
Ankara Radyosu
22.7.1945
Saat: 10.00
Suat Taşer okuyacak.
(1825-1899)
Cevad Memduh Altar
1876 yılı Temmuzunun dördüncü günü, Amerika Birleşik Devletleri’nden 13’ünün 100. doğum yılıydı. Yeni Dünya’nın bu işle alâkalı şehirlerinde tatbik edilecek tören için hazırlanan programlar, doğru yanlış birçok havadislerin, hattâ mevsimsiz dedikoduların kulaktan kulağa dolaşmasını mucip oluyordu. Fakat bütün bu gürültü patırtı arasında hemen herkes, yalnız bir şeyin iyice öğrenilmesi hususunda tam bir anlaşmaya varmışlardı; o da, Boston gibi bir şehirde tatbik edilecek programın hangi sürprizleri ihtiva edeceği meselesiydi. Onun içindir ki, civardaki irili ufaklı şehirlerden, genç, ihtiyar, zengin, fakir birçok insan ister istemez Boston’a koşuyordu; Boston sokaklarını her cinsten, her renkten insan kitleleri doldurup boşaltıyordu.
İşte Boston limanına birbiri ardına akan bu insan selinin arasına, sevimli olduğu kadar da tecrübeli bir sanat adamı katılmıştı ki, Avrupa’da geçen 30 yıllık sanat muvaffakiyetinin hemen hiçbir safhasında karşılaşamadığı hadiselere doğru, cılız bir yaprak gibi sürüklenen bu kibar tavırlı bestekâr, Boston’a daha ilk ayak bastığı gün, evlerin damından temellerine kadar sarkan reklâm bayrakları üstünde kendi resmini gördüğü zaman, hayretten hayrete düştü. Çünkü Avrupa’da da onun sanatına samimi bir sevgi, candan bir alâka gösterilmişti; fakat reklâmın bu derecesine hazırlıklı olmayan bir Avrupalı için, Amerika’da ihtiyar edilen [katlanılan] külfetler, hakikaten akla sığacak külfetlerden değildi.
Cadde köşelerindeki büyük binaları baştan aşağı kaplamış olan bu reklâmlarda bir yandan sanatkâra itimat beslendiği ima ediliyordu, diğer yandan mevzu bir hayli karikatürize ediliyordu. Nitekim sarı zemin üzerine çizilen bu resimde, hükümdar kıyafetine sokularak dünya toparlağına bindirilmiş olan sanatkâr, bir yandan görülmeyen bir orkestrayı idare ederken, diğer yandan şef değneği olarak elinde bir hükümdar asâsı tutmakta idi. Boston şehrini daha ilk gördüğü gün kendini sanatının hükümdarı yerine koyan muazzam bir karikatüriyle de karşılaşan sanatkâr, Wagner müziğinin tam yarım asır yormuş olduğu Viyanalıları daldıkları uykudan uyandıran, onları tabiate, dünya nimetlerine çekmeye muvaffak olan meşhur Vals Kralı Johann Strauss’ın ta kendisi idi.
Esasen yalnız bu Strauss değil, bir vakitler aynı adı taşımış olan babası ihtiyar Johann Strauss da Viyana’da o zaman eşine tesadüf edilemeyen bir vals ananesi kurmaya muvaffak olmuştu. Hattâ o aralık ortalığı altüst eden bu hadiseyi, babasının bıraktığı yerden alıp, mensup olduğu ailenin şerefine yakışır bir surette işleyen, olgunlaştıran genç Strauss, mukaddes vazife bildiği bu işi yalnız layık olduğu mevkie yükseltmekle de kalmamış, aynı zamanda babasının adını, babasının sanatını, en az yarım asır daha temadi [devam] ettirmek suretiyle, sanat dünyasına sonu olmayan bir Strauss sevgisi, bir vals sevgisi, bir raks sevgisi aşılamaya da muvaffak olmuştu.
Şurası da muhakkaktır ki, genç Strauss, şunun bunun tavsiyesiyle yahut da eş dost gayretiyle ta Viyana’dan kalkıp Boston’a gelmemişti. Sanatkârı günün birinde Avrupa’dan Boston limanına sürükleyen kuvvet, hiç şüphe yok ki onu Avrupa’nın belli başlı diğer sanat merkezlerine de sürüklemişti. Nitekim Strauss’ın her yerde göstermeye muvaffak olduğu o yüksek başarıdan doğan sevgidir ki, Boston’a gelmeden birkaç yıl önce, sanatkârı Garbin [Batının] diğer başşehirlerine de çekti; her yolculuk onu sanatın dünya piyasasına biraz daha yaklaştırdı. Meselâ hariçle olan ilk teması, onu 1857 Paris Dünya Sergisi ile karşılaştırmıştı. İşte bu sergide Parislilerin kalbini birdenbire fethetmiş olan genç Johann’ın, bu tarihten sonra attığı her adım, onu hedefine tam bir inanla ulaştırdı. Şu kadar ki, Strauss’ın muhtelif sanat muhitlerinde kazandığı yüksek alâka, sanatkâra yalnız şöhret temin etmekle kalmıyordu, aynı zamanda bu alâka, Avusturyalı diplomatların, vatanlarına hesapsız enerji ile temin edemedikleri sevginin birkaç mislini tek bir konserle temin etmeye de kâfi geliyordu. Nitekim Strauss, ilk olarak III. Napoleon ile zarif eşi İmparatoriçe Eugenie’nin, sonra Victoria İngiltere’sinin, en sonra da Şimalî [Kuzey]Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avusturya’ya karşı duydukları sevgiyi, alâkayı, kendi sanatıyla da sağlamlaştırmaya muvaffak oldu.
İşte 1876 yılında, tam 51 yaşını idrak ettiği sıralarda, Birleşik Amerika Devletleri’nin istiklal törenini kutlama programında yer almış olan Johann Strauss’ın, aynı yılın Temmuz ayının dördüncü günü Boston’da idare edeceği konser, bizzat Strauss’ı da şaşırtmıştı, çünkü tören programına dahil olan konserlerin hemen hepsi, Boston’da tam 100,000 kişiyi istiap edebilecek [alabilecek] büyüklükte, tahtadan inşa edilmiş muazzam bir salonda yapılacaktı. Nitekim konser günü, dünyada eşi olmayan bu tahta salonun içinde, burun buruna, diz dize oturan 100,000 kişiyi bir arada gören Strauss, büsbütün şaşırdı; sanatkâr müddet-i ömründe [hayatı boyunca] bu kadar çok insanı, bu kadar çok kadını, erkeği, toplu olarak görmemişti. Nihayet konserin başlamasına birkaç dakika kalmıştı. Tam 6 muhafız, Strauss ile Strauss’ın kemanını taşımakta olan hizmetçisine, bu insan yığını arasından geçip şef yerine gidebilmek için yol açmaya çalışıyordu.
Diğer taraftan, o gün Boston’da ilk defa, bestekârının idaresi altında dinlenecek olan programın ilk eserini, muazzam orkestradan maada [başka], asgari 20.000 muganni [şarkıcı] de bir arada teganni edecekti [okuyacaktı]. Maamafih izdihamdan büsbütün ürken sanatkârın işini kolaylaştırmak için olacak ki, bu 20.000 muganninin idaresi, salonda muayyen yerlere dağıtılmış olan tam 200 adet koro şefinin yardımıyla temin edilecekti; yani bu 200 koro şefi, aynen Strauss’ı taklit etmek suretiyle, kendi mıntıkaları dahilinde bulunan müzisyenleri idare edeceklerdi; bu suretle 20.000 kişinin yalnız bir şefi görüp takip edebilmesi imkânsızlığı bertaraf edilmiş olacaktı. Demek ki ortada Strauss ile beraber ayrıca 100 şef daha mevcut olduğuna göre, 20.000’den fazla olan icracı sanatkârlardan takriben 200 kişilik beher gruba bir şef isabet ediyordu; müthiş bir şey! İşte Strauss gelmeden evvel bu yolda tertiplenmiş olan konseri, artık Strauss da düzeltecek, değiştirecek durumda değildi; vaziyete uymaktan başka çare kalmadığı anlaşılıyordu; nitekim de öyle oldu; herkesin merakla, tecessüsle beklediği bu Dev Konser’in ilk eseri, yani Johann Strauss’ın o meşhur “Güzel Mavi Tuna” adlı valsi, orkestra ile birlikte teganni eden 20.000 muganninin ağzından, akıllara hayret veren bir güzellikte işitildi.
(Güzel Mavi Tuna valsi)
Bundan 70 yıl önce Boston’da verilen bu tarihî konserin ilk eseri, vaktiyle Paris’i de altüst etmiş olan, Şimalî Amerika Devletleri’nin 100’üncü doğum yılı törenine katıldığında Yeni Dünya sakinlerinin kalplerine de yer etmiş olan o meşhur “Güzel Mavi Tuna” valsi, hiç şüphe yok ki dünyanın her milletine aynı neşeyi, aynı saadeti ilham eden bir eserdi. Viyana’da ilk olarak işitildiği günden, 1876 Boston törenine gelinceye kadar, milyonlarda insanı hep aynı intiba ile [izlenimle] sarsmış, neşelendirmiş olan bu güzel vals, esas itibariyle ne rüzgârın fısıltısını, ne dalgaların uğultusunu, ne de Tuna sahillerini çevreleyen küçük, zarif köyleri, kasabaları tasvire yeltenen bir tablo mahiyetindeydi. Fakat ne gariptir ki, bu güzel eserin daha ilk mezürlerinde bile insanı sürükleyen bir kuvvet vardı; hattâ dünyanın hiçbir köşesini, bu eşsiz eserden edindiğimiz intibalarda olduğu gibi, bünyesinin en küçük ihtizazlarına [titreşimlerine] varıncaya kadar, bir raks şekline sokmaya, yani raks eden bir senfoni haline koymaya imkân yoktu.
(Aşk, şarap, şarkı valsi)
Gelelim tekrar Boston törenine: Bizzat Strauss, dostlarından birine yazdığı bir mektupta, bu tören hakkındaki intibalarını şu cümlelerle anlatmaya çalışıyordu: “Ancak pek yakınımda olan insanları teşhis edebiliyordum, gerek ifade, gerek sanat eseri ibda edebilme bakımından lüzumlu bir anlaşmayı temine de imkân yoktu, o halde tam 100.000 Amerikalıdan mürekkep bir dinleyici kitlesi karşısındaki vaziyetimi bir düşünün! Kendim, en yüksekteki şef sehpasının önünde duruyordum –acaba bu işe nasıl başlanacak, bu iş nasıl sona erecek? diye düşünüyordum. Birdenbire müthiş bir top sesi işitildi; bu ses bize, yani 20.000 kişiye, konsere başlamamızı ihtar eden narin bir işaret mahiyetindeydi… Derken ben de işaret verdim, o anda 100 muavinim beni öyle bir süratle, o derece iyi bir şekilde taklit ettiler ki, (artık salonda) hayatımda unutmama imkân olmayan bir temaşadır başlamıştı. O esnada biricik düşüncem, aynı zamanda başlayabildiğimiz konseri gene aynı zamanda bitirip bitiremeyeceğimiz endişesiydi. Çok şükür bunda da muvaffak oldum. Bir insanın bu işi daha başka bir şekilde başarmasına da imkân yoktu. Nitekim tam 100.000 baştan ibaret olan dinleyici kitlesi, bu muvaffakiyeti takdir için bir ağızdan haykırmaya başlamıştı; nihayet kendimi açık havada ve ayaklarımın altındaki sağlam toprağın üstünde durur hissettiğim vakit, tekrar nefes alma imkânını elde edebildim… Ertesi gün, bu gibi konserleri veya temsilleri tertip eden emprezaryolardan mürekkep bir ordu ile karşılaşmayım mı? Tabii, halâsı [kurtuluşu] derhal sıvışmada buldum, çünkü bu adamlar, Amerika’nın bütün şehirleri için, bütün Kaliforniya için tertip etmek istedikleri turnelere sözde beni kandırmaya çalışıyorlardı…”.
Görülüyor ki, Boston konseri, sanatkâra temin ettiği şöhret kadar tatlı bir üzüntü de olmuştu. Fakat Strauss, o yüksek enerjisiyle, her müşkülü yendi, her imkânsızlığı önledi, hem onun için Avrupa’ya, anavatanına başta taşınan bir kahraman gibi dönmüştü.
(İmparator valsi)
Hayatının son yıllarını “Yarasa” yahut “Çingene Baron” adlı dünyaca tanınmış iki büyük operete hasreden Johann Strauss, hayatının ilk 20 yılını ise tamamiyle raks müziğine hasretmişti; hattâ bu müddet zarfında 300’den fazla dans eseri besteledi. Geçen asrın ortalarına doğru sanat dünyasında mühim bir boşluğu dolduran Strauss, çekilen sıkıntıları, üzüntüleri telafi maksadıyla, sanki Allah tarafından insanlara gönderilmiş oluyordu. İşte onun için, aynı asrın başlarını altüst eden Napoleon hadiselerini, sonra onu takip eden muharebelerden bilhassa 1870 harbinin getirdiği dertleri, bunlar yetmiyormuş gibi, Wagner dramlarının en aşağı yarım asırdan fazla bir zaman içinde gönüllere çöken ağırlığını, eğer Strauss gibi, bir hayat, neşe, sevgi, saadet müjdecisi gelip o güzel valseriyle, o eşsiz operetleriyle teskin etmeseydi, devrin ıstıraplarına hedef olan o bir sürü insanın hali ne olurdu? Allahtan ki Strauss, meslektaşlarının çoğuna nasip olmayan bir kolaylıkla eser yaratıyordu; hattâ o güzel Viyana valsleri birbiri ardına doğuyordu; çünkü Viyana’nın gözbebeği Strauss, her fırsatta, her vesileyle, hattâ herkesi memnun edecek mahiyette eserler meydana getirmekte pek mahirdi. Meselâ Viyana Gazetecileri Birliği tarafından tertip edilen bir balo münasebetiyle sanatkârın meydana getirdiği valslere mevzu ile ilgili adlar koyması, dinleyenleri güldürdüğü kadar hayran da bırakmıştı. Nitekim “Sabah”, “Son telgraf”, “Baş makale”, “Hızlılaşma valsi” gibi popüler adlar taşıyan bu yeni valsler, Viyana matbuatına kendini bir anda sevdirmiş olan bu zeki sanatkârın, matbuat balosunda omuzlarda taşınmasına vesile oldu.
Strauss, tanıdığı, sevdiği insanlara da kendi isimlerine, mizaçlarına göre valsler ithaf etmekten geri kalmazdı; hattâ Strauss müziğiyle çınlayan, Viyana’nın irili ufaklı birçok eğlence yerlerine, halk sırf onun müziğini işitmek, onun müziğiyle neşelenmek, onun müziğiyle teselli bulmak için dolup boşalıyordu. Velhasıl Strauss, kendi yaratmalarına açık olan her kalbe, ister yaşlı, ister genç, ister kadın, ister erkek olsun, kolayca nüfuz edebiliyordu; çünkü bütün bu eserlere, sırf Viyana’ya mahsus olan hafif, insanı çeken, sürükleyen bir hava hakim oluyordu. Nitekim bu kadar hafif bir hava içinde meydana gelen eserler arasında, genç sanatkârın 20 yıllık ibdalarını [eserlerini] sonsuz bir zaferin çelengiyle süsleyen en son eserler, Viyana’ya has bir ananeyi sanat tarihine artık bir raks abidesi halinde devreden eserlerdi ki, bu tanınmış valsler sırasıyla şunlardı: “Viyana ormanlarından hikâyeler”, “Şarap, aşk, şarkı”, “İlkbahar sesleri”, “Hayatınız şen olsun”. Görülüyor ki, esasen hududu olmayan sanatın hele bu üslûpta yazılmış eserleri, cemiyette her ferdin malı demek olan o ilâhi neşe için meydana getirilmiş eserlerdir; onun içindir ki, Johann Strauss’tan dinleyeceğimiz her vals, bizi ister istemez neşelendirir; ister istemez neşenin müşterek kaynağına ulaştırır:
(Viyana ormanlarından hikâyeler
İlkbahar sesleri valsi
Hayatınız şen olsun!
Sen, ah sen!)