
Mimar Sinan Dergisi
Sayı: 8
Aralık 1969
“Devlet armasını,
sembolik bir insan başı olarak
temsil etmeli!”
Kemal Atatürk
Çağımızda toplum kalkınması için yatırıma büyük önem veriliyor İnsanoğlunun gelişim zorunluluğundan doğan iktisat kanunları çeşitli sorunlara özellikle önem veriyor; ve bunların gereğince çözümlenmesiyledir ki toplum düzeni korunuyor. Bütün bu eylemleri değerlendirecek varlık yalnız ve yalnız insan olduğuna göre, yatırımın her şeyden önce kişinin moraline yöneltilmesi gerçeğini görmezlikten gelmeye imkân yok. Çünkü toplumun değişim ve gelişimiyle ilgili sorunların en başında insanın değişim ve gelişim sorunu ön planı alıyor. Hattâ teori ve aksiyonun ana kaynağı demek olan insanın gereğince eğitilememesi, başka bir deyişle moral yönden ihmali, yatırımların tümünün ihmaline, soysuzlaşmasına yol açıyor; toplumun korkunç bunalımlarla sarsılmasına sebep oluyor.
İnsana yatırımın en ön planda göz önüne alınması gereken çağımızda, ihtiyaçları önem derecesine göre sıraya koyup, birini karşılayınca öbürüne el atma türünden bir metoda da baş vurulmaması gereklidir. Çünkü çeşitli engellere göğüs gere gere sık sık duraklamak zorunda kalmış, yol alabilme gücünü uzun süreler yitirmiş toplumlarda, özellikle insana yatırımın öngördüğü, yani kişinin eğitimiyle ilgili sorunların eşit düzeyde ele alınması artık kaçınılmaz bir zorunluluk olmuştur. Bu da gösteriyor ki, tehlikelerin en büyüğü, maddeye yapılan yatırımların yanında, insan moraline yöneltilmesi gerekli yatırımlara öncelik tanınmamasıyla başlamaktadır ve moral açıdan yardım görmemiş, gereğince eğitilmemiş insanın elindeki yatırımların hepsi boşuna harcanıp kaybolmaya mahkûm olmaktadır.
Eğitim ve öğretimin, yani kişinin moraline yatırımın temel amacı, normal bir insanı ruh ve fizik sağlığıyla çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmaktır. Kişinin moral yönden olgunluğa ulaşması ise, ahlâkla ilgili anlam ve uygulamaların, ahlâkın dinamik gelişimi demek olan fazilet ilkelerine sürekli katkıda bulunmasıyla mümkündür. O halde insanın, çağdaş uygarlığın öngördüğü üstünlüğe ulaşabilmesi, yani kendine ve çevresine yararlı olabilmesi, ancak moralitede sağlanması gerekli denge ve düzenle gerçekleşebilir. Moral düzen, insanı insanla hür vicdanda birleştiren ortak bir denge olma niteliğindedir. İnsanları ruhsal mutlulukta karşılaştıran böylesine bir denge dışındaki her düşünce ve eylem, ancak bölücü bir baskı, yani bir dogma ideolojisi olma niteliğini taşır. Çünkü dogma her şekliyle, vicdanları körü körüne güdebilmenin yasasıdır; amacı da kurulu düzenleri bozmak, tanınmış değerleri yok etmektir. Bu türlü davranışların temel prensibi, bilgiyle tanıtmak, ya da tanımak değil de baskıyla inanmaya zorlamaktır. Meselâ hurafe dindarlığının insanoğluna bellettiği dogmatik inanç, korkunç bir baskı aracı olduğu gibi, inançta dogma, istekte dogma, sevgide, saygıda dogma türünden inançlar da hep aynı amaca yönelen olumsuz etkenlerdir. Bunlar insanları hür vicdanda birleştiren mutluluk faktörlerini yüzyıllar boyunca silip süpürmüş, serbest düşünüşü yeşermeden çürütmüştür.
Özellikle çağımızın bazı çevrelerinde görülen sözde ilericilik hamlelerinden biri ve belki de en önemlisi “beyin yıkama” teorisidir. Bu baskı teorisine göre, insanlığın binlerce yıllık görgü, bilgi ve denemeye dayanarak sayısız düşünce ve yargının sonunda elde ettiği moral ilkelerin hepsi insan beyninde boşuna yer tutan bir yük olmaktan ileri gidemez hale gelmiş de, insan, beyni yıkanarak, yani bunları unutarak bu zararlı yükten kurtarılacak ve boşalan yeri, yaşadığımız çağın gerektirdiği yeni düşünce, kanı, yargı ve inançlar dolduracakmış (!). O halde durum en azından şöyle olacak: Hür insan, yani hürriyeti başkasının hürriyetinin başladığı yerde sınırlanan insan, artık düşünüp yargılama zahmetine katlanmayıp sadece güdülecek, medeni cesaretin üstün örneklerini verebilme gücünü kaybedecek ve ancak dıştan geleni uygulamakla görevli bir robot olabilmenin gayretine düşecek ve böyle olduğu sürece çağımızın ilerici insanı sayılacak (!). Tabii bu insanın beyni yıkanmış ve o zaman kadar edinmiş olduğu görüş ve kanılardan arınmış olduğu içindir ki, bu güdülen yaratık sadece kendisine yeniden verilecek direktiflerin değerlendiricisi, yani âdeta elektronik bir beyin (computer) olmanın niteliğini kazanacaktır; kısacası robot olacaktır. Böyle bir fonksiyon, insanoğlunu gerçek benliğinden olduğu kadar, geçmişinden de koparıp alacaktır ki, dogmanın istediği de budur.
Konunun biraz daha incelenip yorumlanmasına gelince: Yukarıda açıklanan metodla elde edilen robot-insan, düğmelerine gene insan eliyle basılınca, hür düşünce, kanı ve yargı yoluyla düşünsel gelişimine yeni ilkeler katamayacaktır; aksine içinde gene insanoğlunun yerleştirdiği mekanik imkânların belirli sınırları içinde dönüp dolaşacaktır. Kaldı ki, günümüzün teknik olağanüstülüğü açısından sanki insandan daha yüce bir varlıkmış gibi nitelenen computer’in elektronik gücü de bundan başka bir şey değildir. Bu güç, akıllara hayret veren başarısıyla bile, içine önceden konandan başkasını yansıtamayan teknik bir araç olmanın önemini taşımaktadır. Bu takdirde, kendine yapılacak her yatırımı değerlendirip feyizlendirebilmenin sırrına ulaşmış olan insanın computer ile kıyaslanamayacağı muhakkaktır. Çünkü computer, dünyalar durdukça akıldan ve ruhtan yoksun kalacaktır. Computer, durup dururken herhangi bir konu üstünde ansızın düşünmeye başlayamayacaktır; sevgiyle yanıp tutuşamayacaktır; şefkat, merhamet, af ve hoşgörü duygularını tanıyamayacaktır; olağanüstü olaylar karşısında yüzü kızarmayacak, gözü yaşarmayacaktır; umutsuza umut, mutsuza teselli bulamayacaktır; hele medeni cesaretin ne demek olduğunu hayatı boyunca anlayamayacaktır.
O halde iyice düşünülecek olursa, böylesine bir fonksiyonun gerekleri açısından yetiştirilecek olan robot-insan, kendine öz ilericilik anlayışıyla (!) bilgi ve zekânın meşru verimi olması gereken emeği sahibine hak tanımamakta ve verimin sözde eşit bölümünü emreden baskı yollarına baş vurarak, tabiata karşı koyabileceğini sanmaktadır; hattâ daha da radikal hareket ederek haksız iktisabı, moral yatırımın sağlayacağı inançla önleyebilme zahmetine de katlanamayacağını açıkça söylemekten çekinmemektedir. Tabii böylesine bir tutumun sonucunu şu formül ile yorumlayabilmek de mümkündür: “Moral yatırımın uzun vadeli zahmetiyle yorulmaktansa, amaca kısa yoldan varabilme açısından insanı baskı ile gütmek ve düşünerek yargılama gücüne yer vermemek!”. Çok şükür ki böyle bir tutumun yarattığı tehlike, dünya yüzünde artık yer yer anlaşılmış ve gereken tedbirlere az çok el atılmıştır. Bu gerçek karşısında, insanoğlunun gelişim grafiğindeki iniş çıkışlara rağmen, moral yatırıma ister istemez yer verilecek, kişi ve toplum bu yolda feyizlenip yeşermeye ister istemez devam edecektir. Çünkü insanı aya ulaştıran tekniğin babası von Braun bile, her şeyden önce insana yönelmenin zorunluluğuna değinmiştir ve son günlerde yayınlanan bir yazısında, insan aklına ve moraline yapılacak yatırımın sorumluluğunu gereğince belirtmiştir. Von Braun, uzayda insanın yerini dogmatik ideolojiye göre artık makinenin alacağı yollu kanıya şu cevabı vermektedir: “…hiçbir şey insanın yerini alamaz, uzaya gönderilen makinelerin bakımı ve modern hale getirilebilmesi için de insan gereklidir…”. Öte yandan uzayın araştırılması çabasına emeği geçen astronot Michael Collins kadar hiç kimse insanla makine arasındaki farkı değerlendirmeyi gereğince başaramamıştır. Collins, astronot Armstrong’un ayağını aya bastığı ânı izleyen günlerde yayınlanan bir yazısında, ay yolculuğunu anlatırken, uzayda sımsıkı kapalı bir kabin içinde geçen izlenimlerini açıklamakta ve şöyle demektedir: “Bu arada elektronik beyin de bana her şeyin yolunda gittiğini söylüyordu. Fakat bu ne de olsa şahsiyeti bulunmayan bir mesaj. Hiçbir zaman pencereden dışarı bakıp gözle görmenin yerini tutmuyor.”
İnsan vicdanını öteden beri bayağı bir dogmanın sınırları arasında gütmekte ısrar etmiş olan din çevrelerine bile bugün artık zekânın kısıtlanamayacağı kanısı ağır basmaya başlamıştır. Katolik dünyasının tek egemen başı Vatikan, ayın fethinden ötürü radyo ile yayınladığı bildiride, hür insanı tanımak zorunda kalmış olduğunu çekinmeden açıklamış ve bilimin şaşmaz geçekleri karşısında öteden beri savunduğu yanlış bir görüşe yüz çevirdiğini belirtmekten kaçınmamıştır. Nitekim Vatikan bu münasebetle yayınladığı bildiride şu olağanüstü kanıyı serbestçe açıklamıştır: “…Ay şimdi insan gücünün sembolüdür ve insanoğlunun bu başarısıyla bile ayı putlaştırmaması gerekir”. Bu da gösteriyor ki Vatikan’ın kabul etmek zorunda kaldığı güçlü insanı ve onun hür düşüncesini bütün dogmalardan uzak tutmak, makineyi insanın yerine geçecek araç olarak benimseme hatasına düşmemek gerekir. Onun için günümüzde insan moraline yapılan yatırıma yön vermek, insanı her şeyden önce tabii hukuktan yoksun kılmamakla mümkündür; yani insanın, düşünce, duygu, yargı ve hareket özgürlüğünün sınırları içinde ve baskının her şeklinden korunarak eğitilmesi lazımdır.
Baskı metodlarının hür, müsamahalı eğitime karşıt olduğu apaçık bir gerçek olduğuna göre, dogmaların sözde ideolojisini yapmaya yeltenen yönetim düzenleri, kişiyi ve toplumu gerçeklerden uzak tutmak yolunu öngörmektedir ve bunu uygulama sisteminin en etkilisi ise zulümdür. Dogmayı yaşatan bellibaşlı kaynaklar, -tarih boyunca görülmüş olduğu gibi- teoloji veya tradisyon alanlarında görülen ve hurafeye dayanan davranışlardır. Bunlardan ayrı olarak insanoğlunu özellikle 18. yüzyıl içinde sosyal-ekonomik doktrinler de bütün gücüyle baskı altına almaya başlamıştır. Bunun sonucu, dogmaların insan moraline yöneltilecek her yatırıma engel olmasına, toplumların demokrasiye ulaşma çabasının yer yer sıfıra inmesine yol açmıştır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, kişiye ve topluma moral alanda yatırım yapma çabasını özlü gelenekler değil de kurallaşıp değişmezlik vasfını kazanmış görenekler de ayrıca zedelemektedir. Büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp’in gelenek ile göreneği (kaideyi) birbirinden kesin sınırlarla ayırt eden ünlü yorumu, işin içyüzünü gereği gibi açıklama bakımından olağanüstü önem taşımaktadır. Bu konuda Ziya Gökalp kısaca şöyle demektedir: “…Her biri bağımsız ve kesin birer âlem olan görenekler (kaideler) oturdukları yerlerde oturdukları gibi kalırlar; bir gelenek yaratamazlar. Gelenek ise yaratım ve gelişim demektir. Çünkü gelenek, çeşitli anları birbirleriyle eriyip kaynaşmış bir geçmişe, hareket ettiren bir güç gibi arkadan ileri doğru iten tabii bir akıma sahiptir ki sürekli olarak yeni gelişimler, yeni eğilimler doğurabilir. Gelenek, kendi başına doğurucu ve yaratıcı olmakla birlikte, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerde, damarlarındaki besi suyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez…”. Bu yorum da gösteriyor ki, insan moraline yatırımın verimli meyvelerinden biri de gelenekten alınan hızdır.
İnsana yatırımın bir diğer temel faktörü daha vardır ki o da insanın fizik varlığına yapılması gerekli yatırımdır. Madde ve ruhun bölünmez bileşiminde yer alan fizik varlığımıza gereğince yatırım yapılamaması, moral varlığı da olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ikili sentezin ancak aşırılıktan arınmış bir ortamda bağdaşabilmesiyledir ki insan ve toplum dengeli bir mutluluğa ulaşabilir. Onun için refahın tek taraflı olarak yalnız emeğin bölünmesi zorunluluğunda aranması, insan moraline olumlu yolda yatırım gerçeğine uymamaktadır. Çünkü moral dengede asıl olan, doğru yolda gelişen aklın hakkını tanımaktır. Kaldı ki, insanoğlunun sadece bu yoldan kendine ve çevresine yararlı olacağı muhakkaktır.
Toplumu olumsuz yolda etkileyen dogmanın her şeklini bilgiden gelen inançla önlemede azimli olmak, insanları hür ahlakta birleştiren ruhsal değerleri tanımakla mümkündür. İnsan topluluklarını umutla besleyecek tek kaynak, morale yatırımın zengin sonuçlarıyla dolup taşan tarihtir. Morale yatırımın verimli sonuçları zamanla anlaşılmamış olsaydı, dünya tarihinde Yeni Çağı açan Fatih Sultan Mehmet’in bilimde ve sanatta evrenselliğe giden yolu bulmak için Rönesans’tan da yararlanması mümkün olur muydu? Sultan Süleyman, -topluma töre ile düzen veren- belli başlı kanuncular arasında yer alır mıydı? Koca Reşit Paşa Tanzimat’ı ilan edebilir miydi?, ve sık sık bıraktığı vezirlik payesi kendisine gene sık sık verilebilir miydi? Morale yatırımın feyizli sonuçları olmasaydı, çağımızın büyüklerinden Dr. Albert Schweitzer, Strasbourg’daki sıcak yatağından, üniversite kürsüsünden ve çevresindeki güler yüzlü insanlardan ölünceye kadar yoksun kalmaya razı olup, bütün ömrünü Afrika’daki aç ve çıplak zencileri korkunç hastalıklardan koruma mücadelesinde seve seve tüketir miydi? Morale yatırım olmasaydı, cumhuriyetin kurucusu Atatürk, kaybedilmiş bir savaştan sonra, imkânsızlıklar içinde bunalmış kalmış bir milleti sonsuz esirlikten kurtarma azmiyle, İstiklal Savaşı gibi tarihte eşine az rastlanan bir hesaplaşmaya cesaret edebilir miydi?, ve Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma yolundaki çabasıyla, insana yatırımın üstün örneklerini verebilir miydi?
Gene insana yatırımın feyizle sonuçlarıdır ki, günün birinde Ata’nın şu sözlerini dünya tarihine mal etti: “…İnsanın kişisel çabası, ekonomik gelişimin esas kaynağı olarak kalmalıdır. Kişilerin gelişimine engel olunmaması ve onların özellikle iktisat alanındaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde, devletin kendi faaliyetiyle bir engel meydana getirmemesi, demokrasi prensiplerinin en önemli esasıdır…, demokrasi memleket aşkıdır, aynı zamanda babalık ve analıktır… demokrasi esasında kişiseldir; bu vasıf, vatandaşın egemenliğe insan sıfatıyla katılmasıdır…, hükümet kurmanın amacı, kişisel hürriyetin sağlanmasıdır…, kişinin birinci hakkı, tabii kabiliyetlerini serbestçe geliştirebilmesidir…, devletsiz bir toplumun veya zayıf bir devlet hayatının sonucu, herkesin herkese karşı mücadelesidir…, böyle bir savaşın, çoğunluğun hürriyetini bozmayacak nitelikte tadili gerekir…, çeşitli inançlara sahip olan kişiler, birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa…, hattâ sadece birbirlerine acıyorlarsa, bunlar müsamahadan yoksun olan mutaassıp kişilerdir…, her yerde görülebilen barış manzarasının temeli, taassupla hür düşünüşün birbirine karşı olan kin ve nefreti üstünde kuruludur…, bu temelin devrilmemesi, kin ve nefret temelini dengeli tutan fazla güçten ileri gelmektedir…, bu durumda görülen müsamaha değil, güçsüzlüğün dermansız koyduğu taassuptur…, gerçek hürriyetçiler, müsamahanın bir ahlak düzeni olmasını isterler; fakat iyi niyetle de olsa taassup hatalarına karşı dikkatli olmaktan vazgeçemezler. Çünkü bunlar iyi niyetle hiçbir zaman hiçbir şeyi onaramamışlardır. İnsanların, ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz… Bütün insanlar bir toplumsal bedenin organlarıdırlar…, ve bu sebeple birbirlerine bağlıdırlar…, bu bağlılık bizi başkaları için müsamahalı yapar, çünkü başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek suçlu olduğumuzu gösterir.”
Ahlaka yatırımın Ata’nın yukarıdaki sözlerinde beliren üstün sonuçlarına, insanlık tarihinden daha başka örnekler de vermek mümkündür. Dünya tarihine hür ve laik vicdanın ilk anasını mal etmiş olan Fransa’da, şartlı krallık yönetimine giden yolu açanların en başında Mirabeau gibi bir devlet adamının gelebilmesi için, o çağlardaki irfan hayatında bile insan moraline özlü yatırımlar yapılmıştır. Nitekim bu yatırımlarladır ki, günün birinde Fransa kralının emriyle kolundan tutulup parlamentodan dışarı atılması gereken Mirabeau, medeni cesaretin en üstün örneğini vererek, yerinden kıpırdamamış ve kralın emrini kendisine sertlikle dikte eden memuruna şöyle demiştir: “Gidin efendinize söyleyin, bizi burada tutan güç milletin iradesidir! Ve bizi buradan ancak süngü gücü dışarı atabilir!”. Mirabeau’ya bu cesareti veren inanç, insan moraline yatırımın eşsiz sonucu değildir de nedir?
Yaşadığımız günlerin üzücü olayları, gerçekleri görememenin veya görmezlikten gelmenin acı örneklerini vermektedir; öyle ki, zamanımızda kişiyi ve toplumu gereğince tanıma çabasından yoksun bırakan dogma diktaları insanoğlunu sürekli baskısı altına almaktadır ve bu yüzden insan körü körüne inkârcı, isyancı olmaktadır; böylelikle umut kırıcı olayların meydana gelmesine yol açmaktadır.
Çağdaş uygarlığa olumlu yolda katkıda bulunabilen topluluklar, dine ve kişinin dinsel inancına saygılı ve müsamahalı olan laik topluluklardır. Bu toplumların temel prensibi, her şeyden önce sevgi ve saygı esasına dayanmaktadır. Buna zıt tutumlar ise, dogmanın eseri olma niteliğindedir. İnsana yatırımı önleyen baskı metodlarının insanoğluna zorla unutturmaya çalıştığı faktör, sadece sevgidir. Bu faktörün gereği gibi elde edilip benimsenmesinde bilim ile sanatın rolü büyüktür. Bundan dolayı devlet yönetiminin, vatandaşın bilim ve sanat eğitimine gereğince önem vermesi gereklidir.
Tarih de göstermiştir ki, morale yatırımın temel hücresi olan sevgi, sadece vicdan hürriyetinden feyiz alarak yeşermekte, olumlu sonuçlar vermektedir. Onun için bu yola ayak basan insan, Tanrı ile arasında aracı tanımaz, dine saygılıdır, hurafeye karşıdır, bilime ve sanat bağlıdır, ahlaka değer tanır, gelenekten hız alır, yeniliğe yönelir, baskıya hak tanımaz, inancını savunur, üstün fikri benimser, müsamahaya değer verir, duyguda ölçülüdür, maddeyi amaç değil araç bilir. Hür vicdan, müsamaha ile ihmali ayırt eder, doğrudan şaşmaz, gerçekten kaçmaz, kin gütmez, nefret edemez, çünkü insandan vazgeçemez, kötülüğü korktuğu için değil, fena olduğu için yapmaz, baskıya boyun eğmez, medeni cesaretin üstün örneğini vermekten haz duyar. Hür vicdan güven yaratır ve güvenir; insana kendini bilmeyi öğretir; akıl ile duyguyu mutlu bileşime ulaştırır.
Bütün bunlara rağmen yanlıştan büsbütün ayrılamayacak varlık yine de insandır. Çünkü hayatın gölge-ışık tezatları, moral dengenin inişi ve çıkışıdır. “Çok ışık olan yerde çok gölge olur!” sözü yerinde bir düşünüştür; gerçek hayat da budur. Önemli olan, morale yatırımı önleyecek etkenleri karşılamak, moral düzeni dengede tutmaktır. O halde dengenin bozulmamasını sağlayacak tek gücün düşünce gücü olduğuna şüphe etmemek, bu üstün faktörün dogmaya esir düşmemesine gayret etmek gerekir.