(Cevad Memduh Altar’ın, 1984 Haziranında İstanbul Radyosunda kendisiyle yapılan mülâkat için aldığı notlar.)
İnsanoğlunun temel güvencesi, akıl ile ruhun gerçek sevgiye yaklaşabilme yolundaki sürekli çabasını kesintisiz sürdürebilmesidir. Ve insanoğluna bu çabasında da her şeyden önce gene akıl önderlik etmektedir. Onun içindir ki insanı iyiye, doğruya, güzele ve gerçek sevgiye götüren istek de gene bu tür bir gelişim çabasından beslenmektedir.
Gerçek sevginin, maddesel yarardan arınmış, karşılık beklemeyen bir ilgi ve duygu olduğunun dikkatle incelenmesi, kıvanç verici sonuçların elde edilmesine yol açmaktadır. Acaba karşılık beklemeyen sevgi, yani maddesel yarar gözetmeyen ilgi üzerinde ısrarla durulmasını gerektiren nedenler, ne tür bir ahlaki dengeden güç almaktadır? Başka tür sevgiler var da onun için mi “karşılık beklemeyen sevgi!” diye nitelenen apayrı bir ruhsal yüceliş üstünde yorum yapmak zorunluluğu ortaya çıkıyor? İşte özellikle bu soruyu “Evet!” diye cevaplamak yerinde olur, çünkü büyük bir bilim adamı olduğu şüphe götürmeyen Freud’un, insanı daha çok cinsel-güdü’den gelen psikolojik zorunluluklara bağlı bir yaratık olarak tanımlama çabasının reaksiyonu da büyük oluyor; ve bu boşluğu da gene büyük bir ruh bilgini olan Carl G. Jung’un karşıt yorumu doldurabiliyor.
İnsanlık, erdem ilkeleri olarak tanınan üst düzeydeki ruhsal davranışların, umudu, sevecenliği ve sevgiyi besleyen temel kaynaklar olduğunu, binlerce yıl önce tanımıştı ve karşılıksız sevgiye giden yolu, yani maddesel yarar beklemeyen sevginin yolunu, ancak o kaynaklardan beslenerek bulmuştu, çünkü sevginin olduğu yerde şefkatin de olacağı ve bütün bunlardan, insana insanca yönelmenin tek yolu olan karşılıksız sevginin doğacağı kesindi. İşte böylesine bir sevginin dayandığı akılsal ve ruhsal evrimin kesin yorumunu, çağımızın büyük psikiyatrı Carl Gustav Jung yaptı. Jung’un anlayışı, günümüzün insanında her zamandan çok baş gösteren ruhsal bunalımın nedenini şöylesine bir yoruma bağlar ve Jung şöyle der: “…insanlık, siyasal sebeplerden olduğu kadar, bilimin korkunç, hattâ şeytanca başarısından doğan gizli bir korku ve derin bir kuşku içindedir; ama buna karşı gene de bir çare bulunamamıştır ve bütün bu olayların, insan ruhunun çoktandır ihmal edilmiş olmasından ileri geldiğine de pek az insan inanmıştır…”. Jung’un ortaya koyduğu böylesine bir gerçek karşısında, sadece sevgi duygusunun insanoğlunun akılsal ve ruhsal evrimi açısından incelenmesi bile, bu anlayışa karşıt durumların içyüzünü olduğu gibi açıklamaya yeter. Onun içindir ki şimdi de yorumu büyük düşünürlere bırakalım: Eski İran’ın en büyük düşünürü Zerdüşt (Grek kaynaklarına göre M.Ö. 1100 yıllarında yaşamış olduğu sanılıyor), sevgi için bakın ne diyor: “…başkalarını sevebilmenin sevgisinden daha büyük sevgi, en uzaktakini ve gelecektekini sevebilmenin sevgisidir: ben sizlere en uzaktakini sevebilmenin sevgisini öneririm. Çocuklarınızı yetiştiren ülkeyi sevin: bu sevgi, sizdeki taze bir asaletin sevgisi olsun!...”.
Uzak Doğu’da Budizm’in kurucusu olan Buda (M.Ö. 550-480) da kendi yolunda olanlara iki ayrı sevgi türü öneriyor. Bunlardan birincisi Raga, ikincisi de Metta’dır. Raga, mala, mülke, dünya nimetlerine, paraya, hayatın öteki zevklerine sahip olabilmenin sevgisidir. Metta ise, yarar ve karşılık beklemeden başkalarını da sevebilmenin sevgisidir ki, Buda’nın tasavvuf anlayışına göre, tüm evreni saran bu sevgi, sadece insanoğlunun sevebilme gücünden, yani tüm kötülükten arınmış Saf-Sevgi gücünden beslenmektedir. Buda’ya göre, böylesine bir sevgiyi, kendilerini ancak maddeye, kine ve nefrete tutsak düşmekten kurtarabilmiş olanlar elde edebilirler.
Anadolu uygarlığının Milattan önceki ünlü düşünürleri ile Roma uygarlığının düşüncede ileri gelenleri, yazı ve öğretilerinde, insan sevgisine büyük önem vermişlerdir.
Bütün dinler, insan sevgisine yönelmeyi üstün tutmuşlardır. Bu arada İslam dininin ana sevgisine verdiği önem, bir benzeri olmaması bakımından olağanüstü değer taşımaktadır. Nitekim Kureyş kabilesinde, kız çocuklarının kolayca yok edilmelerinin korkunç bir gelenek halini almış olduğu o kapkara cehalet devrinde, mutsuz anayı layık olduğu konuma gerektiği gibi oturtmak için, o zamana kadar hiçbir yerde işitilmemiş olan şöylesine bir telkin, Kur’an’da -cennet vaadi ile- yer almış bulunmaktadır: “Cennet, anaların ayağı altındadır!”. Bir seferinde Peygamber’e, “Sevgiye en fazla layık olan kimdir?” diye sormuşlar ve “Annedir!” cevabını almışlar. Ne var ki sorunun üç kez tekrarını da hep “Annedir!” diye cevaplayan Muhammed, sorunun dördüncü kez tekrarını ise “Babadır!” diye cevaplamış. İslam tasavvufunun büyük önderleri Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (1207-1273) ve büyük halk mutasavvıfı Yunus Emre’nin (1240-1321) insan sevgisine yönelik düşünceleri, eşsiz örneklerle dolup taşmaktadır; Mevlana, insanı kendi öğretisine özgü sevgi mabedine “Gel!, ne olursan ol gel!” diye çağırmış, büyük bir hoşgörünün müjdecisi olmuştur.
Sevginin 18. Yüzyıldan bu yana bazı felsefelere yansıyış şekline gelince: Akılcı filozof Immanuel Kant (1724-1804), gerçek sevgiyi, aktif bir iyilik anlayışının özü olarak nitelemiştir. Karamsar bir filozof olan Arthur Schopenhauer (1788-1860) ise, gerçek sevgiyi, insanlığın ortak acısı olarak nitelemiş ve böylesine bir sevgiyi geliştirme yolunda harcanacak çabayı, eski Grekçeden alınmış “agape” sözcüğüyle yorumlamıştır. Bu sözcük, sevgi sofrasına oturup dertleşebilmenin mutluluğuna erenlerin “sevgi ziyafeti” anlamına gelmektedir.
Şimdi de gelelim vatan ve millet sevgisinin en eşsizine: 30 Ekim 1918’de imzalanan ve yurdumuzun 1919 yılında yer yer parçalanarak işgal edilmesi felaketine başlangıç olan Mondoros Mütarekesinden beş ay önce, olayların Türkiye aleyhine süratle gelişmek üzere olduğu bir dönemde, Gazi Mustafa Kemal’in, o karanlık günlerin genç ve ateşli kalemlerinden Ruşen Eşref’e hediye ettiği bir resminin altına yazdığı uzunca bir cümle, Ata’nın daha o günlerde herkesten başka bir görüşe sahip olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Mustafa Kemal Paşa, zamanla bazı yerleri zedelendiği için kesinlikle okunamayan bu ithaf yazısında Ruşen Eşref’e şöyle diyor:
“19 Mayıs 1918 Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaratan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki sevgim değil, bu günün karanlıkları, ahlaksızlıkları içinde, sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmeye çalışan bir gençlik gördüğümden… Mustafa Kemal”
Atatürk’ün, bazı yerleri gereği gibi okunamamasına rağmen, o simsiyah günlerin elem veren olayları arasında bile, herkesinkinden farklı ve tam bir iyimserlikle yansıyan bu sözlerinden, evrensel kişiliğine egemen olan vatan ve millet sevgisinin büyüklüğünü anlamamaya imkân var mı?
Saf sevginin eseri olan bütün bu gerçekler karşısında, katı felsefeye, yani maddeci düşünüşe bazı sorular yöneltmemiz gerekeceği tabiidir: Kutsal değerleri koruma ve kurtarma yolunda kendi hayatlarını istekle feda etmekten çekinmeyen kahramanların, bilim kurbanlarının, böylesine davranışlarında da mı maddeye dönük çıkarlar arayacağız? Çocuğunu kurtarmak için kendini tereddütsüz suya, ateşe atan, çocuğunu kurtaran ama bu uğurda can veren ananın bu eşsiz davranışında da mı karşılık bekleyen sevgiyi arayacağız? Bütün bunlar, karşılık ve yarar beklemeyen öz sevginin göz yaşartan örnekleridir. Freud çapında bir bilim adamının, hayatı boyunca sürüp giden yalnızlığı, bilimsel bulgularını çekinmeden savunurken karşılaştığı ilgisizliğe, hattâ hakarete sabırla katlanması, onun bilime karşı ruhunda titizlikle saklamış olduğu “yarar beklemeyen karşılıksız sevgi”si değil de nedir?