Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
25 Şubat 1967, Cumartesi

GÜZEL SANATLAR VE MÜZİK

            Sanatçıda yaratma eylemi, birbirinden ayrı iki olaya yol açar. Bunlar da, sanat eserini yaratmadan önceki duygulanış ve bu duygulanıştan sonra gelen yaratış dönemleridir.

            Yaratma döneminde sanatçı kesin olarak bir araçtan yararlanır, sezişlerine biçim verir. Bu araç, sanatın çeşidine göre değişir: ses olur, söz olur, taş, demir, tahta olur ve daha birçok şeyler olabilir.

            Resim, heykel, mimarlık ya da süsleme sanatları, Plastik Sanatlar diye anılırlar; çünkü bunları elle tutup gözle de görmek, izlemek mümkündür. Müzik ve edebî sanatlar türünden yaratışlar ise, Fonetik Sanatlar diye anılırlar; bunları da ancak işiterek, yani kulak yoluyla izleyebiliriz.

            Görülüyor ki, duyma, düşünme döneminden sonra gelen uygulama döneminde sanatlar, kesin olarak bir aracın yardımıyla bedenleşip eser haline gelirler. Koca Sinan’ın Süleymaniye Camii, Fuzulî’nin Divan’ı, Michelange’ın Musa Heykeli, Beethoven’in Senfoni’leri, hep bu yoldan geçerek uygarlık tarihindeki yerlerini aldılar.

            Batının ünlü hürriyet şairi Friedrich Schiller, bundan 135 yıl önce insana yönelmişti ve şöyle demişti: “… Çalışmada bir Arı sana üstad oldu; bilgini üstün zekân  arayıp buldu; ama senden gelen, senin olan tek şey var ki, o da yalnız senin yarattığın sanattır, ey insanoğlu!”. Evet, Schiller’in de dediği gibi sanat, sırf insandan gelen bir anlatım gücüdür. Dıştan içe etkiler, iç dünyada sezişler, inançlar, duygulanışlar, sanatçıyı başkalarına da yönelip anlatmaya zorlar; bundan da sanat doğar.

            Denebilir ki, hemen herkes bu açıdan sanatçıdır da, çünkü kişi konuşur, söyler, düşünür, yapar; ne var ki, her konuşma, her anlatım, her yapım sanat değildir. O halde gerçek sanatın ayrı bir şey olması gerekir. İşte bu özelliktir ki, söylenen, duyulan ve yapılanların bazılarını sanat olarak vasıflandırır; bunları yapıp ortaya koyanı da sanatçı diye tanıtır.

            Bütün bu anlattıklarımı çok eski bir söz ne güzel açıklar. Bakınız bundan binlerce yıl önce insanoğlu ne demiş: “İşitmek inanmaktır; görmek gerçektir!” demiş. Çok doğru bir söz! Çünkü insan, müziği veya edebî sanatları göremez, yalnız işitir, duyar ve bu sanatların varlığına işitip duyarak inanır. Tıpkı bütün inançların, her şeyden önce duyma, işitme eylemlerine bağlı olmaları gibi. Öte yandan plastik sanatlar, meselâ resim, heykel türünden yaratışlar da, görülen, elle de tutulup izlenebilen şeylerin maddi varlıklarıdır; bunlar gerçekten var olan, boyutlu ve biçimli eserlerin maddi tanıtımıdırlar; yani resim ve heykel gibi sanatlar, görülebilen şeylerin gerçek varlıklar olması gerektiğini bizlere kabul ettiren yaratışlardır. O halde “İşitmek inanmaktır, görmek gerçektir!” sözü, sanat yönünden de çok doğru bir söz!

            Sanat eserinin –hangi yoldan gelirse gelsin– öz amacı, insanoğlunu hazza, heyecana ulaştırması, büyülemesi, yüceltmesidir. Bir eser, ister müzik, ister resim, ister heykel, ister şiir olsun, bedeninde varmış gibi benimsenen üç ayrı gücün ortak dengesiyle insanı etkiler. Bu üç ayrı güç, sanatın “verme”, “anlatma”, “yorma” gücüdür. Sanatın bu üçlü gücünü değerlendirme çabası da ayrıca estetik bir yorum olma niteliğindedir. Buna göre, insanın duyuş, anlayış, yorumlayış ve yargılayış güçleridir ki, bir sanat eserinin verme, anlatma ve yorma gücünü belirtir, bundan da sanatı eleştirme gücü, yani tenkit gücü meydana gelir.

            Bu önemli olay ise şu gerçeği ortaya koyar: Sanat eserlerinin gereği gibi anlaşılıp değerlendirilebilmeleri, eserleri gereği gibi anlayıp yorabilme gücüne ulaşmış bir eleştirinin var olması şartına bağlıdır; yani sanatı anlama ve yorma gücüne gerçekten sahip olan bir izleyenin var olmaması, sanatın verme, anlatma ve yorma güçlerinin gerçek yönlerden belirtilememesi, eserin var olmaması demektir. İranlı büyük şair Saadi’nin müzik hakkındaki görüşü de bu gerçeği açıklar. Saadi şöyle der: “…Sen benden musikinin ne olduğunu anlatmamı mı istiyorsun? Bana dinleyeni göster ki, sana musikinin ne olduğunu söyleyeyim!”. Tabii burada söze konu olan sanat yaratışı, yüce, asil bir düşünüşe ve anlatışa yankı olan, değerden düşmezliğin sırrına ulaşmış bulunan yaratışlardır. Tıpkı konuşulan dilde de yer alabilen bayağı, alelâde, ömürsüz düşünce kırıntıları yanında, zengin, olgun ve dolgun anlatışların da yer alabilmesi gibi.

            Sanat eseri hangi tür ve çeşitten gelirse gelsin, her şeyden önce bir yaratıştır, bir ilhamdır. Böyle bir eser, dinleyene ya da izleyene bir şeyler müjdeler; bir fikri açıklar ve tümü ile bir yorum olmanın önemini taşır. O halde sanat ve izleyen ilişkisidir ki, eserin objektif değerini ortaya koyabilme eğilimini zamanla geliştirir; eğiten, öğreten, yararlı eleştiriler hep bu yoldan doğup var olurlar.

            Estetik, tabiattaki ve sanattaki güzelliklerin yorumunu yapabilmenin dayanacağı sebepleri, şartları araştırır; yetişmiş izleyici ve yorumcu olmadıkça da sanatı ve eleştiriyi yok farz eder. Tıpkı ahlâki bir ilkeyi kavrayıp anlayacak ortamın var olmamasının, yapılması istenen telkini boşa harcanmış bir söz haline koyması gibi

            19. yüzyılın büyük heykelcisi August Rodin’in “Tabiatta her şey güzeldir!” demesinin gerçek değerini bulabilmesi, bu fikri gereği gibi kavrayabilme gücüne sahip kişilerin bulunmasına bağlıdır. Aksi halde Rodin’in böyle söylemiş olmasının, etkileme gücünden yoksun ölü bir cümle olarak kalması kadar tabii bir şey olamaz. O halde yüksek düzeydeki sanat ve izleyici ilişkisidir ki, yaratışın gerçek değerini objektif yoruma bağlama eğilimine yol açar, bundan da gerçek eleştiri doğar.

            Şimdi de tipik bir örneğe yönelelim: Müzikte, Viyana Klasikleri türünün büyük sanatçısı Ludwig van Beethoven, 1812 yılında, kendisini Viyana’da ilk olarak arayan ünlü kadın şair Bettine Brentano’ya bakınız ne demiş; bu sözleri şairin aynı yıl Goethe’ye yazdığı mektuptan izleyelim; Bettine Goethe’ye bu mektupta Beethoven’den naklen şöyle diyor: “…ahlâkın yüce delilleri, her sanata olduğu gibi, müzik sanatına da temeldir; her gerçek buluş, ahlâkın kemalidir; insanın kendini, müziğin açıklanması imkânsız düzenine bırakması, ruhu eğitir, yönetir ve müzikteki gerçek ruh da ancak böylece fışkırıp meydana çıkabilir; sanatın kendine bağlı prensibi de işte budur; sanatta gerçeğin sırrına ulaşmak, nefsi Tanrısal varlığa terk etmekle olur, bu varlık, zaptedilemeyen güçlere sessizce hükmeden bir varlıktır ve böylece hayale en yüce faaliyeti veren de budur… Onun içindir ki sanat… Tanrısal bir ilhamdır; ve bu ilham, insana ulaşılması gereken amacın ne olduğunu gösterir…”.

            Beethoven’in bu önemli görüşünü anlamaya çalışırken, İranlı şair Saadi’nin biraz önce açıkladığım müzik hakkındaki yorumuna hak vermemeye imkân yok. Çünkü Beethoven’in görüş ve kanaatine beden verecek ölçünün, sağlam bir eleştiriden doğacağı muhakkaktır.

Sözümüzü burada keserken, şu andaki düşüncelerimizi, bir Beethoven konçertosunun hayalimizde yaratacağı izlenime terk edelim; böylelikle büyük bestecinin dediği gibi, ilhamın, ulaşılması gereken amacı bizlere ne nisbette göstereceğini nefsimizde deneyelim…

            (Ludwig van Beethoven’in 5. Piyano Konçertosunun 1. Bölümü dinletilecek.)
            Yöneten: Clemens Krauss, Viyana Filarmoni Orkestrası
            Piyano: Wilhelm Backhaus