müzik meşgalesinden uzak bir salon hayatı içinde geçirmişti.

                                    (Müzik)

            Wilhelm Tell operasından sonra kendi görüş ve anlayışı içinde rakipsiz kalmış olan Rossini’nin en büyük meziyeti, kolay dost kazanması, insan kalbine hiç güçlük çekmeden yerleşebilmesi idi.

            Küçük Rossini, ilk önce Bologna’da devrin büyük üstadı Padre Martini’ye talebe oluyor; ilk önce orada, Haydn’ın ve Mozart’ın müziği ile karşılaşıyor; Mozart’a hayranlık duyuyor, Beethoven’den daha büyük bir sanatkâr tanımadığını itiraf ediyor; 14 yaşında da Bologna Müzik Akademisi’ne teganni [şan] hocası tayin ediliyor. Daha gençlik çağlarına girerken birbirini kovalayan gönül hadiseleri, artık durma dinleme bilmeyen genç ve yakışıklı sanatkârın yakasını bir türlü bırakmıyor. Nitekim kendisini yakından tanıyan, 1824 yılında sanatkârın hal tercümesini [biyografisini] neşretmiş olan meşhur Fransız edibi [yazarı] Stendahl, yazılarından birinde, “sabahtan akşama kadar sanatkârın kapısından, prenseslerin, muganniyelerin [şarkıcıların], velhasıl bir sürü genç ve güzel kadının eksik olmadığını” söylemektedir. Hattâ gene Stendahl’e göre, “bütün bu ziyaretçilerden bazıları kazara sanatkârın evinin içinde karşılaşsalar, Rossini birdenbire ortadan sıvışıverirmiş ve çok kere sevgililer kozlarını karşı karşıya paylaşmak zorunda kalırlarmış”.

            İşte genç sanatkâr Bologna’da bu derece romantik bir hava içinde yetişirken, günün birinde Isabella Colbran adlı bir İspanyol muganniyesi [şarkıcısı] aynı şehirde konser veriyor; Rossini’den yedi yaş büyük olan bu esmer benizli, kibar tavırlı genç kız, sanatkârı mütemadiyen kendisi için eser yazmaya teşvik ediyor. İşte bu hal, Rossini’nin opera kompozitörü olarak yetişmesini mucip [neden] oluyor. Artık Rossini, bu güzel kızın, bu güzel sesin hatırı için opera yazmaya koyulmuş bir haldedir. Nihayet Venedik’in küçücük bir salonu olan Giustiniani Tiyatrosu’nda sanatkârın “Farsa” adlı ilk eseri oynanıyor. Rossini o günden itibaren arka arkaya opera yazmaktadır. Hattâ 18 yıl içinde sanatkâr 40’tan fazla opera bestelemiştir. Fakat her şeye rağmen, bu kadar çok opera yazmak bile bu yolda umulmaz bir başarı gösteren sanatkâr için hiçbir şey değildir. Hele 20’li yaşlarını arkada bırakmış olan Rossini’ye o derece seri bir yaratma ruhu hakim olmuştur ki, sanatkâr herhangi bir müzik eserini, kopya eden bir kimseden daha çabuk bir süratle kompoze etmektedir; yahut herhangi bir eseri okuyan bir kimseden daha büyük bir süratle eser yazmaktadır. Rossini bazen de günlerce yatağından dışarı çıkmamaktan zevk duyar. Hele tiyatro müdürleri, eser yaratabilmesi için bazen onu zorla bir yere hapsederler, opera besteletirler. Bu anlarında bile Rossini, malûm olan neşesinden hiçbir şey kaybetmez.

            Sanatkâr, istediği zaman, hattâ gece yarısı derin uykusundan uyandırıldığı anda, büyük bir insan kitlesi içinde, yahut gürültü patırtı esnasında, velhasıl her dilediği anda, sanki hiçbir şey yokmuş gibi eser yazabilir. Hattâ Rossini günün birinde yatağının içinde bir düet yazmakla meşguldür, kâğıt elinden birdenbire yere düşer, hemen her işinde kendini yormaktan kaçan sanatkâr, düşen kâğıdı yerden almaktansa eseri yeniden yazmayı daha kolay bulur; ilk başladığı düet yerde yatadursun, yeniden ve büsbütün başka bir düet besteleyiverir. Bundan maada [başka], düşünmek herhangi bir şeyi hatırlamaya çalışmak da Rossini için oldukça mühim bir iştir. Maamafih sanatkârın bütün bu tembelliğini unutturacak biricik meziyeti, hiç sıkıntı çekmeden süratle eser yazabilmesidir. Hattâ kendisi de şöyle der: “Eğer eser yazmak bana en ufak bir zahmet verseydi, bestekârlıktan vazgeçerdim”.

            İlk eserlerinin az sevilmesine karşılık, sanatkârın 1813’ten sonra yazdığı eserler yalnız İtalyanları değil, İtalya dışındaki sanat ülkelerini de yakından ilgilendirmişti. Nitekim şimendifer [tren], telgraf, radyo gibi vasıtaların henüz bulunmadığı bir devirde, Rossini’yi garbin [Batının] birçok sanat yerlerinde hemen hemen tanımamış hiç kimse kalmamış gibiydi. Napoli’deki operaların sahipleri, genç sanatkârı kendi tiyatrolarına bağlamak için birbirleriyle mütemadiyen [sürekli olarak] çarpışırlardı; hattâ bu rakiplerin arasında atına veya arabasına en önce atlayan, soluğu Bologna’da Rossini’nin kapısı önünde alırdı. Nihayet bunların arasından, vaktiyle lokanta garsonluğu yapmış, hayatta daha birçok işler gördükten sonra cambazhane menajerliğine kadar terfi etmiş, böylelikle büyük bir servet de elde etmiş olan Domenico Barbaria adlı açıkgöz, işini bilir bir tiyatro sahibi, Rossini’yi günün birinde diğer tiyatro müdürlerinin elinden kapıyor ve senede 12 bin franklık bir ücret üzerinden tam sekiz yıllık bir kontratı Rossini ile imzalıyor. Bu mukaveleye göre Rossini, ayrıca oyun hasılatından da yüzde hissesini alacaktır. Fakat bu menfaatlere karşılık olarak, senede yalnız üç opera meydana getirecektir. O sıralarda tam 19 yaşında olan Rossini böyle bir mukavele ile Napoli’ye geliyor; çalıştığı tiyatroda devrin tanınmış İtalyan ve İspanyol opera artistleriyle karşılaşıyor; bunların arasında vaktiyle 14 yaşındaki Rossini’yi opera bestekârlığına tahrik etmiş olan ve güzel muganniye Isabella Colbran da bulunmaktadır. Colbran hakkında ortada birçok dedkodu dolaşmasına rağmen, Rossini en mühim partilerini artık tekrar bu genç muganniye için yazmaya başlamıştır. Fakat bir müddet sonra, dramatik muganniyelerin birçoğunda olduğu gibi, Colbran da sesini kaybediyor, hele genç kız herhangi bir sesi uzun müddet devam ettirerek teganni edemeyecek bir hale gelince, bu sefer o uzun sesi, eserin aslında olmayan birtakım pasajlarla, trillerle süslüyor, eseri ister istemez koleratur bir teganni parçası haline sokuyordu. Halbuki birçok teganni virtüozlarının yapamayacakları şekilde meydana gelen değişiklikler Rossini’yi kat’iyyen kızdırmıyor, bilakis sevindiriyordu. İşte bu tarihten itibaren genç sanatkâr, sırf güzel Colbran’ın hatırı için, eserlerindeki melodileri, muganniyenin hançeresine uyar bir tarzda süslemeye başladı; bu suretle İtalyan operasının çoktandır unutulmuş olan asıl ananesine dönülmüş oldu.

            Rossini ile Colbran tam beş sene Napoli’de beraber çalıştılar. Bu arada sanatkâr Roma’dan da bazı siparişler almıştı. Roma için ilk defa yazdığı eser, sanatkâra büyük bir şöhret temin eden, aynı zamanda “buffa” üslûbundaki operanın bir şaheseri olan “Sevil Berberi” adlı opera idi. Bu güzel eserin 600 sayfalık partisyonunu Rossini tam 12 günde yazmıştı. 20 Şubat 1816’da Roma’daki Teatro Torre Argentina adlı tiyatroyu dolduran halk, bu güzel eserin müziğini çok âlimane buldu; herkes Rossini’ye “il tedesco” yani “Alman” diye haykırmaya başlamıştı. Nitekim birinci perdenin halk tarafından derin bir alâkasızlıkla karşılanması üzerine, Rossini hiç üzülmeden yarı yerde tiyatroyu terk etti; evine döndü; uykuya yattı. Böyle şeylere ehemmiyet vermeyen Rossini için hele bu hadisenin hiç mânâsı yoktu. Çünkü bu eser ancak üçüncü defa temsil edildikten sonra halkı tatmin etmeye başlamıştı; bu sefer de halk bilet bulmak için tiyatroya hücum ediyordu; herkes birbirini paralıyordu; dünyanın hiçbir operası Sevil Berberi’nin elde ettiği zafere ulaşamadı. Eser aynı sene içinde Floransa, Torino, Cenevre, Venedik, Milano, Barcelona, Mantua’da oynandı. Aradan iki sene geçmeden, Sevil Berberi operası Viyana, Paris, Lizbon, Brüksel, Londra, New York gibi şehirlerde de sürekli alkışlarla seyredildi.

            Sevil Berberi operası yazıldıktan sonra seneler geçiyor, sanatkâr 30 yaşına geliyor; vaktiyle eserlerini heyecanla okumuş olan güzel muganniye Colbran’la evlenmeye karar veriyor. Vakıa [Gerçi] Colbran bu arada sesini tamamen kaybetmiştir, fakat buna karşılık mühim bir servet elde etmiştir. Artık Colbran’ın Bologna’da muhteşem bir villası da vardır. Hattâ herkes Rossini’nin Colbran’la evlenme arzusunu sırf bu servete atfedip durmaktadır. Nihayet 16 Mart 1822’de Rossini ile Colbran evlenirler. Ve ertesi gün geniş bir tiyatro grubuyla birlikte Viyana’ya hareket ederler. Rossini Viyana’da tam üç ay kalır. Bu şehre bir daha da dönmez; fakat Viyana’da geçen bu üç aylık opera sezonu, onu milletlerarası bir sanat şahsiyeti yapmaya kâfi gelmiştir.

            Viyana’dan sonra Rossini ailesi Londra’ya gider; sanatkâr yalnız bu son yedi ay içinde 175 bin frank kazanmıştır. Rossini bir müddet sonra Londra’da Baron Rotschild ile de tanışır. Devrin bu zengin adamı az zamanda Rossini’nin yakın dostu olmak fırsatını da elde etmiştir. Hattâ bu zat, malî hususlarda Rossini’ye müşavirlik bile etmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren artık Rossini sanatıyla meşgul olmaktan ziyade, borsa spekülasyonlarıyla baş başadır; servetini mütemadiyen arttırmaktadır. Bir aralık sanatkâr Londra’da İngiltere Kralına takdim edilmiştir; İngiliz yüksek sosyetesi ona meftundur [hayrandır]. Rossini menkıbeleri, Rossini hikâyeleri, Rossini’den işitilmiş nükteler, en yüksek aileler arasında hayranlıkla ağızdan ağza dolaşıp durmaktadır. Bir müddet sonra Rossini’ler Londra’dan da ayrılarak Paris’e gelirler; Madam Rossini Colbran artık sesini büsbütün kaybetmiştir; Rossini’yse şöhretinin en son merhalesine varmıştır. Sanatkâr, Paris’te İtalyan Tiyatrosu direktörlüğüne tayin edilir; bir müddet sonra da senede 20 bin frank gibi bir ücretle müfettiş ve baş entendan olur.

            Rossini 1829 senesinde 37 yaşında iken Wilhelm Tell operasını yazdıktan sonra artık kalemi büsbütün elinden bırakmıştır. Hattâ bu operayı yazdığı zamandan ölümüne kadar geçen 39 yıl içinde Rossini bir tek opera bile yazmamıştır. Bu kabına sığamayan sanatkârın hayatının ikinci yarısı tam bir randımansızlık içinde geçmiştir. Diğer taraftan Rossini’nin fikir alanındaki intiharına sebep olan şey de bugüne kadar keşfedilmiş değildir.

            Hayatının son yarısında Rossini’yi en ziyade borsa oyunları işgal edip durur. Sanatkâr her gün borsaya gider; alır, satar, elinden büyük paralar geçip gider. İşte tam bu sıralarda Rossini’nin hastalanmak üzere olduğu görülmüştür; sanatkâr artık dehşetli bir sinir buhranına tutulmuştur. Bu hal Rossini’nin aile hayatını da mutazarrır eder [bozar]; aile içinde derhal geçimsizliğin tipik krizleri baş gösterir. Tuhaftır ki, bestekâr Rossini, en ziyade karısı Colbran yüzünden sinir buhranları geçirmektedir. Nitekim sanatkâr Colbran’ı Bologna’daki villasına gönderir; kendisi Paris’te kalır ve bir sürü doktor tarafından konsültasyona tabi tutulur. Bu hal onun asabını büsbütün yorar; bir müddet sonra sanatkâr banyo seyahatlerine çıkar; işte bu seyahatle beraber Rossini yeni vakalara, yeni hadiselere hazırlanmıştır. Nitekim sanatkâr 1832 yılında Aix-les-Bains banyolarında Olympie Pelissier adlı, avantür [macera] peşinde koşan bir kadınla tanışır. Uzun maceralardan kopup gelen bu kadın da Rossini’ye alâka gösterir. Madam Pelissier aynı zamanda sanatkârın hastabakıcılığını da üzerine almıştır. Aradan bir müddet daha geçer. Uzun mektuplaşmalardan sonra karısı Isabella Colbran, Rossini’den ayrılmaya muvafakat eder [kabul eder]; her ikisi de 1837’de mahkeme kararıyla ayrılırlar; babasından müthiş bir hasislik tevarüs etmiş olan Rossini ise, artık bir hayli çökmüş olan zavallı Colbran’a yalnız Bologna’daki villasını bağışlar; ayrıca ayda 150 seküdilik bir nafaka vermeye razı olur.

            Aradan 13 yıl da bu suretle geçer 1845 yılının Ağustos ayında Rossini, eski hayat arkadaşı Colbran’ın ağır hasta olduğunu ve kendisiyle mutlaka görüşmek istediğini haber alır. Sanatkâr, Colbran’ı derhal ziyaret eder, aralarındaki eski arkadaşlık hisleri bir kere daha canlanır; ne çare ki Isabella 7 İkinciteşrin [Kasım] 1845’te sevgili Rossini’sinin adını bir an bile ağzından eksik etmeden hayata gözlerini kapar gider; 8 ay sonra da Rossini Madam Pelissier ile evlenir. O aralık sanatkâr 54 yaşındadır; Madam Pelissier ise 47 yaşındadır. Rossini Bologna’daki villaya bir daha ayak basmaz; beş sene sonra da villa satılır ve 1856 yılından itibaren sanatkâr büsbütün Paris’e yerleşir; artık Bologna ile Floransa’da üç muhteşem sarayı, Paris civarında Passy’de çok şirin bir villası olan Rossini, Paris’te Chaussée d’Antin ile Boulevard des Italiens’in çok gürültü olan köşesinde kiraladığı bir evde oturmaktadır. Bu lüks evin müzik salonunda Mozart’ın büyük bir büstü bulunmaktadır. Hayatının hemen bütün gününü yatak odasında geçiren sanatkâr, bütün ziyaretleri, hattâ nazırların, hükümdarların ziyaretlerini bile gene aynı yatak odasında kabul etmektedir. Bu aralık Rossini ender olarak sokağa çıkar; akşamları ise hep evindedir; hele tiyatroya hiç gitmeyen sanatkâr, yalnız Cumartesi günleri evinin müzik salonunda dostlarını kabul etmektedir. Artık tam bir asilzade hayatı sürmekte olan Rossini’nin, gene aynı salonda verilen meşhur suareleri, daima bir konserle başlarmış; zengin bir supe ile sona erermiş. Hattâ misafirlerine karşı çok nazik, çok mükrim  davranan sanatkârın bu meşhur salonundan, Paris’te bulunan birçok yabancı ve yerli tanınmış şahsiyetler de gelip geçmiş.

            Orta halli bir ailenin çocuğu iken talihin yardımıyla günün birinde muazzam bir servete sahip olan Rossini, sırf Sevil Berberi operasının getirdiği şöhret ve kazançla iktifa etmiş [yetinmiş], hayatının Paris’te geçen son 40 senesini yalnız borsa oyunuyla, suare vermekle, program çizmekle, mönü tertip etmekle, servetinin akıbetini tayin edecek olan vasiyetnameleri yazıp çizmekle vakit geçirmiştir. Devrinin diğer sanat büyükleri onun müziğindeki vuzuha, cana yakınlığa hayran olmuşlardır.

            Uzun zaman sıhhati bozuk olan Rossini, ancak hayatına gösterdiği büyük ihtimamla 76 yıl yaşayabildi. Hurafeye çok inanan sanatkâr, Cuma günlerini uğursuz sayardı, 13 rakamından da pek hoşlanmazdı. Ne tuhaftır ki, Rossini 1868 senesi İkinciteşrin [Kasım]  ayının 13’üncü Cuma günü vefat etti. Sanatkâr, birçok gayrimenkul irat ile paha biçilmeyecek kıymette sanat eşyasından maada, nakit olarak da 2,5 milyon franklık bir servet bırakmıştı. Çocuğu olmayan Rossini, akrabasından birçok kimseleri varisi olarak göstermiş, kıymetli sanat eşyaları ile bankadaki parasının faizini, ikinci eşi Madam Pelissier’ye terk etmişti. Sanatkârın vefatından 10 sene sonra da Pelissier öldü. İtalyan hükümeti Rossini’nin kemiklerini Paris’teki Père Lachaise kabristanından İtalya’ya getirterek Floransa’daki Panteon’da Michelange, Macchiavelli ve Alfieri’nin mezarları yanında yaptırılan büyük bir abidenin içine koydu. Böylece 19. asır İtalyan Klasisizminin ilk ve son üstadı olan Rossini, sanatla servet arasında geçen 76 yıllık hareketli bir ömrü arkada bırakarak, muasırlarının çoğuna nasip olmayan bir yerde sonsuz istirahate çekildi.