
(Cevad Memduh Altar’ın, 25-29 Nisan 1983’te Ankara Alman Kültür Merkezi’nde düzenlenen Hindemith Haftası çerçevesinde Almanca olarak verdiği konferansın Türkçe metni.)
Alman Kültür Enstitüsü’nün sayın Müdürü Dr. Hohl ve onun değerli mesai arkadaşları ve sayın dinleyenlerim!
Söze başlamadan önce, bu kadar nazik ve ilginç bir programı organize etme görevini üzerine almış bulunan Alman Kültür Enstitüsü’ne tebriklerimi ve teşekkürlerimi sunmayı borç biliyorum.
1935 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nda Güzel Sanat Şube Müdürü görevini yürütürken, zamanın Millî Eğitim Bakanı rahmetli Saffet Arıkan ile, bu konuya büyük emeği geçen, Bakanlık Teftiş Kurulu Başkanı rahmetli Cevat Dursunoğlu adına Paul Hindemith’i karşılama ve onunla çalışma fırsatını elde etmiştim. Aradan 48 yıl geçmiş olmasına rağmen, o unutulmaz günleri her zaman sevgi ve heyecanla hatırlıyorum.
Paul Hindemith gibi, yalnız büyük bir besteci değil, aynı zamanda müzik sanatının güçlü bir pedagogu da olan dâhi bir insanın, cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün olağanüstü ilgileriyle Türkiye’de 1924 yılında başlatılmış bulunan müzik reformlarının uzmanlığını yapmak üzere Ankara’ya davet edilmiş olması, bizler için büyük bir şanstır. Cumhuriyet Türkiye’sine Batıdan birçok uzman gelmiştir; ve bunların çoğu yararlı da olmuştur. Fakat aranılan uzman, her yönü ile ağır basar ve başarılı olursa, bu bizler için hakikaten bir şans olur. Çünkü müzik reformlarımız için en önemlisi, büyük bir besteci olan ve eğiticilikteki üstünlüğünü eserleriyle de kanıtlamış bulunan Paul Hindemith’in Türkiye’ye gelmesinin sağlanabilmiş olmasıdır.
Hindemith’in kişiliğini ve başarısını, dünkü konuşmasında sayın Dr. Rexroth çok güzel dile getirmiş, Prof. Dr. Oransay da bütün bu gerçekleri dilimize gereğince nakletmede kendisine içtenlikle yardımcı olmuştur.
Ben şimdi sizlere, Hindemith ile Ankara’da nasıl karşılaştığımı anlatacağım. 1935 yılından önce Türkiye’nin Öğrenci Müfettişi olarak Berlin’de çalışmış bulunan Cevat Dursunoğlu (ki Atatürk’ün büyük nutkunda adı Dursun bey zade Cevat bey diye geçmektedir), günün birinde Ankara’dan bir direktif alır. Dunsunoğlu, bu direktife göre, Türkiye’de başlatılacak müzik reformları için gerekli uzmanı bulup angajmanı sağlamakla görevlidir. Cevat Dursunoğlu’nun müzikle hemen hiçbir ilişkisi yoktur ve müziği sadece sevmekle yetinir.
Ben de o sıralarda Gazi Eğitim Enstitüsü’nde hocayım, sanat tarihi ve müzik tarihi derslerini okutuyorum ve Bakanlıkta hiçbir görevim yok. Cevat Dursunoğlu, Bakanlıktan direktifi alır almaz hemen teşebbüse geçer. O tarihlerde sayın Hamdi Arpağ Berlin’de Büyükelçidir; ama iş başında olanları yakından tanıdığı halde, Türkiye’nin aradığı uzmanı bulabilmek için kiminle temas edeceğini bilememektedir. Cevat Dursunoğlu’nun araştırmaları sonunda bazı teklifler gelir; ve bunların arasında Erich Kleiber de vardır.
O zaman Berlin’de, sanat hayatının zirvesine ulaşmış büyük bir orkestra yönetmeni vardır: Furtwängler. Cevat Dursunoğlu, Furtwängler’i görmek ister, ister ama o kapıyı açabilecek imkânı bir türlü elde edemez. Ne var ki Dursunoğlu’na, bu hususta en doğru bilgiyi Furtwängler’den alabileceğini söylerler. Yanlış bir adım atarak beklenmeyen bir uzmanı Ankara’ya göndermektense, mutlaka ehlini göndermenin doğru olduğuna inanan Cevat Dursunoğlu, Furtwängler’in adresini bulur, ama onunla nasıl görüşecek? Furtwängler o kadar meşgul ki kimseyi kabul etmiyor; randevu almak ise imkânsız. Dursunoğlu bunu yapamayacağını anlıyor, çünkü bütün teşebbüsleri boşa gidiyor. Bunun üzerine Furtwängler’in önce sekreterine başvurmanın doğru olacağı aklına geliyor; ve ne yapıp yapıp bu sekreterle tanışmak istiyor.
Cevat Dursunoğlu gayet konuşkan, son derece etkileyici güce sahip bir idareci. Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’yı bile etkilemiş olacak ki, Paşa büyük nutkunda ondan bahsediyor. Dursunoğlu nihayet Furtwängler’in sekreteriyle görüşmeyi başarıyor. Sekreter ona “Randevu veremem, Furtwängler çok meşgul” diyor; “belki bir ay sonra bile mümkün olamaz” diyor. Dursunoğlu sekretere, “Türkiye’nin Devlet Başkanı Kemal Atatürk haber bekliyor” diyor. Bunun üzerine sekreter, “Bir deneyelim bakalım” diyor. Ve Dursunoğlu ne yapıyor ediyor, inatçı sekreteri yumuşatıyor; eninde sonunda Furtwängler’den gerekli randevu alınıyor; ve ilk karşılaşma Berlin’de gerçekleştiriliyor. Ben, bütün bu olup bitenlere “Berlin Çabaları” diyorum.
Furtwängler, daha ilk konuşmada durumun ciddiyetini anlıyor; inatçılıktan vazgeçiyor; ve Dursunoğlu’nun bana anlattıklarına göre, konuya son derece ilgi gösteriyor, Türkiye’nin isteğini karşılamaya hazır bir insan oluveriyor; Dursunoğlu’na “birkaç gün müsaade edin, bir düşüneyim” diyor. Furtwängler düşünüyor, taşınıyor ve nihayet Dursunoğlu’na “Size ancak bir kişiyi tavsiye edebilirim, o da Paul Hindemith’dir” diyor.
Ne kadar isabetli bir görüş, Furtwängler’in onun pedagog yönünü de göz önüne almış olduğu muhakkak; yoksa Furtwängler daha birçok insanı tavsiye edebilirdi. Niçin Paul Hindemith üzerinde durdu? Nitekim bizim, besteci ve aynı zamanda müziğin eğitim-öğretim yönleri üzerinde de geniş bilgili bir uzmana ihtiyacımız olduğu muhakkak. Ve nihayet isteğimiz yerine geliyor; Hindemith ile prensip üstünde anlaşmaya varılıyor. Tam o sırada Cevat Dursunoğlu’nun Berlin’deki görevi sona eriyor; Dursunoğlu Ankara’ya dönüyor ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın Teftiş Kurulu Başkanlığı görevini üzerine alıyor; uzun bir süre sonra yanan Bakanlık binasının zemin katındaki, “kuyu dibi” ya da “mahzen” diye adlandırdığımız oldukça karanlık bir odada çalışmalara başlıyor.
1935 yılında beni, Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki görevimden çekip Bakanlığa alıyorlar; idareten herhangi bir şubenin müdürlüğüne tayin ediyorlar; bu hizmete de Güzel Sanatlar Şubesi adı veriliyor. Tabii bütün bunların hiçbirinin henüz kanuni bir dayanağı yok; yapılan işler geçici bir süre yalnız idareten yapılmış oluyor; kanun filan sonradan çıkacak. Bakanlıkta yapacağım işler, tabiatıyla mesleğimin gerektirdiği işler oluyor. Tahsilimi Almanya’da Leipzig’de yapmışım, sonra da Ankara Üniversitesi’nin Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun olmuşum. Almanca ve Fransızca biliyorum. Büyük besteci Hindemith’i, kişiliğini, eserlerini çok iyi biliyorum. Hattâ onun Türkiye’ye geleceğini duyunca, canla başla gayrete de geliyorum.
Nihayet Atatürk’ün güzel sanatlarda ve özellikle müzik sanatında yapılmasını gönülden istediği reform uygulamalarının süratle oluşmaya başladığı günler de gelmişti. Hattâ yalnız Hindemith değil, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin münhal bulunan Mimari Şubesi’nin başına da Berlin’den, zamanın büyük mimarı Hans Pölzig gibi dünya çapında üne ulaşmış bir şahsiyetin getirilmesi kesinleşiyordu. Büyük mimar Hans Pölzig, Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da yapılması kararlaştırılan Türk-Alman Dostluk Yurdu’nun projesini gerçekleştiren mimardır; ve 1915 yılında, söz konusu binanın Çemberlitaş’ta temeli atılırken yapılan töreni, henüz 13 yaşlarında iken ben de izlemiştim.
1935 yılının Nisan ayında, Hindemith ile birlikte Hans Pölzig’i de Ankara’ya bekliyorduk. Her ikisini de karşılamak üzere, günlerden bir gün Ankara garına gittim; ama yataklıdan birbirini çok iyi tanıyan üç yabancı indi. Meğer üçüncü uzman da Avusturyalı ünlü mimar Clemens Holzmeister imiş ve Ankara’da kendi projelerine göre yapılmakta olan Devlet Mahallesi ile Büyük Millet Meclisi binasının ve Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın inşası işlerini görmeye gelmiş.
Bu büyük uzmanlar beni görünce memnun oldular; tanıştık ve kendilerine çiçek sundum; “sizleri Bakan adına karşılamaya geldim” dedim; ve bizim uzmanları Ankara Palas Oteli’ne götürdüm, Her ikisine de öğleden sonrası için Bakandan ve Cevat Dursunoğlu’ndan randevu almıştım. Hindemith odasına çekildi. Pölzig ise, “ben hiç yorgun değilim, bana Holzmeister’in yapmış olduğu Merkez Bankası binasını gösterir misiniz?” dedi. “Memnuniyetle” dedim, onu Merkez Bankası’na götürdüm. Aktivitesine hayran olduğum bu büyük insan, kendisiyle varılan anlaşmadan hemen sonra, Türkiye Büyükelçisi ile sözleşme imzalamak üzere Berlin’e döndü ve ne yazık ki birkaç gün içinde vefat etti; ne kadar üzüldüğümüzü tahmin edersiniz.
Öğleden sonra Hindemith ile Bakanlığa gittik. Önce Bakanımız sayın Saffet Arıkan ile görüştü. Saffet Arıkan çok iyi Almanca konuşuyordu. Hindemith hizmet sözleşmesini Berlin’de Büyükelçi Hamdi Arpağ ile imzalamıştı. Hindemith’le gerekli görüşmeler yapıldı ve Hindemith Mayıs ayının ortalarına kadar Ankara’da kaldı. Büyük besteci Ankara’ya yalnız gelmişti. Sayın eşi Gertrud Hindemith Berlin’de kalmıştı. Başlangıçta Hindemith ile ilgili yazışmaları sadece Bayan Hindemith ile yaptık. Hindemith Ankara’da hemen araştırma ve incelemelere girişti ve kısa bir süre içinde Bakanlığa dört rapor sundu. Raporları ben Türkçeye çevirdim. Buna çok memnun olan Hindemith, altında şu satırları ve imzasını taşıyan bir resmini bana verdi. Ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz:
“Göğsü kıvançla kabaran müzik yazarından,
vefalı çeviricisi bay Cevat’a.
Paul Hindemith Ankara Nisan 1935”
(Der von Stolz geblähte Musikschriftsteller
seinem getreuen Üversetzer Herrn Cevat.
Paul Hindemith Ankara April 1935)
Hindemith, dört raporunun ilkinde, Ankara’da bir Devlet Konservatuvarının nasıl kurulması gerektiğini açıklıyordu. İkincisinde, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın nasıl ıslah edilebileceği konusunu ele alıyordu. Üçüncü raporda, orkestra enstrümanlarının yenilenmesi zorunluğuna değiniyordu. Dördündü raporda da Türkiye’de müzik sanatının yurt sathına yönelik gelişim çabasının nasıl değerlendirilmesi gerekeceği üstündeki görüş ve önerilerini açıklıyordu. Bu dört raporun asıllarının, Millî Eğitim Bakanlığı’nın arşivinde olması gerekir.
Hindemith’in, kısmen elle yazılmış, kısmen makinede tape edilmiş 36 kadar mektubunu, yani özel mektuplarını halen kendi arşivimde saklamaktayım. Bunların çoğu Cevat Dursunoğlu’na yazılmış, bir kısmı da bana. Bunların arasında, o zamanın Berlin Büyükelçisi sayın Hamdi Arpağ’ın da imzasını taşıyan, Hindemith’in hizmet sözleşmesi de yer almaktadır ki yalnız bu belge sözleşmenin aslıdır. Sayın Cevat Dursunoğlu, ölümünden kısa bir süre önce, elindeki Hindemith mektuplarıyla birlikte bu sözleşmeyi de bana verdi. Sözleşmenin, dışarıdaki salonda sergilenen mektuplar arasında aslını görmeniz mümkündür. Bu sözleşmede Hindemith Ankara’da ne yapacak, ne edecek, hepsi yazılıdır.
Hindemith ile Ankara’da geçen günlerin oldukça önemli bir anısı da şudur: Meğer Hindemith, her gittiği ülkenin hayvanat bahçesini gezmeyi severmiş. Ankara’ya sonradan eşinin de geldiği günlerden birinde bana, “Ankara’da hayvanat bahçesi var mı?” diye sordu. Dedim ki “henüz kuruluyor”. “Öyleyse gidelim, görelim” dedi. O zaman çok yakından tanıdığım bir arkadaşımız vardı, Necdet Pençe, işte bu arkadaş hayvanat bahçesinin kurulması ile görevlendirilmişti; kendisi Gazi Eğitim Enstitüsü’nde tabiiyye hocasıydı. Rahmetli arkadaşım Necdet Pençe’ye telefon ettim. Pençe bana, henüz görülecek fazla bir şey olmadığını, sadece beş tane aslanın gönderildiğini, hayvanların muvakkat bir kafes içinde tutulduklarını söyledi ve “isterseniz gelin aslanları görün” dedi. Hindemith’e durumu anlattım, âdeta gözleri parladı, meğer aslanları çok severmiş, “hemen gidip görebilir miyiz?” dedi.
Ertesi gün kalktık, eşlerimizle birlikte Atatürk Orman Çiftliği’ne gittik. Çiftlikteki müdürlük binasının yanında ve binanın kuytu bir yerine demir parmaklık yapmışlar, içine de beş aslan koymuşlar; irili ufaklı bir aile. Hindemith bunları görünce neşelendi. “Ah ne güzel, ne güzel” derken, bir de ne göreyim?, parmaklığın arasından kimse farkına varmadan süzülüp çıkan ufakça bir aslan, Hindemith’in bacakları arasına girip, kafasıyla onu okşamaya başlamasın mı! Hindemith’te, bende, hattâ hepimizde bet beniz attı ve şaşırakaldık. Derhal işçiler koşup geldiler ve aslanı tutup götürdüler. Yavru bir aslan, ama irice bir yavru. Parmaklığın arasından sıyrılıp Hindemith’e gitmesi de anlamlı. Bilir misiniz neden korktum? Alman dostlarımız bize, “Biz size büyük bestecimizi gönderdik, siz onu aslanlara yedirdiniz” diyecekler diye korktum! İnanın bana, bu olay benim onunla geçen ilk hatıralarımın en önemlilerinden biridir.
Şimdi gelelim o tarihlerde Ankara’da bile Hindemith’e meydan okumaya kalkışan iki ayaklı aslanlara: Nitekim onun Ankara’ya davet edilmesine şöyle diyenler de oldu: Türkiye’ye neden Almanya’dan müzikçi gelecekmiş, bizim müzikçilerimiz yetişmiyor mu?, madem yabancı uzman gelecek, pekâlâ Fransa’dan, Avusturya’dan, hattâ Macaristan’dan da uzman getirtilebilirmiş. Malum ya, Türklerin dediği gibi, herkesin gönlünde bir aslan yatar, ve herkes kendi aslanını iş başına getirmek ister! Ama biz muhtaç olduğumuz aslanın nereden getirtilmesini tayinde hata etmedik kanısındayım; ve zamanla elde ettiğimiz sonuçlar, gerçeği olduğu gibi kanıtlar niteliktedir.
Hindemith, daha başlangıçta işe bütün ağırlığıyla el koydu; başladı önce okulları gezip müzik derslerini dinlemeye. Sonra hemen Türk halk ezgilerine el attı. Hindemith, modal-monodik Türk musikisinin geleneksel akışı içinde günümüze dek gelmiş olan klasik eserlerimize saygıyla yöneldi. Onun Türkiye’ye gelmeden önce bu konuda bazı kaynaklara başvurmuş olduğu açıkça görülüyordu; o, her yeniliğin, geleneksel kaynaklardan esinlenilerek başarılacağına inanıyordu; ve kendisi de Almanya’da bu tür çalışmalara katkıda bulunmuş, böylesine enteresan bir anlayışa öncülük etmişti.
Önce Hindemith ile halk ezgileri üstünde durmaya karar verildi. Elimizde bir folklor arşivi vardı; daha doğrusu böylesine bir arşivi kurmaya henüz başlamıştık. Derlenmiş olan bazı ezgileri Hindemith dikkatle inceledi. Bunların arasında örneğin, “Akkoyun meler gelir, Dağları deler gelir, Hakikatli yar olsa, Geceyi böler gelir” gibi Anadolu folklorunun en eski ezgileri de vardı. Hindemith hemen kâğıda kaleme sarıldı ve bu ezgileri kendi de armonize edebilme hevesine kapılarak yukarıdaki ezgiyi kendisi de armonize etti, ama pek hoşuna gitmedi. Hindemith halk ezgilerimizi iyice dinleyerek, bestecilerimizin yaptıkları armonizasyonları dikkatle izleyerek yapılması gerekli işe yaklaşmanın daha doğru olacağı kanısına vardı; ve öyle yaptı; çoksesliliğe gitmenin, bu yoldan elde edilecek esinlenişlerin oluşturacağı çoksesli ulusal-çağdaş eserlerle mümkün olacağını söyledi ve bunun her ülkede böyle yapılmış olduğunu örneklerle gözlerimizin önüne seriverdi. Ve sonra biz ona, Ankara Radyosu’nun klasik Türk musikisi ve Yurttan Sesler korolarını da iyice dinlettik, çok memnun oldu.
Hindemith gene Almanya’ya döndü ve bizim için gerekli uzmanları aramaya başladı; ve bu iş birkaç ay sürdü. Bu arada en önemli iş, yıllarca Weimar’da başarılı hizmetler görmüş olan Generalmusikdirektor Dr. Ernst Praetorius’u, ön planda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı reorganize etmek, orkestrayı yönetmek ve Devlet Konservatuvarı’nda ders vermek üzere Ankara’ya göndermesi oldu. Dr. Praetorius, Ankara’da tam on beş yılı bulan bir süre içinde çok başarılı hizmetler gördü. Ankara’da ölen ve kabri Ankara’da bulunan Dr. Ernst Praetorius’a çok şey borçluyuz. Dr. Praetorius, orkestranın maddi manevi her şeyini yeniledi. O zamana kadar orkestra âdeta bir konservatuvar gibiydi ve kendine lüzumlu elemanları arayıp bulur ve onları yetiştirirdi. Ama bir süre sonra Devlet Konservatuvarı orkestraya kaynak oldu ve bu müesseseden yetişen elemanlarla güçlendirilen orkestra, her şeyi ile üstün bir sanat müessesesi olanın niteliğini kazandı.
Hindemith Ankara’da ilk konseri, yıllar boyu sadece kendine özgü bir geleneğin oluşturduğu Cumhurbaşkanlığı Orkestrası ile verdi; ve konseri ufak bir konuşma yaptıktan sonra yönetmek istedi. Kendisine istediği kâğıdı kalemi verdim. Konuşacağı şeyi hemen orada kurşun kalemle yazdı. Bu kısa ama özlü konuşmanın fotokopisi de dışarıdaki salonda, Hindemith’in mektupları arasında sergilenmiştir. Hindemith bu konuşmasında, elde bulunan tek bir orkestra ile de neler yapılabileceğini bizlere anlattı; eline değneği aldı ve kendine has o ince ve duygulu üslubuyla konseri yönetti. Hindemith, iki konser yönetecekti, ama ikincisini yönetmeye vakti olmadı.
Dr. Ernst Praetorius, Ankara’ya gelir gelmez işe dört elle sarıldı. Çok kısa bir süre içinde Türkçeyi öğrendi. Sayın eşi Frau Praetorius, geçen yıl Ankara’da vefat etti ve Cebeci kabristanında eşinin yanı başına defnedildi.
Hindemith’in önerisine göre kurulan Ankara Devlet Konservatuvarı’nın çeşitli ihtisas kolları için, az zamanda yerli ve yabancı uzmanları içine alan bir öğretim görevlileri kadrosu oluşturuldu. Bunların arasında yirmi kadar yabancı uzman ve on beş kadar da Türk vardı. Devlet Konservatuvarı sınıfları, yukarıda da değinildiği gibi, Musiki Muallim Mektebi’nin öğrencileri arasından seçilen yetenekli elemanlarla kuruldu ve müessese ancak 1940 yılında kanuniyet kesbetti.
Hindemith, başlangıçta bize, zamanın ünlü tiyatro ve opera rejisörü Carl Ebert gibi büyük bir sanat adamını göndermede de başarılı oldu. Carl Ebert buraya gelmeden önce, Buenos Aires’deki Teatro Colón’da faaliyetini sürdüren Alman Operası’nı (Deutsche Operntemporada) ve ayrıca İngiltere’de Glyndebourne’daki Mozart Festivalleri’ni ve Floransa’daki Maggio Musicale oyunlarını yönetmekteydi. Önce kendisiyle mektuplaştık. Tekliflerimizi olumlu karşıladı. Kendisini ikna ettik. Nihayet Ebert, Buenos Aires’den döndü ve doğru Ankara’ya geldi.
Bu arada Hindemith’in tavsiye ettiği öteki yabancı uzmanlar da yavaş yavaş Ankara’ya gelmeye başlamışlardı. Sonra orkestraya bir Konzertmeister geldi: Herr Winkler. Daha sonra Zuckmeier gibi çok üstün başarılı ve eğiticilik vasfı ağır basan bir hoca geldi ve bu zat Türkiye’ye uzun yıllar hizmet etti, kaliteli müzik hocaları yetiştirdi; zannederim kardeşi ünlü tiyatro uzmanı Zuckmeier henüz hayattadır. Almanya’dan gelmeye başlayan uzmanlar arasında Lohmann gibi büyük bir şan pedagogu da vardı ve bu muhterem hocaya da çok şeyler borçluyuz. Kendilerinden geniş ölçüde yararlandığımız öteki uzmanlar arasında, hatırlayabildiğim kadarıyla, Friedel Böhm, Kuchenbuch, Braun, Hans Erwin Hey gibi hocalar da vardı. Erwin Hey, ünlü Wagner okuyucusu büyük Hey’in oğluydu; ve kendisinin Küçük Hey (Der Kleine Hey) başlıklı şan metodu vardı ki bu metod özellikle Alman şan eğitim ve öğretiminde çok önemli bir eser olarak etkisini sürdürmüştür, ve dünya çapında bir metod olarak büyük ilgi görmüştür. Hindemith’in bir mektubunda da belirtmiş olduğu gibi, Hey’i bize tavsiye edenler arasında Furtwängler’den başka Hans Fitzner ve öteki tanınmış kişiler de vardı. Şan ve opera eğitim ve öğretimi için Ankara’ya gelen tanınmış kişiler arasında İspanyol asıllı ünlü kantatris Elvira Hidalgo da vardı.
Şimdi biraz da Türk uzmanlardan söz edelim: Yüksek piyano ihtisasını Leipzig’deki Landeskonservatorium’da yapmış olan ünlü piyanistimiz Bayan Ferhunde Erkin ile tahsilini gene aynı konservatuvarda tamamlamış olan ünlü viyolonistimiz Necdet Remzi Atak. Necdet Remzi, Ferhunde Erkin’in kardeşidir. Yüksek şan ihtisasını Berlin’deki Sternsches Konservatorium’da yaptıktan sonra uzun süre İtalya’da staj gören ve Millî Türk Operası’nın 1 numaralı bas-baritonu, yani ilk Türk okuyucusu olan Nurullah Şevket Taşkıran. Tahsilini Paris’te tamamlamış olup, ne yazık ki geçenlerde kaybettiğimiz ünlü piyanistimiz Mithat Fenmen. Yüksek kompozisyon tahsilini Viyana ve Prag’da yapmış bulunan ünlü bestecimiz Necil Kâzım Akses. Tahsillerini Paris’te tamamlayan iki ünlü bestecimiz: Ahmet Adnan Saygun ve Ulvi Cemal Erkin. İki tanınmış müzikologumuz: Mahmut Ragıp Gazimihal ve Halil Bedi Yönetken, ve ben, Almanya’da Leipzig’de okumuş olan Cevad Memduh Altar. Ben, bakanlıktaki yöneticilik hizmeti yanında, ayrıca Devlet Konservatuvarı’nda Sanat Tarihi ve Müzik Tarihi derslerini de okutuyordum. Bir ünlü bestecimiz daha var ki adı Ferit Alnar’dır; ne yazık ki birkaç yıl önce kaybettiğimiz bu bestecimiz de Necil Kâzım Akses’le birlikte Viyana Musiki Akademisi’nde Joseph Marx’ın talebesi olarak yetişmiştir.
Yukarıda adlarını verdiğim Türk uzmanlardan başka, bugün Devlet Konservatuvarı’nda vazife gören ve eğitimlerini Paris’te ve Münih’te yapmış olan genç kuşak bestecileri ve enstrüman öğretim görevlileri de vardır. Devlet Konservatuvarı’nın ilk Türk hocalarından viyolonist Necdet Remzi Atak’ı, bas-bariton Nurullah Şevket Taşkıran’ı, piyanist Mithat Fenmen’i, piyanist besteci Ulvi Cemal Erkin’i, müzikolog Mahmut Ragıp Gazimihal’ ve Halil Bedi Yönetken’i de üzülerek söyleyeyim ki kaybetmiş bulunuyoruz.
Görülüyor ki yukarıda adlarını verdiğim ilk uzmanlardan bir kısmının yetişip memlekete yararlı hizmetler görmelerinde, Türk-Alman kültür işbirliğinin büyük rolü olmuştur.
Şimdi biraz da Hindemith’in yakın dostu ve Hindemith’in de birlikte çalıştığı Lico Amar Yaylı Sazlar Dörtlüsü’nün kurucusu olan viyolonist Lico Amar’dan bahsedelim: Viyolonist rahmetli Lico Amar, Hindemith’in tavsiye ettiği yabancı uzmanlar arasında önemle yer almaktadır; Türkiye’de çalıştığı sürece Devlet Konservatuvarı’na çok yararlı olmuş ve çok sayıda kabiliyetli viyolonistler yetiştirmiştir; bu muhterem sanatçıya da minnettar ve müteşekkiriz. Lico Amar vaktiyle Türk tabiiyetindeymiş, sonra Alman tabiiyetine geçmiş. Bizde önceleri bir Alman uzmanı olarak çalıştıktan sonra, yeniden Türk tabiiyetine geçti, geçti ama aldığı aylık ücret de biz Türklerin aldığımız daha kısıtlı bir ücretin seviyesine düştü. Amar bu duruma çok üzüldü, ama iş bir kere böyle sonuçlanmıştı ve yapacak bir şey yoktu. Onun bu üzüntüsünü gidermeye bir çare aradım ve hemen Sayıştay (Oberrechnungshof) ile temasa geçtim; bir sanatçının dünya çapında tanınmış bir uzman olduğunu kanıtlayacak belgeler elde bulunduğu takdirde, aylık ücretin gene eski seviyesine yükseltilebileceğini öğrendim. Düşündüm taşındım, Hugo Riemann’ın Musiklexikon’una başvurmak hatırıma geldi ve Amar’ın özgeçmişini bu kitapta buldum. Maddeyi olduğu gibi Türkçeye çevirerek, Bakanlığın resmî bir yazısına bağlayıp Sayıştay’a gönderdim; Lico Amar’ın aylık ücreti gene eski seviyesine yükseldi, Amar da üzüntüden kurtuldu.
Şimdi de sizlere bizzat şahidi olduğum, Hindemith ve Carl Ebert ile ilgili çok enteresan bir olayı anlatacağım: Carl Ebert Ankara’da uzunca süre kaldı ve kesintisiz dokuz yıl hem Devlet Konservatuvarı’nın, hem de Devlet Tiyatrosu’nun kuruluş çalışmalarına geniş ölçüde katkıda bulundu (1936-45 arası). Ebert, 1945 yılında “Carmen” operasının sahneye konması hazırlıklarıyla uğraşırken mukavelesi yenilenmedi ve onun işini Renato Mordo adlı bir opera rejisörüne devrettiler. Buna hepimiz üzüldük; ama ben zaten Millî Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılmıştım ve Başbakanlığa bağlı Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün yeni kurulmuş olan Radyo Dairesi Müdürlüğü görevine getirilmiştim (1943’te).
Carl Ebert bizden ayrılır ayrılmaz tekrar Londra’ya gitmiş ve Glyndebourne Mozart Festivalleri’nin başına getirilmişti. 1954 yılında gene Millî Eğitim Bakanlığı’nda görevlendirilmiş ve Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne getirilmiştim; ve bu tarihten önceki dört yıl içinde de Ankara Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü görevini yürütmüştüm; Carl Ebert’ten yoksunluğun üzücü sonuçları apaçık ortada idi. O sıralarda kendi yetki ve sorumluluğumdan yararlanarak Carl Ebert’i tam iki kez Türkiye’ye davet ettim. Beni kırmadı, 1952 ve 1958 yıllarında Ankara’ya gelerek, hem vaktiyle kendisinin kurmuş olduğu Devlet Tiyatro ve Operası’nı denetleyip rapor verdi, hem de eser sahneye koydu; ama sürekli bir hizmet artık kabul etmedi, çünkü Batıda ve Amerika’da çok önemli görevler yükümlenmişti.
Hindemith, bize kendisinin tavsiye ettiği yakın dostu Carl Ebert ile başlangıçta, yani 1936-37 yıllarına kadar, meydana getirilmekte olan eser üzerinde çok iyi anlaşmıştı; işler gelişip olgunlaştıkça, yetki ve sorumlulukların da paylaşılmasında her ikisi arasında bazı anlaşma güçlükleri baş göstermeye başladı. Carl Ebert, “opera benim sahamdır” diyor, Hindemith de ısrarla opera konusunun sadece kendisinin uzmanlık sorumluluğu ile ilgili olduğu tezini savunuyordu; “çünkü opera her şeyden önce müziktir” diyordu. Bu hal zamanla her ikisi arasında kırgınlıklar yaratan büyük bir anlaşmazlığın meydana gelmesine sebep oldu. Bu iki büyük şahsiyetin aralarında vakit vakit geçen anlaşmazlıklar, bizleri nasıl üzüyordu bilemezsiniz.
Günün birinde şefim Cevat Dursunoğlu, bana “aman bunu bakanımız Saffet Arıkan bey duymadan, ne yapalım edelim, olumlu bir sonuca varabilmenin çarelerini arayalım ve her ikisini tam bir anlaşma içinde bir araya getirecek bir formül bulalım” dedi. Bunun üzerine Hindemith’e şöyle dedim: “Siz büyük bir üstatsınız, sizin tavsiyenizle buraya gelen Carl Ebert de kendi sahasında büyük bir üstat; üstelik sizler özel hayatınızda birbirinizle samimi arkadaşsınız da. Gelin bir antlaşma, bir barış antlaşması yapalım ve kompetansları birbirinden kesinlikle ayırıp bir protokole bağlayalım, işler huzur içinde yürüsün”. Bu tarzdaki teklifimi her ikisi de memnunlukla kabul etti. Ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın en alt katındaki Cevat Dursunoğlu’nun karanlık odasında, “mahzen” diye ad koyduğumuz o karanlık odada barış antlaşması için masaya oturduk. Akşama kadar lamba ışığı altında çalıştık bu odada. Hindemith ve Ebert münakaşası oldukça uzun sürdü; nihayet bir anlaşmaya varıldı; maddeler birer birer tespit edildi; makinede ben yazdım. İşte bu Kuyudibi (Kellervertrag) Antlaşması da dışarı salondaki Hindemith mektupları arasında yer alıyor. Bu çalışma sonunda her iki uzman da bir anlaşmaya vardılar ve ikisinin de yüzleri güldü; ben de hayatımda bu iki büyük insanı, altı saatten fazla emek vererek birbirleriyle barıştırabilmiş olmanın mutluluğuna erdim.
Sizlere Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluşuyla ilgili bu çok önemli olayı da anlattıktan sonra, şimdi gene geçmiş yıllara döneceğim: Büyük önderimiz Atatürk, Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı’nın vakit kaybetmeden kurulabilmesiyle ilgili ön çalışmalarla çok yakından ilgiliydi. Ata’nın emirleriyle, zamanın Millî Eğitim Bakanı rahmetli Abidin Özmen’in başkanlığında, 1934 yılında Ankara’da bir Müzik Kongresi toplandı; bu kongreye bizler de çağrıldık. İşte bu kongrede, Ankara’da müzik, opera, tiyatro ve bale sanatlarıyla ilgili bir eğitim-öğretim kurumunun meydana getirilmesiyle ilgili görüşler tartışılacak; teklifler bir rapor halinde tespit edilerek Millî Eğitim Bakanlığı’na sunulacaktı. Sayın bakan -bütün iyi niyetine rağmen- bu işe o kadar yabancıydı ki, uzun süren tartışmalar bakanı hayli yordu. İkide birde kapı açılıyor, özel kalem müdürü içeri giriyor, bakanın kulağına bir şeyler söyleyip gidiyordu; ve bu gidiş gelişler, bakanı büsbütün telaşa düşürüyordu. Meğer Çankaya’daki köşkte kongrenin sonuçlarlını sabırsızlıkla bekleyen Atatürk, sık sık bakanlığı aratıyor ve özel kalem müdürüne verilen emirle, Millî Eğitim Bakanına “Daha bitmedi mi?” diye sorduruyormuş; bakanın telaşı ondanmış.
Bakanlığa sunulacak raporda neler yapılması gerektiğini enine boyuna açıklayacak tekliflerin neler olması gerekeceği üzerinde Kongrece tam bir mutabakata varmıştık. İşte bu rapordaki tekliflerin tatbikine 1935 yılında geçildi; böylece Paul Hindemith’in Ankara’ya davet edilmesini mümkün kılan prensipler de uygulama safhasına girmiş oldu; Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı’nın kurulması ve Batıdan uzmanlar angaje edilmesiyle ilgili teşebbüslere de hemen hız verildi. Altı uzmanın imzaladığı bu raporda benim de imzam var. Halbuki Atatürk, daha önceki yıllarda Ankara’da bir Musiki ve Temsil Akademisi’nin kurulmasını sağlayacak bir yasayı meclisten geçirtmişti. Ne var ki Ata, bu yasayı yürürlüğe koydurmadı, çünkü yasa sadece bir kişi tarafından hazırlanmıştı. Atatürk metni incelemiş ve yetersiz bulmuştu; 1934 yılında onun için Ankara’da bir Müzik Kongresi’nin toplanması ve gerekli teklifleri tespit etmesi imkânını sağladı.
1935 yılında da -yukarıda da değinildiği gibi-, Musiki Muallim Mektebi’nin öğrencileri arasından seçilen yetenekli gençlerle, gene Musiki Muallim Mektebi’nin içinde idareten kurulan Devlet Konservatuvarı faaliyete geçirildi. Ve ancak Mayıs 1940 tarihinde, zamanın Millî Eğitim Bakanı rahmetli Hasan Âli Yücel’in gayretiyle çıkan yeni bir yasa ile kurum legal bir kişilik elde edebildi. Bu işte en büyük kazancımız, 1935’ten 1940’a kadar geçen beş yıl içinde, kurumun kanuniyet kesbetmesi için lüzumlu deneyimi elde etmiş olmamızdır; ve Ata’nın istediği de bu idi. Düşünün bir kere, böylesine bir deneyim elde edilmeden yürürlüğe konacak bir yasa, sonradan ne kadar değişikliğe uğrayacaktı. Bugün 43. yaşını da idrak etmiş bulunan Devlet Konservatuvarı kanunu, bazı yerlerinin yetersizliğine rağmen gene de değerini koruyabiliyor.
Musiki Muallim Mektebi daha sonra, bağımsız bir bölüm olarak, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün bünyesine katıldı; Devlet Konservatuvarı ise faaliyetini gene aynı binada sürdürdü. Haber aldığıma göre kurum, pek yakında, son yıllarda inşası sona erdirilen yeni binasına taşınmak üzereymiş ki, daha 1937 yılında göndermiş olduğu bir mektupta “Yeni okul! Yeni okul! Yeni okul’” diye barbar bağırmış olan Hindemith’in derhal inşasını zorunlu gördüğü Devlet Konservatuvarı binası da ancak 46 yıl sonra gerçekleşmiş oluyor! Paul Hindemith son derece canlı, hareketli ve bütün işlerinde aktif bir insandı. Belki biz Hindemith’ten gereği kadar yararlanamadık, ama elimizden geleni gerçekleştirmekte de pek kusurumuz olmadı.
1938 yılı bizler için çok elemli bir yıldı; cumhuriyetimizin kurucusu, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın gönülden hamisi, büyük önderimiz Atatürk, bizleri ebediyen terk edip sonsuzluğa göçmüştü. Türkiye’de çağdaş sanat reformlarının ve özellikle müzik sanatının, günün gerçeklerine uygun düzeyde gelişimini sağlama yolunda, mümkün olmayanı mümkün kılan Ata, ne yazık ki, çok istediği halde, ufak bir opera temsilini bile görememişti. Çünkü Mozart’ın küçük yaşlarda yazmış olduğu “Bastien ve Bastienne” adlı şarkılı oyun (Singspiel), Ata’nın ölümünden bir yıl sonra ve Ankara’da düzenlenen Basın Kongresi dolayısıyla Türkçe olarak sahneye konmuş ve eserin bu Türkiye prömiyeri, Devlet Konservatuvarı’nın Opera Bölümü öğrencileri tarafından büyük bir başarıyla gerçekleştirilmiş, böylece eser, millî opera repertuarımızın yabancı kaynaklı ilk eseri olmuştur. Bu oyunun Ankara’da ilk kez oynanması, Türk Basın Kongresi’ni umulmadık bir sempatiyle ilgilendirmişti ve günün gazeteleri, bu ilk opera temsiline içtenlikle angaje olmuşlardı. Nitekim o tarihlerin ünlü yazarlarından Halit Fahri Ozansoy, Falih Rıfkı Atay, Akagündüz, Nahit Sırrı Örik ve Mümtaz Faik Fenik gibi başta gelen kalem sahiplerinin ilginç yazıları, Devlet Konservatuvarı’nın Opera Bölümü öğrencilerinin çalışmalarını canla başla ve olağanüstü sevgiyle sürdürmelerine yol açmıştır. “Bastien ve Bastienne” operasının seyirciye sunulan ikinci oyunu ise, ilk oyunundan iki yıl sonra, yani 1941 yılında gene Ankara’da yapılmıştır.
Şimdi sizlere bir önemli anımı daha sunacağım: Günlerden bir gün, Millî Eğitim Bakanı sayın Saffet Arıkan, Carl Ebert ve ben, Devlet Konservatuvarı müdürünün odasındaydık. Bakan, Carl Ebert’e şunu sordu: “Cumhurbaşkanımız sizden şunu öğrenmek istiyorlar: Türkiye’de Türkçe metinli ilk opera, Türk sanatçıları tarafından ne zaman oynanacak?” Ebert hiç tereddüt etmeden, “Beş yıl sonra” dedi; o beş yıl geçti ve Türkçe metinli bir Mozart operası başarıyla oynandı. Carl Ebert haklıydı, çünkü verdiği tarih kesinlikle şaşmamıştı! Bu eserin Türkçe librettosu üzerinde, ben de dahil tam dört kişi titizlikle çalışmıştık (Necil Kâzım Akses, edebiyat hocası Celal Emrem, Ferit Alnar, Cevat Memduh Altar). Ben metni Almancadan Türkçeye çevirdim; besteci Akses ve Alnar, metin üzerinde prozodik işleyişi gerçekleştirdiler; edebiyatçı Celal Emrem de mümkün olduğu kadar edebî bir metin oluşturmaya çalıştı. Bu eserden sonra “Madam Butterfly” ve “Tosca” operalarının sadece birer perdeleri, aynı prosedüre uyularak Türkçe oynandı. Ne yazık ki Atatürk, bütün bu çabaların hiçbirini göremeden ebediyete intikal etmişti.
Şimdi Hindemith ile olan daha başka anılara da değineceğim: Büyük besteci Ankara’ya ilk gelişinde, tabiatı tanımak, gezmek, çevreyi görmek istemişti. Bir gün kendisi için bir sürpriz, yani geleneksel bir kır gezintisi düzenledik ve bir kuzu çevirelim dedik. Hindemith bana, “Bu ne demek?” diye sordu. Ben de “Temizlenmiş bütün bir kuzuyu şişe geçirecekler, ateşte çevirecekler, biz de yiyeceğiz” dedim. Hindemith’in buna pek aklı ermedi ve “Böyle şey olur mu?” dedi; ben de “Olur” dedim. Güzel bir Pazar sabahı, civardaki yeşilliklerle örtülü bir dere kenarına halılar serildi, aşçılar gitti, ateş yakıldı, kuzu çevrildi. Hindemith buna önce şaşırdı, sonra karnı acıkmış olacak ki kuzunun mis gibi kokusunu gülümseyerek karşıladı ve bu kır senaryosuna o derece bayıldı ki kuzuyu bol bol ve istekle yemekte hiçbir kusuru olmadı. Hattâ raporlarından birini, karnı doyduktan biraz sonra, dere kenarındaki ağaçlardan birinin gövdesine yaslanarak, oturduğu yerde yazmaya başladı. Elimizde bulunan bir fotoğrafı, Hindemith’in rapor yazmaktaki keyifli halinin eşsiz bir belgesi olmanın niteliğini taşımaktadır.
1936 yılında Berlin Olimpiyatları oldu. Beni Bakanlığım resmî bir görevle Berlin’e gönderdi; Olimpiyat organizasyonunun en başında olan kişilerle de görüşecektim. Bestecimiz Necil Kâzım Akses de benimle birlikte Berlin’deydi. Hindemith, “Berlin’e gelir gelmez beni mutlaka arayın” demişti. Kendisini telefonla aradık, görüştük. Bize, “O halde bu akşam sizler için evimde bir Soğuk Ördek (Kalte Ente) sofrası hazırlatıyorum ve hepinizi bu sofraya davet ediyorum” dedi. Biz de aynı akşam, soğuk ördek yemeye Hindemith’e gittik; ben yiyeceğimiz ördeğin yaban ördeği olabileceğini düşünüyordum. Sofra hazırlanmıştı ama ortada ördeğe benzer bir şey yoktu. Sofraya oturduk ama ortada gene bir ördek yoktu. Biraz sonra Hindemith’e, “Hani soğuk ördek?” dedim. Hindemith, bizim ne düşündüğümüzün hemen farkına vardı ve keskin bir kahkaha atarak, “İşte içiyorsunuz ya! Soğuk Ördek, bizde şimdi içtiğiniz şu soğuk içkinin adıdır!” dedi. Böylece bizim ördek hayal oldu!
Sonra Hindemith bizi bir gün gene evine davet etti. Meğer kendisi, bir çocuk gibi, oyuncak şimendiferleriyle oynamak meraklısıymış; oyun arkadaşı da ünlü piyanist Walter Gieseking imiş! Nitekim bu büyük piyanist de oradaydı; kendisiyle tanıştık. Ortada, büyüklerin oynayacağı koca koca elektrikli oyuncak vagonlar, raylar, köprüler, tüneller, istasyonlar, inişli çıkışlı rampalar, sinyal lambaları ve daha neler neler düzenlenmiş duruyordu; bir de oyun için gerekli seyir tarifeleri duvarlara asılmıştı. Oyun başladı; ve bu bir yarışmaydı: trenlerin seyir ve hareketinde, oyunu kazasız ve çarpışmasız sürdürenin yarışmayı kazanması gerekiyordu. Ben o kadar heyecanlandım ki, çocukluğum aklıma geldi. Bir ay süreyle iki büyük sanat adamının çocuk gibi yerlere oturup elektrikli trenlerle oynayacakları kimin aklına gelir? İşte büyük besteci Hindemith’in enteresan bir yanı daha! 1895’te doğduğuna göre, 1936’da 41 yaşında. Her yıl o aylarda Walter Gieseking ve daha başka arkadaşlarıyla şimendifer oyunu oynamaya bayılırmış Hindemith. Büyük sanatçının bu tarafını da yakından görüp öğrenmiş olduğuma memnunum.
Bayan Gertrud Hindemith bazen Ankara’ya beraber gelirdi; biz ona Tante Gertrud derdik ve onu çok severdik. Bizim eve gelir ve eşimle şan çalışırdı. Güzen ve narin bir sesi vardı; piyanoda eşimin eşliğinde Schubert, Schumann, Mendelssohn ve Brahms’ın Lied’lerini, daha çok marke ederek okumayı çok severdi; ve o kadar güzel okurdu ki, onu hayranlıkla dinlerdik. Bütün bu hatıralar, Bayan Hindemith ve bu vesileyle edindiğim unutulmaz izlenimler, yaşayabildiğim sürece muhakkak ki beni hiçbir zaman bırakmayacaklar!
Bakın Hindemith ne demiş: “Kendini düşünme, yanındakilere ne vereceğini düşün!” Bu güzel öğüdü, dün akşamki konferansında sayın Dr. Rexroth ne güzel dile getirdi. Ben de bu sabah bir topluluk önünde yaptığım konuşmada, bu sözleri dinleyenlerime Hindemith’e atfen aynen tekrarladım. Hindemith, bildiklerini hakikaten başkalarına cömertçe veren bir insandı; ne güzel şey!; o daima yanındakilere karşılık beklemeden verebilmenin hazzına ulaşmıştı. Hindemith, yukarıda da değindiğim gibi, hakikaten büyük bir pedagog idi. Onun verdiği raporlardan yararlanarak ne verimli sonuçlar elde ettik. Şimdi de sizlere bu işin bir bilançosunu sunayım, sonra da sözlerime son vereyim:
Ankara Devlet Konservatuvarı 1940’ta artık bizim için en başta gelen bölümlerle kurulmuş ve böylece kanuni bir kişilik de elde etmişti. Beş yıllık bir eğitim ve öğretimle yetişen öğrencilerimizi, konservatuvarın tam olarak teşekkül eden bölümlerine aktardıktan sonra yapılan çalışmalarla, Ankara Devlet Tiyatro, Opera ve Balesi’nin ayrı bir müessese olarak kurulup gelişimini sürdürmesi imkânları da sağlanmış oldu. Ve daha sekiz yıl devam etmiş olan sıkı bir çalışmadan sonra, nihayet Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi kurulup, üç yıl gibi kısa bir sürede noksanlarını tamamlayabildi (1948-49-50). Böylelikle artık millî Türk Operası’nın da kültürel geleneklerimize dayalı eserlere kavuşması imkânlarına da yaklaşılmış olunuyordu.
Devlet Tiyatrosu ve Operası kurulduktan sonra, önce tabiatıyla millî Türk operasının doğuşuna örnek olmanın niteliğini taşıyan, Batının belli başlı eserlerinin oynanmalarına önem verildi. Bu çalışmalarımızda, bütün ülkelerde olduğu gibi, karşımıza koskoca bir Verismo türü, yani Puccini, Mascagni ve Leoncavallo çıktı. Hindemith’in raporundan da yararlanarak kurduğumuz Devlet Konservatuvarı’nın, beş yıllık bir deneyimden sonra elde ettiği bu tür bir sonuç, memnunluk verici bir aşama idi, çünkü Hindemith’in ektiği tohumlar filizlenmeye başlamıştı. Daha sonraki yıllarda kurum geliştikçe, başka eserler de oynanmaya başlandı. Hattâ 1957 yılına da gelinmişti ki, sırf Türkiye’de yetişmiş bir opera sanatçımız, Leyla Gencer, Fransız bestecisi Francis Poulenc’in, dünya prömiyeri gene aynı yılda Scala’da yapılmış olan “Les dialogue des carmelites” adlı operasının baş rolünü olağanüstü bir başarıyla oynadı. Gencer, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda yetişmiş ve sanatını, Ankara Devlet Operası sahnesinde geliştirmişti. Büyük sopranomuz Leyla Gencer’in Scala’daki bu oyununda, bir tesadüf eseri olarak ben de bulunmuş ve onu, tüm seyircilerle birlikte ben de heyecanla alkışlamıştım.
Nihayet 1958 yılına da gelinmişti. Bu yıl bizim için çok enteresan bir olaya şahit oldu, çünkü o yıl müessesenin başında bulunan tanınmış bestecimiz Necil Kâzım Akses, programa Richard Strauss’ın “Salome” ve Carl Orff’un “Akıllı Kız” (Die Kluge) adlı eserlerini almış ve çalışmaları bu iki eserin sahneye konması amacına yöneltmişti. Eğer Hindemith ile başlayan ilk çalışma ve deneyimler olmasaydı, böylesine bir programın uygulanmasına nasıl cesaret edilebilirdi? 1939’dan 1957 ve 1958 yılına kadar geçen 23 yıl gibi kısa sayılabilecek bir süre içinde olup bitmişti bu işler. Opera sanatının Batıda en azından dört yüz yıllık bir geçmişi var. Bu tür bir geçmişin bu sanata getirdikleri göz önünde. Ama bu işe henüz el koymuşlar için, mutlaka dört yüz yıl gereklidir diye düşünmenin de yanlış olduğu kanısındayız.
Richard Strauss’ın “Salome” operası, 1958 yılında Ankara Devlet Operası sahnesinde Türkçe olarak büyük başarıyla oynandı; bu eser için Batıdan bir de rejisör davet edilmişti. Aynı programda Carl Orff’un “Akıllı Kız” adlı eseri de yer alıyordu ve bu opera da Türkçe olarak aynı rejisör tarafından sahneye kondu; sanatçılarımız seyirciler tarafından uzun uzun alkışlandı. Bütün bunlar çağdaş eğitim ve öğretimin feyizli meyveleriydi. Uygarlık tarihinin bu güçlü eserlerinin verdiği ilhamla, millî Türk operaları da gelişimlerini hızla güçlendirme safhasına girdiler. Artık tabiatıyla kendi ana dilimizden, kendi tarih, örf, âdet ve geleneklerimizden elde edilen esinlenişler, millî operalarımıza konu oluyordu; arada serbest esinlenişlerin verimi olan eserlerin de repervuarda yer aldıkları görülüyordu.
Ne var ki ulu önder Atatürk’ün yakın ilgi ve yardımlarıyla, Türkiye’de bu konuda henüz hiçbir şey yokken de, tüm imkânsızlıklara rağmen millî operaların yazılabilmesi yolları denenmiş, bestecilikte Batıda ihtisas yapmış sanatçılarımızın gayretleriyle eserler yazılmış, başarıyla oynanmış ve müziğin çeşitli dalları arasında operaya da yönelme azmimiz kanıtlanmıştı (Öz Soy, Taş Bebek ve Bayönder operaları). Hiç şüphe yok ki bu uğraşlar, bizim ulusal-çağdaş müziğimiz alanında yapılan ilk deneyimler olmanın önemini taşıyordu; ve o tarihlerde Ankara’da ne bir opera koro ve balesi, ne opera orkestrası, ne de bir iki kişi müstesna, bu konularda kendilerinden yararlanabileceğimiz sanatçılarımız vardı.
1934 yılında Türkiye’yi, Atatürk’ün konuğu olarak, o zamanki İran’ın hükümdarı Rıza Şah Pehlevi ziyaret edecekti ve yukarıda adları belirtilen eserlerden ikisi bu nedenle, üçüncüsü de Ata’nın Ankara’ya ayak basışının 15. yıldönümü nedeniyle bestelenmişti. Nitekim bu operaların oynanabilmeleri için, operanın ne olduğunu henüz bilmeyen lise ve orta okulların kız ve erkek öğrencileri arasından seçilen yetenekli elemanların bir araya getirilip koro için çalıştırılabilmelerinin gayretine düşmüştük; Ankara Beden Eğitimi Yüksek Okulu öğrencileri ise baleyi oluşturmada bize yardımcı oldular. Daha sonra da İstanbul’da ve Ankara’da bulunan, kendi kendilerini yetiştirmiş bazı kadın ve erkek okuyuculardan rol alabilecek, başrolleri oynayabilecek elemanları arayıp bulduk. Sıra orkestraya gelmişti; onu da Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nı, İstanbul Belediyesi Yaylı Sazlar Orkestrası ve Cumhurbaşkanlığı Bandosu’nun icracılarıyla takviye ederek, opera için gerekli orkestrayı organize etmeyi başardık. Eserlerden ilk ikisi, İran Şehinşahı’nın Ankara’yı ziyareti, üçüncüsü de Atatürk’ün, İstiklal Savaşı’nda Ankara’ya ilk olarak ayak basmış olmalarının 15. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen törenler gereğince, Ankara Halk Evi sahnesinde umulmadık başarıyla oynandı ve bütün bu olağanüstü uğraşının tek kaynağı, Atatürk gibi bir önderin yenilmez iradesiydi.
Yukarıda açıkladığım 1957 ve 1958 yıllarındaki başarılardan sonra, artık San Carlo, Viyana, Münih, Venedik, Paris, San Francisco, Londra, Moskova, Dublin, Leningrad, Prag, Hannover, Hamburg, Düsseldorf, Brno, Bratislava, Amsterdam, Helsinki, Bükreş ve Belgrad operalarına giden yollar da Devlet Konservatuvarlarında yetişen opera sanatçılarına açılmıştı; hattâ balecilerimiz, Moskova’da Bolşoy Balesi’nde bile alkışlanıyorlardı. Devlet Konservatuvarı’nda yetişen virtüozlarımız, Batının belli başlı kentlerinde konserler ve resitaller verdiler ve halen de vermektedirler. Bu sanatçılarımız aynı zamanda çağdaş Türk bestecilerinin eserlerini de yorumlayıp tanıtabilmenin çabası içindedirler.
Dünyaca tanınmış bestecilerimizden Adnan Saygun’un büyük-opera türünde yazmış olduğu “Kerem” operasının dünya prömiyerinin 1953 yılında Ankara Devlet Operası’nın sahnesinde üstün bir başarıyla oynanmasında, Devlet Operası’nın o zamanki genel müdürü olarak benim de gönülden emeğim ve hizmetin geçmişti. Adnan Saygun, daha sonraki yıllarda, gene büyük-opera türünde “Köroğlu” operasını yazdı ve bu eser de 1973 yılında Uluslararası 1. İstanbul Festivali için düzenlenen programa alınarak sahneye kondu. Adnan Saygun, üçüncü büyük sahne eseri olarak da “Gilgameş Destanı”nı epik-dram olarak bestelemiştir.
Genç kuşak bestecilerimizden, Arthur Honegger’in öğrencisi olarak yüksek ihtisasını Paris’te yapan Nevit Kodallı ise, Van Gogh’un doğum yıldönümü nedeniyle “Van Gogh” adlı bir opera yazmış ve eser Brüksel’deki Théâtre Royal de la Monnais’nin repertuarına alınmıştır. Brüksel’de bu tiyatronun Genel Müdürü’yle bu konuda görüştüm ve ilgilerine teşekkür ettim. Nevit Kodallı da “Gilgameş Destanı”nı opera olarak bestelemiştir. Öteki bestecilerimizden Sabahattin Kalender, “Nasrettin Hoca”, “Deli Dumrul” ve “Karagöz” adlı operalar yazmıştır. Besteci Ferit Tüzün, ki maalesef çok genç yaşlarda onu kaybetmiş olmanın üzüntüsü içindeyiz, antik bir konu seçmiş ve “Midas’ın Kulakları” adlı bir opera bestelemiştir. Sonra opera yazan en genç kuşak bestecilerimiz de vardır ki bunların arasında Cengiz Tanç “Deli Dumrul”, Çetin Işıközlü “Gülbahar”, Okan Demiriş ise “IV. Murat” adlı operaları bestelemişlerdir. Ankara, İstanbul ve İzmir Devlet Konservatuvarlarında yetişen genç kuşak bestecilerimizden bazıları, büyük bir tutku ile opera da yazma çalışmalarını ilgiyle sürdürmektedirler.
Görülüyor ki, Paul Hindemith’in Ankara’da bir Devlet Konservatuvarının kurulmasıyla ilgili olarak, 1935 yılında sunduğu rapordaki önerileri, sadece Ankara’da bir Devlet Konservatuvarı kurma yolunda yararlı olmakla kalmamış, büyük bestecinin bu önerileriyle serptiği tohumlar, elli yıla yaklaşan bir süre içinde feyizlenip yeşererek, meyvelerini İzmir ve İstanbul’da da vermeye başlamıştır. Bu yolda sürdürülen gayretler, İzmir ve İstanbul’da da birer Devlet Konservatuvarının kurulup gelişmesine, Ankara, İzmir ve İstanbul’da yetişen elemanlarla, gene bu üç kentte, Devlet Opera ve Baleleri ile, Devlet Senfoni ve Opera Orkestralarının kurulabilmelerine imkân sağlanmıştır.
Bütün bunlar, Paul Hindemith ile olan verimli bir başlangıcın sağlıklı ürünleridir. Onun için Hindemith’i, Alman Kültür Enstitüsü tarafından Ankara’da büyük bir başarıyla düzenlenen Hindemith Haftası’nda, yürekten sevgi ve saygıyla anıyorum.
Sözlerime burada son verirken, Ankara Alman Kültür Enstitüsü’nün sayın Müdürü Dr. Hohl’e, onun değerli mesai arkadaşlarına ve sayın dinleyenlerime bir kere daha teşekkür ederim.