Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

1951

GİUSEPPE VERDİ

Ölümünün 50’nci yılında
(1813-1901)

Cevad Memduh Altar

            İtalyan bestekârı Verdi öleli, 27 Ocak 1951’de tam elli yıl oldu. 11 Mart 1951’de de bu büyük bestekârın Rigoletto operasının İtalya’daki ilk temsilinin 100’üncü yılı tamamlandı. Görülüyor ki, sanattaki büyüklüğü kadar, vatanseverlik ve millî birlik ideallerinin de bir büyüğü olan Giuseppe Verdi, bu günlerde dünyanın her yerinde kutlanıyor.

            Verdi’nin Rigoletto operasının ilk temsili 1851 yılında Venedik’teki Fenice Tiyatrosunda yapılmıştı. Bu tarihten 14 yıl sonra (1865’te) İstanbul’da İtalyanca olarak oynanan Rigoletto’nun, bu tarihten 86 yıl sonra da (1951’de) Devlet Tiyatromuzun opera artistleri tarafından Ankara’da ilk Türkçe temsili yapıldı. Tanzimat Türkiye’sinin bu harikulade eseri yalnız saray muhitine tanıtmasının yanında, Cumhuriyet Türkiyesinin Rigoletto’yu millî opera repertuvarına kazandırmış olmasının ehemmiyetini idrak etmemek mümkün mü? Şurasını unutmamalıdır ki, biz Türkler Verdi’yi, memleketimizin son 25 yıllık sanat reformu içinde olduğu kadar, çok eskiden de tanımış ve sevmiştik. Hattâ bestekârın İtalya’da, ilk önce 1853’te oynanan Il Trovatore operası, aynı yıl içinde İstnabul’da da oynandı. 1847’de yazdığı Macbeth operası ise, İtalya’da ilk olarak oynanmasından bir yıl sonra (1848’de) İstanbul’da temsil edildi. Onun içindir ki, Verdi’nin, hayatının ikinci yarısına taşan ilk yaratma devresinde meydana getirdiği eserlerin en sevilenlerinden olan Rigoletto, Il Trovatore, La Traviata (1863) ve Maskeli Balo (1859) operaları, Tanzimat’tan bu yana Türk sanatseverlerinin kalbinde bestekâra layık olduğu yeri verdi. Böylece sanatkâr, Türk hayranlarını da teshir etmiş [büyülemiş], Rigoletto, Il Trovatore ve La Traviata operalarının ince, hisli nağmeleri memleketimizde benimsenmişti.

            Verdi’nin 1851’de Rigoletto ile elde ettiği şöhret, onu hayatının ikinci yaratma devresine daha büyük bir inanla hazırlıyordu. Nitekim değil yalnız İtalyanlar, hattâ bütün sanat dünyası, 1871’de ve bu yılı takip eden yıllarda meydana gelen eserlerin yeniliği karşısında Verdi dehasını tanımakta tereddüt etmedi. Çünkü Verdi’nin ilk yaratma devresi bir ananenin [geleneğin] devamı telakki [olarak kabul] edildiğine göre, sanatkârın ikinci yaratma devresi hakiki mânâda bir değişme ve bir reform mahiyetinde idi. Hattâ genç sanatkâr, bu devre içinde yazdığı eserlerde aynı zamanda gelecek bir sanat anlayışını da müjdeliyordu. Verdi bütün bu yenilikleri 1871’de yazdığı Aida operasında ilk olarak ortaya koymuş, Otello’da tatbik etmiş, Falstaff operasında ise tam bir vuzuhla [açıklıkla] ifade etmişti.

            Falstaff operasını 80 yaşında yazan sanatkâr, ihtiyarladıkça gençleşiyor, ileri yaşlarda meydana gelen eserler ise en yeni ve en taze fikirleri ihtiva ediyordu [içeriyordu]. Çünkü sanatkâr her şeyden önce geleceğin sanatına inanıyordu ve geleceğe olan güvenini olduğu gibi açıklamaktan haz duyuyordu. Nihayet devrin fikir ve sanat hareketlerinin normal şekilde gelişmesine engel olan kısır bir ananeperestlikten [geleneğe bağlılıktan] alabildiğine uzaklaşan Verdi, yalnız geleceğe yöneldi.

            Ne gariptir ki kabiliyetsiz olduğu iddia edilerek gençliğinde Milano konservatuvarından çıkarılan Verdi, günün birinde kendisine Napoli Konservatuvarı müdürlüğünü teklif eden bir nazıra şu satırları yazmakta tereddüt etmemişti: “…Musikimizin babaları olarak tanınan Scarlatti, Durante, Leo gibi üstatların eserlerini talebelere öğretmek benim için bir şeref olduktan maada, böylece bir ayağımı geçmişe, öteki ayağımı da hale [şimdiki zamana] ve geleceğe basmış olacağım (çünkü geleceğin müziği beni hiç korkutmuyor); ve genç talebelere şunu söyleyeceğim: metanetle, cesaretle, ısrarla, usanmadan çalışın, ta ki musikiyi istediğiniz istikamete çevirebilecek, ona hükmedebilecek emin ve kavi [güçlü] bir ele sahip olabilesiniz. Ancak böyle olursa, kendi kendinize inanarak eser meydana getirebilirsiniz… Ve geniş bir müzik kültürü elde edildikten sonra da onlara şunu söylemek isterdim: Haydi yazın bakalım şimdi, eğer istidadınız [yeteneğiniz] varsa, hepiniz birer kompozitör olabilirsiniz. Her şeye rağmen mukallitler [taklitçiler] arasına, ve zamanımızın arayıp arayıp da birşeyler bulamayan mariz ruhlu sanatkârları arasına katılmayacağınıza eminim…”.

            Görülüyor ki Verdi, bütün bu sözlerinde yalnız bir esasa dayanıyordu; o da, onu hiç de korkutmayan “geleceğin müziği” idi. Çünkü biraz önce okuduğum mektubun bir yerinde: “…Geleceğin müziği beni hiç korkutmuyor” diyen kendisi idi. Ona göre sanat, daima ilerlemeli, daima değişmeli idi. Ve ancak böyle olduğu takdirde, geçmişten alınan hızla geleceğe ulaşmak mümkündü. Nitekim büyük Atatürk de “…Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi kavrayabilmesidir” dememiş miydi?

            10 Ekim 1813’te İtalya’da Roncole kasabasında dünyaya gelen Verdi, iki çocuklu bir çiftçinin oğlu idi. Verdi, tıpkı bir Ispartalıya benzerdi. Doğduğu köyün bütün hususiyetlerini onun yüzünde okumak mümkündü. Az konuşurdu. Yalnızlığı severdi ve bazen hareketlerinde göze çarpan aşırı bir kabalığı bir türlü yenemezdi. Günün birinde 88 yaşına da ulaşan sanatkâr, ihtiyarladıkça gençleşti, ileri yaşlarda büsbütün dinçleşti ve deha mertebesine ulaştı.

            Donizetti gibi, kendinden çok yaşlı bir meslektaşa bir çığır ve bir gelenek borçlu olan Verdi, bizim Tanzimat yılımız olan 1839’da henüz 26 yaşına basmıştı ki, o sıralarda 42 yaşını idrak eden Donizetti ile ilk olarak karşılaştı. Gene aynı tarihte Verdi, Milano’nun ikinci sınıf bir tiyatrosu olan Teatro Filarmonico’da ilk sahne eseri olan Oberto adlı operasını bütün heyecanıyla idare etmeye hazırlanırken, o zamana kadar 60 küsur opera yazmış bulunan Donizetti, Gianni di Parigi adlı eserini Scala Tiyatrosunda bizzat idare etmek üzere Paris’ten Milano’ya davet ediliyordu. Bununla beraber, yan yana ve omuz omuza cereyan eden bu sanat hadisesinin içyüzü çok geçmeden anlaşıldı. Bu basit görünen hadise, her iki sanatkâr için de yer değiştirme mahiyetinde idi. Çünkü 1839 yılı, Donizetti yıldızının söndüğü, emprezaryo Marelli’nin keşfettiği yeni bir yıldızın doğduğu yıldı; ve bu yıldız, Verdi idi. Nitekim genç sanatkârın Oberto di S. Bonifacio adlı ilk operası, 17 Kasım 1839’de ilk olarak sahneye konurken, ihtiyar Donizetti’ye ancak Verdi’nin halef olabileceğini herkes anlamıştı.

            Günün birinde şiddetli bir sinir buhranı neticesinde, kaçınılmaz bir şuur bozukluğuna uğrayan Donizetti’nin, arka arkaya opera yazmaya henüz ısrarla devam ettiği yıllarda (1849), Un giorno di regno adlı ikinci bir eseri de sahneye koymaya hazırlanan 27 yaşındaki Verdi’nin, ne yazık ki eserin başarısızlıkla geçen ilk temsilini takip eden üç ay içinde, önce oğlunu, sonra da kızını ve karısını kaybetmesi, ona beklenmedik bir darbe oldu. Birbiri ardına gelen bu üç feci hadisenin sarsıntısıyla yatağa düşen sanatkâr, artık bir daha belini doğrultamayacağına inanmıştı. Fakat hiç de öyle olmadı. Felaket, genç sanatkâra tasavvur edilemez bir hamle ve bir enerji kaynağı oldu. Aradan henüz iki yıl geçmemişti ki, sanatkârın büyük bir gayretle meydana getirdiği Nabucco adlı eseri, vaktiyle Un giorno di regno operasına ıslık ve hakaretten başka bir şeyi sağlayamamış olan Scala Tiyatrosunda, bu sefer sonsuz bir şöhreti temine kâfi geldi; ve Verdi daha o tarihlerde sonsuzluğa yönelmiş bulunuyordu.

            1844’ten 1849’a kadar geçen beş yıl, hiç şüphe yok ki Verdi’nin hayatında geleceği müjdeleyen ikinci bir yaratma devresine intikali [geçişi] sağlayan yıllardı. Aynı zamanda Verdi, ikinci hayat arkadaşı muganniye [ses sanatçısı] Strepponi’yi de gene bu devre içinde tanımış ve onunla anlaşmıştı (1849). Fakat her şeye rağmen, 1851 yılını beklemek lazımdı. Nitekim 11 Mart 1851’de Rigoletto’nun Venedik’teki Fenice Tiyatrosunda yapılan ilk temsili, Verdi’yi ölmezler arasına kattı.

            1853’ten 1867’ye kadar devam eden 14 yıllık bir devre içinde Verdi, Il Trovatore, La Traviata, I Vespri Siciliani, Simon Boccanegra, Un Ballo in maschera, La forza del destino, Macbeth ve Don Carlo adlı operalarını yazmış ve eserler ayrıca sahneye de konmuştu. Bununla beraber, zamanımızın tanınmış Fransız müzik tenkitçisi René Dumesnil’in dediği gibi, bunların arasında hiçbiri, Rigoletto ile Il Trovatore’nin ve La Traviata’nın sanatkâra temin ettiği zaferi sağlayamadı. Verdi’nin olgunluk çağlarında yazdığı operaların gereği gibi anlaşılmasına da bu üç eserin büyük rolü oldu.

            Verdi’nin geleceğin müziği diye tasavvur ettiği yeniliğin, Un ballo in maschera (1859) ile Don Carlo (1867) operalarında başladığı muhakkaktı. Fakat sanatkâr, hayatının bu devrinde, Wagner’in tesiri altında kalmakla itham ediliyordu. Halbuki bir sanatın diğer bir sanata tesiri hata sayılamayacağına göre, bu İtalyan sanatkârının bütün kalbiyle bağlandığı Saksonyalı sanat büyüğü Richard Wagner’den bazı şeyler öğrenmesi hiç hata olur muydu? Kaldı ki Verdi, Wagner sanatından aldığı “Leitmotif” prensibini kendi eserlerine de tatbik etmiş ve bu neviden hatırlatma (tedai) [çağrışım] motifleriyle büsbütün vuzuhlaşan [açıklık kazanan] Verdi ibdaları [eserleri], gene Verdi dehasından başka bir şeyi açıklamamıştı. Bu itibarla sanatkârın yukarıda geçen mektubunda da söylediği gibi, “geleceğin kendini hiç de korkutmayan musikisine” hakiki örnek, günün birinde Aida (1871) ile Otello (1887) ve hattâ 80 yaşında iken yazdığı Falstaff (1892) operaları oldu. Ondan dolayı René Duesnil, ihtiyar Verdi’nin Falstaff operasını, “…gençlik ateşiyle parlayan, hiçbir vakit taklit edilemeyecek olan bir şaheser” diye vasıflandırmaktan kendini alamadı.

            Verdi’nin 1871 yılından itibaren meydana gelmeye başlayan olgunluk devresi eserleri, ne başka bir eserin veya üslubun taklidi idi, ne de başkaları tarafından taklit edilmeye müsait eserlerdi. Hattâ Aida, Otello ve Falstaff gibi operalar, büyük sanatkârı Wagner mukallidi [taklitçisi] olmak şöyle dursun, bilakis Wagner sanatına tamamen zıt bir istikamete yöneltmişti. Çünkü ortada Wagner ibdalarına temel olan esrar dolu bir âlem mevcut olmadığı gibi, Verdi sanatı herhangi bir sembole de dayanmıyordu. Verdi sanatının ağırlık noktasını yalnız insanlık trajedisi ve insanoğlunun mizahı teşkil ediyordu. Verdi’nin hele son eserlerinde, teganni edilen melodi ile orkestra arasındaki münasebette de Wagner’e nazaran büyük bir tezat göze çarpıyordu. Ondan dolayıdır ki, Verdi sanatında orkestra, daima ön planı işgal eden teganni melodisine bir fon olarak refakat etmekte ve eserin devamı boyunca çok ince hisleri ve tasavvuru imkânsız bir renk âlemini açıklamakta idi. O halde kendinden önceki İtalyan musikisinin üstatlarına nazaran sade fakat daha müessir bir ifade yaratmış olan Verdi, böylelikle Wagner’e inhisar eden Büyük Opera stiline de bir nihayet vermişti.

            Görülüyor ki, millî bir çığırın mahsulü olan Verdi ibdaları, milletlerarası sanat piyasasına da kolaylıkla mal olmuştur. Nitekim bestekârın ancak Otello operasının yarattığı hayranlıkla Verdi muarızlığından [karşıtlığından] vazgeçen meşhur Alman sanatkârı Hans von Bülow’a gönderdiği bir mektup, gerek millî gurura, gerek milletlerarası kıymetlere gösterilmesi lazım gelen saygıyı açıklayan önemli bir vesika mahiyetini taşımaktadır. Verdi, mektubunda Bülow’a şöyle demektedir: “…Hakiki artist, şahsi gururdan kaçar; ve mektebi, milliyeti ve devri göz önüne almadan hüküm verir. İşin en makbul tarafı, ister şimalli [kuzeyli], ister cenuplu [güneyli] olsun, herhangi bir artistin, sanatında değişik bir temayülü [eğilimi] gösterebilmesi keyfiyetidir. Wagner’in dediği gibi, bunlar, eserlerinde her şeyden önce millî karakteri göstermekle mükelleftirler. Sizler, Bach’ın evlatları olduğunuz için mesutsunuz; ve bizler de Palestrina’nın evlatları olduğumuz ve vaktiyle bizlere mahsus olan büyük bir mektebe sahip bulunduğumuz için mesuduz…”.

            1848 yılında Donizetti’nin ölümü, 35 yaşına henüz ulaşmış olan Verdi’yi bir hayli sarstı; ve dokuz yıl süren Donizetti-Verdi münasebeti, Rigoletto operasının sanat dünyasını yakıp tutuşturduğu devirden üç yıl önce tarihe intikal etti. Ne yazık ki Donizetti, Verdi sanatında başlayan yeniliği göremeden göçüp gitmişti. Bu acı da, vaktiyle bütün yakınlarını arka arkaya kaybetmiş olan Verdi’ye, hayatında karşılaştığı felaketlerin ikincisi oldu. Fakat bu felaketten de yeni bir hamle ile sıyrılan Verdi, hayatını düzenlemek üzere tekrar kurduğu yuvada, muganniye Giuseppina Strepponi gibi bir arkadaşın gösterdiği ihtimam ve alâka sayesinde, kendi milletine ve insanlığa eşsiz eserler kazandırdı.

            Verdi dehasını dikkate değer bir maharetle idare eden Strepponi, kocasından dört sene evvel ölmüş, bu suretle büyük sanatkârı ileri yaşlarda dayanılmaz bir ıstıraba duçar etmişti. Nihayet ihtiyar Verdi, hayatın sürekli sarsıntıları arasında, halâsı [kurtuluşu] toprakla uğraşmada gördü ve aradığı huzuru, mesaisinin bir kısmını toprağa hasretmede buldu. Bu tarihten itibaren Verdi için yorucu bir ziraat hayatı başlamıştı. Bayan Strepponi’nin, Verdi’nin eserlerini basan Parisli tabi [bazımcı] Leon Escudier’ye 4 Temmuz 1857’de yazdığı bir mektup, büyük bestekârın sanatla ziraat arasında geçen hayatının dikkate değer kontrastlarını ne güzel ifade der. Strepponi bu mektupta kısaca şöyle demektedir: “…Çok kere ben size yazmak istedim, fakat o her seferinde de “bu sabah yazacağım, yarın yazacağım” diye benim yazmama da mani oldu. Böylece yirmi gün daha geçti gitti!... Siz onu bilirsiniz –o bir işe başladı mı, kendini bir işe verdi mi, dünyada eşine rastlanmayan bir amele gibi çalışır, fakat bir de tembelliğe başladı mı, Allah rahatlık versin efendim, artık ortada yeni bir şey yok demektir. Üstelik ziraate olan merakı bir “manie”, bir delilik, bir divanelik, bir illet halini aldı, yanı sizin anlayacağınız, o bu işte alabildiğine mübalağa ediyor. Tarladaki ekinleri, mısırları, üzümleri görmek için artık şafakla beraber kalkıyor. Bütün bu işkenceden eve yorgun dönüyor, bu vaziyette bir de eline kalemi alması için onu harekete geçirmeye imkân var mı? (Yazmayı tasarladığı yeni) opera-komik hakkında size iyi bir haber vermeyi çok isterdim, ama Allah’ım, öyle anlaşılıyor ki… o gene birtakım taahhütlere bağlanmış. Çoktandır zincire vurulmuş olduğundan, şimdi de kâfi serveti olduğu için bu zincirin altında ezilmeye bir sebep olmadığından bahsedip duruyor. Siz de bilirsiniz ya, onun üzerinde en ufak bir nüfuzum olsa, Paris’in ileri gelen tiyatrolarının müdürleri, şerefli ve tercihe değer işlere bağlanması için ona dediğini yaptıracak benden daha iyi bir yardımcı bulamazlar. Fakat ona biraz tazyik edecek olsam, beni hemen başından defetmeye kalkıyor…”.

            Madam Strepponi, yukarıda geçen sözlerinde tamamen haklı idi. Çünkü çok para kazanmış, fakat maddeye hiç kıymet vermemiş olan Verdi, sırf kendi kalbine kulak veriyor, elindekini avucundakini hiç çekinmeden vatanına, milletine hayırlı tesislere vakfediyordu. Hattâ bazen mühimce paraların sessiz sedasız ortadan kaybolduğunu gören karısının suallerine, sanatkâr yalnız gülmekle iktifa ediyordu [yetiniyordu]. Bu arada büyük sanatkâr, kendinden dört yıl önce hayata gözlerini kapayan aziz eşinin hâtırasını anma vesilesiyle, muhtaç müzisyenler için kendi parasıyla 100 yataklı bir düşkünler evi kurmuş ve bu hayır müessesesini Sprepponi Hastanesi olarak tescil ettirmişti.

            Hiç şüphe yok ki, Verdi’yi bütün dünyaya sevdiren, saydıran şey, onun yüksek ruhluluğu yanında, alabildiğine gelişen sanatı ve hiçbir vakit unutulmayacak olan melodileri idi. Nitekim 1844’te genç sanatkârın I Due Foscari adlı operasının ilk temsilini dinleyen Donizetti’nin, daha o tarihlerde verdiği hükmü değiştiren hiçbir hükümle bugüne kadar karşılaşılmadı. Donizetti bu hükmünde şöyle diyordu: “…Bu Verdi hakikaten bir dâhi! Onun, herhangi bir melodiyi elde etmesi o kadar kolay değil, ama bir de elde etti mi, o melodiyi insanın kulağına öyle bir işliyor ki, artık o bir daha unutulmamak üzere hafızaya yer ediyor”.