
“Zafer Milletindir” dergisi
Ankara, 9 Kasım 1961
Cevad Memduh Altar
Memleketimizde son yüz yılın sanat kalkınması, Atatürk inkılaplarının ışığı altında daha çok Rönesans’a yönelme istidadı [eğilimi] göstermiştir. Bu türlü bir anlayışı Garplılaşma [Batılılaşma] terimiyle karşılamak hata olur. Çünkü Türk kültür reformu, sanatımızı olduğu gibi, millî ananelerimizi [geleneklerimizi] de Rönesans’tan gelen bir espri içinde çağdaş hayata ulaştırabilmenin gayreti içindedir. 18. yüzyıldan bu yana, millî toplulukların çoğu aynı tedbire başvurmak zorunda kalmıştır. Bizim için durum, daha ziyade bir coğrafya teriminin yerinde kullanılması mecburiyetine dayanıyorsa, Amerika’daki toplulukların Rönesans’a yönelişlerini de Şarklılaşma [Doğululaşma] olarak mı vasıflandıracağız?(!) “Doğu-Batı” ve “eski-yeni” tenkidinin buhranlı anlarında ağızlardan düşmeyen “westernization” sözünün öteden beri ucuz bir müşahede terimi olmaktan daha ileri gidememiş olduğu ise bir gerçektir.
Millî kültür lehine devamlı olarak gelişen güzel sanatlarımız, her yerde olduğu gibi bizde de milletlerarası değere ulaşmış ve dünyanın her bucağında Türk kültürünün çağdaş hüviyetle sevilip sayılmasını sağlamıştır. Nitekim Adnan Saygun’un 1947 yılında Paris’te Lamoureux Orkestrası ve St. Eustache korosu ve solistleri ile ilk olarak icra edilen Yunus Emre Oratoryosu, çağdaş Türk sanatının milletlerarası değere ulaşmış olmasının açık bir delili değil midir? Böylelikle Yunus Emre Divanı, Adnan Saygun’un bugünkü ilmin müşterek tekniğinde gelişen sanatıyla yepyeni bir senteze ulaşmış ve bu sentez yalnız bizim sanat dünyamızın değil, aynı zamanda milletlerarası sanat dünyasının malı olma vasfını da elde etmiştir.
Bütün sanatlarımız için değişmez bir prensip olmanın değerini taşıyan böylesine bir gelişme, bugüne kadar yanlış bir hesaba dayanmış olan Doğu-Batı anlaşmazlığının aksine olarak, Doğu-Batı sentezinin mutlu bir sonucu olma vasfını elde etmiştir. Horasanlı Gazali ile Königsbergli Kant’ın yedi yüzyıllık bir farkla aynı sözü söylemiş oldukları göz önüne alınırsa, Doğu-Batı sentezinin fikriyatta ulaştığı müşterek merhale [ortak aşama] kendiliğinden anlaşılır. Gazali’nin, insanı, ferdî ahlak yoluyla kemale, sosyal ahlak yoluyla da aşka, hürriyete yönelten felsefesi yanında, Kant da: “Üstümüzü örten yıldızlı göğe ve içimize hükmeden ahlak kanununa” işaret ederek gene insana yönelmedi mi? Fikir hürriyetine temel olan Aristoteles felsefesini Ortaçağda kaybeden Batıya, bu felsefeyi gene İslam dünyasının hatırlatmış olması, Rönesans’ın doğuşunda ve oluşunda Doğunun büyük rolü olduğunu açıklamaz mı? Hattâ Ortaçağda sırf Asya Türklerinin gayretiyle Batıya da sirayet etmiş [bulaşmış] olan coğrafya merakı ve Yunan klasiklerinin Batıda Arapların gayretiyle yeniden tanınması nevinden iki temel faktör iledir ki, İtalya’da Rönesans doğmuş ve 16. yüzyılın başında en verimli çağını idrak etmiştir. O halde Rönesans tek taraflı bir hüviyet ile değil de ancak Yunan klasiklerine dayanan Doğu ve Batı felsefelerinin müşterek bir sentezi olarak çağdaş tefekkürün [düşünün] doğuş ve oluşuna hizmet etmiştir. Onun içindir ki, bizim Rönesans’a yönelişimiz, bir bakıma da kendi kendimize dönüşümüz demektir.
Bu yıl Ankara’da kuruluşunun 25. yılını kutlayan Ankara Devlet Konservatuvarı da Atatürk inkılabının yukarıda açıklanan müşterek kaynaktan beslenerek dünyaya gelen bir müessesesi olarak, Türk tehassüsünün [duygulanmalarının] çağdaş bir teknik ve çağdaş bir tefekkürle [düşünceyle] sanat dünyasında yer alabilmesini mümkün kılmıştır. Nitekim Atatürk, Büyük Millet Meclisini 1934 yılındaki açılış nutuklarında şöyle demişti: “Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir”. Bu değişmez prensip de gösteriyor ki günün sanat anlayışı, Atatürk inkılapları yönünden Doğu-Batı ikiliğine değil de ancak Doğu-Batı tefekkürünün gerçek bir sentezi olan Rönesans’a dayandıkça milletlerarası değerde bir sanat anlayışı olma özelliğini kazanır ve “bir ulusun yeni değişikliğine ölçü olabilme” vasfı da gene böylece elde edilebilir. Türkiye’de çağdaş kültür anlamındaki açığın sırf bu yolda yürümekle kapanabileceği artık kesin olarak anlaşılmış, 1936’da Devlet Konservatuvarı kurulmuş, gene bu müessesenin yarattığı Devlet Tiyatrosu ve Operası bu yıl 20. yaşını idrak ederken, İtalyan Verismo tarzının örneklik eserleri dilimize çevrilip, her yerde olduğu gibi bizde de oynanabilmiş, bir zaman gelmiş ki bütün millî operalar için temsili bir ideal olan Richard Strauss’un Salome operasını Ankara’da güzel Türkçemizle oynayabilme imkânı da elde edilmiş (1959); Wagner’in Uçan Hollandalı operasının ve Copelia balesinin oynanmaları, Türk sanatçısını yeni yaratışlara tahrik etmiştir [özendirmiştir].
İki yıl önce memleketimize gelip, Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasını idare eden Berlin Oda Orkestrasının ünlü şefi Hans von Benda’nın şu sözü ne kadar mânâlıdır: “Türkiye bu çalışmalarıyla, büyük bir buhran geçirmekte olan Batı medeniyetinin müdafaasını üzerine almış oluyor!”. Bin yla yaklaşan bir zamandan beri güneydoğu bölgesine sahip olduğumuz ihtiyar Avrupa’nın buhran geçirmekte olan medeniyetini -von Benda’nın dediği gibi- müdafaa edebilmek, her şeyde olduğu gibi sanatta da Doğu-Batı sentezinin mutlu sonucu olma vasfını taşıyan çağdaş tefekkürü benimsemekle mümkündür.