Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

“Filarmoni”
Sayı 20
Temmuz 1958

 

Ölümünün 200. yıldönümünde
BÜYÜK BACH’IN HATIRASINA

Cevad Memduh ALTAR

 

            “Âşıklarla kahramanlar, mugannilerle peygamberler, öteden beri zavallı harap insanlar kendilerine dönsünler, nereden gelip nereye gittiklerini anlasınlar diye yaratıldılar” cümlesini Beethoven’in mezarı başında söyleyen bir şaire hak vermemek mümkün mü? Onun için değil midir ki, sanatın millî olanını milletlerarası değere ulaştıran Johann Sebastian Bach da bir âşıktı, bir kahramandı, peygamber seviyesine ulaşan bir mürşitti.

            Hayatı boyunca ulûhiyete bağlanan Bach’ın bütün eserlerinde öylesine bir hasretin ifadesiyle karşılaşıldı ki, bu hasret insanı sanki başı karlarla örtülü bir dağın zirvesine ulaştırıyordu; bu dağı örten sis, dağın ancak eteğine ulaşabilen diğer sanat kahramanlarının başlarını olsun insana göstermedi. Zaten tehlikenin büyüğü de o zirveye ulaşmaktı. Çünkü oraya varanların çoğunda, Beethoven’e bile dönememek takatsizliği baş gösterdi. Fakat buna takatsizlik demek doğru değildi, zira Beethoven, Bach’ın devamıydı; ona ulaşamamak ise, Bach’ta yarıda kalmak demekti. Bach sanatına gönül veren Wagner, Beethoven’in sanatında her şeyi Bach’a borçlu olduğunu söyledi. Hattâ Bach’ın millî iradeyi tek başına temsil ettiğine inanan Wagner, Bach hakkındaki düşüncelerini açıklarken şöyle diyordu: “Şu Bach’a bakın… şu koskoca perüğün altında saklanan üstada bakın – Türing eyaletinin, isimleri bile unutulan küçücük kasabaları arasında, kantorlukla, organistlikle dolaşmış, karın doyurmayan işlerle oraya buraya sürüklenmiş olan bu adamın devirlere karışan eserlerinin tekrar meydana çıkması için meğer tam bir asrın geçmesi lazımmış; hele bu adama, müzik sanatında maziden intikal eden form, nasıl bir formdu? Tamamiyle devrin sanat ruhun aksettiren bir formdu. Bir de şimdi akıllara sığmayan o büyük Bach’ın, sırf bu türlü unsurları işleyerek meydana getirdiği şeylere bakın! Ben onun yalnız ibdalarına işaret etmekle iktifa edeceğim, çünkü bu ibdaların zenginliğini, kutsiliğini ve her şeyi ihata eden manasını, herhangi bir sanatla mukayese etmeye imkân var mı?”

            Bach, bitmez tükenmez bir hasretin sembolüdür; onun iç ve dış benliği, her bakımdan bağdaşan bir ruh bütünlüğünün mâkesidir [yansımasıdır]. Hattâ sanat adamlarının çoğunda görülen ruh haletinin tamamen aksine olarak, Bach’ın iç benliğine hükmeden insan, ender rastlanan insanlardan biridir. Bach’ın dış varlığı ise, ancak böyle bir muhtevayı saklayan mahfazaya benzer. Onun içindir ki, Bach sanatına müessir olan maddi manevi varlık, Beethoven’de, Wagner’de olduğu gibi, karşı karşıya çarpışan iki zıt insana benzemez. Bu arada iç Beethoven’in dış Beethoven’i çok kere tabii hayattan mahrum ettiği, ona işkence ettiği, ona ıstırap verdiği görülür. Halbuki sanat dünyasındaki eşsiz durumunu bizzat takdir edememiş olan Bach’ın çok mütevazi geçen hayatı, sanatkârın iç ve dış âlemi arasındaki devamlı savaşı değil, bilakis bu her iki âlem arasındaki âhengi remzeder; sanatkârın her şahlanan isyanını görülmemiş bir huzur ve bir tevekkül takibeder.

            Leipzig’de Bach’ın çoktan kaybolan mezarını nafile yere aramış durmuş olan Robert Schumann da, kendini bu büsbütün kayboluşun çözülmez sırlarına terk etmişti. Günün birinde Leipzig kabristanında sabahtan akşama kadar yaptığı bir araştırmadan düşünceli dönen Schumann, o günün hikâyesini şu satırlarla tarihe mal etti: “Bir akşamüstü idi; Leipzig kabristanına büyük bir adamın mezarını aramaya gitmiştim. Orada burada saatlerce arandım durdum; J.S.Bach’ı hiçbir yerde bulamadım. Yaptığım işi kabristan bekçisine anlatınca, aradığım adam kendisince meçhul olduğu için, bekçi başını salladı ve “Bach çok” diye cevap verdi. Eve dönerken kendi kendime şöyle diyordum: “Bu işe ne şairane bir tesadüf hakim! Şu fani zerreleri düşünmeyelim diye, şu adi ölüm hakkında bir fikir yürütmeyelim diye, külünü bile etrafa savurmuş; öyle ise onu hep orgunun başında, o kibar kıyafetiyle dimdik oturur düşünmekten başka çare yok”.

           Goethe’nin Bach sanatını dünya işlerine karıştırmak istememekte hakkı var. Şair, kendisine Bach sanatını sevdiren bir organisti dinlemek için, evinin en kuytu köşelerine saklanmıştı. Hattâ günün birinde Bach’ın bir eserini dinlerken heyecan dolu tahassüslerini [duygularını] şu cümle ile anlatmaktan geri kalmamıştı: “…Bu fırsat bana Berka şehrinin … organistini hatırlattı; çünkü ilk olarak o şehirde tam manasıyla ruhi bir huzur içinde, her türlü kafa dağınıklığından uzak olarak … büyük üstadınız hakkında bir fikir edinebildim”. Goethe, Epinemide adlı sahne eserini yazarken de organist Schütz’e Bach’ın sonatlarını çaldırırdı; maddi dünyadan uzaklaşmak maksadıyla yatağına uzanır, bütün dikkatini Bach sanatına teksif için olacak ki, gözlerini kapar, yorganı alnına kadar çekerdi.

            Bach sanatının unutulmaya yüz tuttuğu bir devirde hayatının en olgun çağlarına ulaşan Goethe, Bach’a büsbütün bağlanmıştı; hele günün birinde yakın dostlarından birinin kendisine gönderdiği “Clavecin bien temperé” adlı eser, şaire Bach’ı tanıma hususunda yeni ufuklar açmıştı.

            Hayatının son yıllarına doğru Mendelssohn yoluyla Bach’a büsbütün yaklaşan Goethe, büyük sanatkâr için harikulâde hükümler verdi. Nitekim şairin şu sözleri, Bach sanatı hakkında o âna kadar söylenen şeylerin hepsini gölgede bıraktı, çünkü Goethe, Bach’ın eserlerini uzun uzun dinledikten sonra şöyle demişti: “Sanki ebedî âhenk, kâinat yaratılmadan biraz önce, ulûhiyeti kalbinde nasıl taşıdığını kendi kendine anlatıyor…”.

            Bach sanatını bu derece ebedileştiren bir cümle tasavvur olunur mu?