Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ESERLERİMAKALELER

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

“Zafer Milletindir”
Yıl: 1, Cilt: 1, Sayı: 1
28 Ekim 1961
Ankara

 

TÜRK SANATININ GERÇEK YOLU

Cevad Memduh Altar

            Atatürk devrimlerinin ehemmiyetle teveccüh ettiği [yöneldiği], Batı mânâsında duyuş ve düşünüş, güzel sanatlarımız için de ana prensip olma vasfını taşır. Teknik ve estetik uygulama, Rönesans’tan beslenen müşterek bilgiden faydalanmak zorundadır. Bu yolda başarı, ancak millî tehassüsü [duyguları, duyuşları] milletlerarası değere ulaştıran bilgi ve tekniği gereği gibi kullanabilmekle mümkündür. Yoksa güzel sanatın çeşitli kollarında hayata gözlerini açan millî eserleri sanat dünyasına eşit haklarla ulaştırabilmemiz ve yabancı güzellikleri anlayıp değerlendirebilmemiz imkânsızdır. Bu görüşün aksine bir görüş, dünya sanatında tek gaye olan karşılıklı anlaşma ve değerlendirme esprisine yüz çevirip, mahalli olmanın dar sınırı içine kapanmak demektir. Hele İkinci Dünya Savaşının ortaya koyduğu gerçekler, böylesine bir ayrılığı, yaşamaya hak kazanmamış olmanın tek belirtisi olarak tanır. Halbuki bin yıldır üzerinde yaşadığımız toprağın, Anadolu’nun jeopolitik özelliği, bizi de, bizden öncekileri de hep Batıya yöneltmiş, daha doğru bir ifadeyle, bugünkü Batı medeniyetinin temeli olma vasfının kendinden başka ülkelere neredeyse tanınmamasını gerektirmişti. O halde tabiat felsefesine vatan olan Anadolu, Batı tefekkürüne kaynak olma bakımından da üstünde yaşayan insanların nereye yönelmesi gerektiğini açıkça göstermiştir. Bu topraktan geçen bütün yollar, Batıya uzanır. İnsanlık düşüncesine, antik hikmete, Rönesans’a giden yollar da bu topraktan geçmiştir. Batıya dönüş, bu ülkenin icabıdır; Batıya yöneliş ve kımıldanışlar hep bu jeopolitik icaptan doğmuştur.

            Bizde devrim hareketlerinin hiçbiri Batıyı taklit veya tekrarlama değildir. Aksine olarak bu durum, millî benliği milletlerarası değere ulaştırarak, çağdaş medeniyette varlık gösteren topluluklar arasında eşit haklarla yer almanın gayretidir. Memleketimizi de bu yolda bir reforma götüren tabii icap, eski devirlerden beri vakti vakit baş göstermiş ve III. Selim’den bu yana sıklaşmıştır. Nitekim müspet bilimde yeniliği sanatta yenilik takip etmiş, Batıya açılan pencere, edebiyatta, dilde, hattâ tehassüste [duyguları ifadede] bile yeni özleyişlere yol açmıştır. Bizim için daha ziyade bir ölüm dirim savaşı olma vasfını taşıyan bütün bu hamlelerin rahatça doğuş ve oluşunu güçleştiren tesirler de vakit vakit başımızdan eksik olmamıştır. Fakat durumun nezaketini gereği gibi duyan Devlet, güzel sanat kollarını da korumuş, gerekli eğitim ve öğretim kurumlarının vaktinde açılmasını ihmal etmemiştir. Başarılı gençlerimiz zamanla sanatın yeni bilgi ve tekniğini öğrenmiş, millî duyguyu milletlerarası sanat dünyasına götüren yol açılmış, lokal kültürün yepyeni bir yüzle daha geniş çevrelere sızması imkânı sağlanmıştır. Böylece teksesli müzik sanatımız çoksesliliğe, tek planlı minyatürümüz perspektifli ve üç buutlu resme, form ve uygulama yönünden dar gelenek içinde sıkışıp kalmış olan temaşa sanatlarımız ise modern sahneye uyup, her bakımdan değişme zorunda kalmıştır. Fakat Türk sanatlarında bu türlü bir yeniliğe doğuş ansızın olmamıştır.

            Güzel sanatlarımızın yeni bir görüş ve anlayış içerisinde şekillenebilmesi, ancak yüz yıla yaklaşan bir süre içinde gerçekleşebilmiştir. Memleketimizde sarf edilen bütün bu gayretler, 88 yıllık bir devre boyunca arka arkaya doğan üç sanat kurumu ile verimli olabilmiştir. Yurda Batı anlamında müzik, resim ve tiyatro zevkini getiren bu öncü kuruluşlardan ilki, 1826’da kurulan “Bando Mızıka”, ikincisi 1882’de kurulan “Sanayi-yi Nefise Mekteb-i Âlisi”, üçüncüsü de 1914’te kurulmasına girişilen “Dar-ül Bedayi”dir. Tanzimat’tan önce, sonra ve I. ve II. Meşrutiyetlerin ardından gelen yıllar içinde çalışmaya başlayan sanat kurumları arasında bu üç organ, artistik yaratışı memlekete yeni bir anlam içinde tanıtan ilk eğitim, öğretim ve tatbikat kurumu olmanın önemini taşımaktadır.

            Onun içindir ki, ilmin ortaklaşa tekniğinden faydalanan yeni ve çoksesli müzik sanatına bizde ilk kapıyı 135 yıl önce kurulan “Bando Mızıka”, yani bugünkü adıyla “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası” ile “Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkası” açmıştır. Nitekim memlekette perspektifli resim sanatına giden yol da “Sanayi-yi Nefise Mekteb-i Âlisi”, yani bugünkü adıyla “Güzel Sanatlar Akademisi” açtığı gibi, çağdaş tiyatronun kapısını da ilk önce “Dar-ül Bedayi”, yani bugünkü “İstanbul Şehir Tiyatrosu” tarafından açılmıştır. Türk güzel sanatlarının reform grafiğinde görülen bu üç tepe, ne III. Selim’in ilk olarak Batıya yönelen “Mühendishane-yi Berri-i Humayun”unu, ne de Şinasi’nin, Ahmet Vefik Paşa’nın ve Namık Kemal’in Batı anlamında ilk tiyatro hamlelerini gölgelemiştir. Bilakis bu kuruluşlar hızı daha önceki örnek hamlelerden almışlar, fakat memleketi ilk olarak çağdaş sanat eğitimine götüren gerçek bir okul olma özelliğini kendilerine bırakmışlardır.

            Bu üç sanat kurumu ile ilgili doğuş ve oluş gayretlerini son 135 yılın reform hamleleri içinde anarken, III. Selim, II. Mahmut ve Abdülmecid gibi yenileyicilerle birlikte Koca Reşit Paşa’yı, Ahmet Vefik Paşa’yı, Namık Kemal’i, Donizetti Paşa’yı, Guatelli ve Arenda Paşa’ları, Necip Ahmet Paşa’yı, Şeker Ahmet Paşa’yı, Osman Hamdi Bey’i, Abdülhak Hamit’i, Cemil Paşa’yı, M. Andre Antoin’ı, Saffet Bey’i, Zeki Bey’i, Zati Bey’i, Veli Bey ile Musa Süreyya’yı, Muhsin Ertuğrul’u ve Cemal Reşit Rey’i her zaman saygı ve sevgiyle anmamız gerekir. Türk sanatlarının Batı anlamında gelişmesine önderlik etmiş olan bu dikkate değer hükümdar, devlet adamı, idareci ve yerli-yabancı sanatçılar iledir ki, Türkiye jeopolitik durumunun ister istemez desteklediği tabii bir reforma geç de olsa yönelebilme gücünü elde etmiştir. Hattâ ilk açılan sanat kurumlarının zamanla yeni kuruluşlara istihale etmesi [dönüşmesi] bile, reformun tabii akışını açıklaması bakımından bilhassa önemlidir. Bu arada III. Selim’in Mühendishane’yi kurması, önce Sanayi-yi Nefise Mekteb-i Âlisi’ne, sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne, Bando Mızıka’nın kurulması önce Mızıka-yı Humayun’a, sonra İstanbul Şehir Konservatuvarı ile Ankara Devlet Konservatuvarı’na, Dar-ül Bedayi’nin kurulması ise önce İstanbul Şehir Tiyatrosu’na, sonra Ankara Devlet Konservatuvarının Tiyatro ve Opera Bölümleri’ne ve daha sonra da bugünkü Devlet Tiyatrosu ve Operası’na giden yolu açmıştır.

            Son 135 yılın yukarıda açıklanan sanat bilançosu da gösteriyor ki, memleketin gerçek sanat alanındaki eğitim ve öğretim kurumları, oldukları yerde oldukları gibi kalmamışlar, tabii bir gelişimin icaplarına uyarak yeni şekillere istihale etmişlerdir. Bu ise tıpkı büyük mütefekkirimiz [düşünürümüz] Ziya Gökalp’in felsefesini de kurduğu “gelenekte değişim”den başka bir şey değildir. Ziya Gökalp’in şu dikkate değer prensibi, reform hamlelerimizin en açık bir görüşle yorumu olma önemini taşımaktadır: “…Hayatın özü, yaratıcı bir tekâmüldür [gelişimdir]. Her biri müstakil ve mutlak bir âlem olan kaideler, oturdukları yerlerde oldukları gibi kalırlar; bir istikbal vücuda getiremezler [gelecek oluşturamazlar]. Anane [Gelenek] ise, ibda ve terakki [yaratıcılık ve ilerleme] demektir. Anane, kendi başına velut ve mübdi [verimli ve yaratıcı] olmakla beraber ona aşılanan yabancı yenilikler de damarlarındaki hayat suyundan feyiz alarak canlanır ve adi taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez”. Bu da gösteriyor ki, sanatla beraber, sanatı öğreten kurumlar da zamanla gelişim kanununa ayak uyduruyor. Böylesine bir değişip gelişme içinde geriye dönmenin değil, yerinde saymanın bile tabiat kanunlarına aykırı olduğu göz önüne alınırsa, Türk güzel sanatlarının milletlerarası sanat dünyasına geçişte elde ettiği değişik görünüşlerin dayandığı sebepler de kendiliğinden anlaşılır. Çünkü Ziya Gökalp de “…anane, muhtelif anları birbiriyle zeveban etmiş [kaynaşmış] bir maziye [geçmişe], arkadan muharrik [hareketli] bir kuvvet gibi ileri doğru iten tarihî bir cereyana maliktir [akıma sahiptir] ki, daima yeni inkişaflar [gelişmeler] tevlit edebilir [getirebilir]…” demiştir. Bu gerçek karşısında Rönesans’tan beri millî sanat yaratışları için tek ideal olma önemini taşıyan şu açık prensibi burada bir kere daha tekrarlayacağım: “Sanatın en millî olanı, en milletlerarası değerde olanıdır”.