
Yeni Adam
No. 21
21 Mayıs 1934
Son haftaların çeşitli sanat haberleri arasından göze çarpanlarını birlikte gözden geçirelim:
Yazı sanatı hakkında
16 Ekim tarihli Akşam gazetesinde Nurettin Yalman tarafından yayımlanan “Sanatla yazı mevzuu” adlı bir etüde, İslam medeniyetinde, yüzyıllar boyunca önemli bir konu olarak, sosyal ve dinî icaplara göre gelişmiş bulunan yazıdan bahsedilmekte, bu arada yazının geçirdiği değişiklikler üzerinde faydalı bilgiler verilmektedir. Sanat tarihiyle ilgili olan bu kıymetli yazıyı okurken, bugünkü Türk harflerinin gelecekteki sanat şekilleri üzerinde düşünceye dalmamak elden gelmiyor.
Avustralya’da tiyatro
Gene 16 Ekim tarihli Akşam gazetesinde “Avustralya’da amatör tiyatro grupları” başlığıyla ve “F” imzasıyla yayımlanmış bir yazı var. Avustralya gibi, eski bir kültürü olmayan ve dünyanın birçok yerinden göç etmiş insanlara vatan olan bir kıtada, zamanla sosyal kurumlar kurulurken, halkın tiyatro zevkini de yükseltmek amacıyla sarf edilen gayret, cidden dikkate değer bir harekettir. Ankara Devlet Konservatuvarı çalışmalarının, daha çok Ankara’ya inhisar ettiği şu sıralarda, Avustralyalı Miss Bryant çapında amatör tiyatro önderleri, memleketimizde de özleniyor.
Yeni orkestralarımız
Ankara Halkevi’nde Ankara’mızda şimdiye kadar eksikliğini duyduğumuz önemli bir işin başarılmak üzere olduğunu sevinçle haber alıyoruz. Müfih İnşir’in teşebbüsüyle, Ankara’da ilk yaylı sazlar orkestrası yakında çalışmalarına başlıyormuş. Bu sevimli haberi, İstanbul Eminönü Halkevi’nde W. Gerhardt’in idaresi altında yeni bir yaylı sazlar orkestrasının çalışmaya başlayacağı yollu ikinci bir haber takip ediyor. Bu orkestranın her ayın son Pazar günü bir konser vereceğini, bu konserlerde Ön Klasiklerden Bach gibi, Händel gibi büyük üstatların eserlerinin çalınacağını, Akşam gazetesinde bize, o her zamanki sempatik ve bilgin ifadesiyle, Fikri Çiçekoğlu müjdeliyor.
“Bora” bale pandomiması
Halkevi’mizin çeşitli sanat çalışmaları arasına katılan diğer yeni bir sanat hareketi de, Kasım ayının ilk günlerinde Eminönü Halkevi salonunda sahneye konan “Bora” adlı 5 tabloluk bale pandomimasıdır. Son günlerin memleket içi sanat hareketleri arasında, “millî Türk balesine doğru ilk adım” diye vasıflandırılması icap eden bu önemli teşebbüsü candan alkışlamak ve bu işin fedakâr önderlerine başarılar dilemek her sanatsevere borçtur.
İngiliz Çocuk Resimleri Sergisi
Son haftanın sanat hareketleri ve sanatla ilgili yayımları içinde dikkat nazarımızı çeken haberlerden biri de, Ankara Üniversitesi’nde açılan İngiliz çocuklarının resim sergisidir. Hayatı ve hadiseleri olduğu gibi gören çocuğun, dünyanın her yerinde aynı anlayışla ifade ettiğine bizleri inandıran bu serginin durumunu, 18 Ekim tarihli Ulus gazetesinde, Ferit Celal Güven’in yazısından dinlemek, çocuk konusu ile ilgili vatandaşlar için ayrı bir zevk oluyor.
Bizans’a ait bir harabe
18 Ekim tarihli Tanin gazetesinde, İstanbul’da Sultan Mahmut Türbesi önündeki tramvay yolu altında, 3.-4. asırlara (M.S.) ait olduğu tahmin edilen bir saray harabesine rastlandığı ve bu arada bazı Bizans sütun başlıklarının da ele geçtiği bildiriliyor. Dünyanın en eski medeniyetlerine sahne olan memleketimiz için bu haberin olağanüstü bir önemi olmayabilir. Fakat meydana çıkan başlıkların bulunduğu yerin özelliği bakımından, bahis mevzuu haber, üzerinde durulması icap eden bir hadisedir. Nitekim İstanbul’un en eski resim ve planları arasında, Vavassore planı (Venedik, 1566-1574) Meyer ve Detier (1873) planları diye anılan resimlerde ve Bizans imparatorlarının İstanbul’da yaptıkları törenlerden bahseden meşhur “Seremoni” kitabında, Ayafosya’dan Çemberlitaş’a kadar uzayan “Mesi” adlı bir cadde gösterilmiş olduğuna ve bu caddenin bugünkü Divanyolu’ndan başka bir yer olmadığı da tabii bulunduğuna göre, acaba İstanbul’un bu en eski caddesinin tam orta yerinde, geçmiş devirlerde bir sarayın bulunmuş olması varit midir? Kanaatime göre, vaktiyle “Forum Augusteum” diye anılan Çemberlitaş’ın üzerinde bulunduğu meydanın etrafını çeviren arkadların temelleri ile başlıkları olması lazım gelen bu taşların, hangi devre ve hangi binaya ait olduğu keyfiyeti, arkeologlarımızı ve sanat tarihi meraklılarını hayli uğraştıracak bir konu mahiyetindedir.
Bela Bartok’un ölümü
Ulus gazetesinin, her seferinde çekici yazılar ve haberlerle dolu olan güzel Sanatlar sayfası bize büyük sanat adamı, Macar bestecisi ve tanınmış folklor bilgini Bela Bartok’un ölümü haberini veriyor. Aynı sayfada A. Adnan Saygun, “Bela Bartok’un ölümü dolayısıyla” başlıklı yazısı, bu büyük adamın folklor konusu üzerindeki heyecanını bize ne kuvvetli bir anlayış içinde yaklaştırmaktadır.
Ankara’mızı ziyaret ettiği sıralarda, bu kıymetli sanatçıyı ben de şahsen tanımış, kendisiyle sanat konusu üzerinde istediğim gibi konuşmak fırsatını elde etmiştim. O zaman, üstadın Ankara Halkevi’nde verdiği üç konferans, bana bilmediğim birçok şeyleri öğretti. Bartok o tarihlerde hayli yorgun görünüyordu. O zamanki Macar elçisi Kont Zoltan de Mariassy’nin Bartok şerefine elçilikte verdiği ziyafette, büyük besteciyi aramızda görmemek bizleri çok üzmüştü. Meğer üstat birdenbire hastalanmış, elçilikte kendisine ayrılan dairede yatıyormuş. Tabii o gün ziyafet neşesiz geçti ve birkaç gün sonra da Bartok iyileşti ve vatanına dönmek üzere Ankara’dan ayrıldı. Hareketinin ertesi günü, Macar elçiliğinden şahsıma gelen zarfı yırtıp da içinde büyük üstadın bana el yazısıyla imzalı büyükçe bir fotoğrafını göndermiş olduğunu görünce çok sevinmiştim. Artık şimdi Bartok da tarihe karışmış oluyor.
VII. Devlet Resim Sergisi
31 Ekim 1945 Çarşamba günü, VII. Devlet Resim ve Heykel Sergisi, Millî Eğitim Bakanı Vekili, İçişleri Bakanı Hilmi Uran’ın aynı gün saat 15.30’da verdiği kısa fakat mânâlı bir söylevinden sonra umuma açılmış bulunuyor.
Henüz yedi yıllık bir geleneği olan bu sergide, çeşitli sanat temayüllerine mensup resim birliklerinden ve hiçbir teşekküle mensup olmayan sanatçılar tarafından gönderilen 562 parça eser teşhir edilmektedir. Sergi, bir ay devam edecektir.
Teşekkül eden mütehassıs jüri, resimler arasında birinci mükâfatı Şeref Akdik’in “Küçük binici”, ikinciliği Eşref Üren’in “Aile sofrası”, üçüncülüğü de Ziya Keseroğlu’nun “Manzara” adlı eserlerine vermiştir. Ayrıca heykeller arasında birincilik Mari Gerekmezyan’ın “Yahya Kemal Beyatlı’nın büstü”ne, ikincilik Türkân Tangör’ün “Çocuk başı”na verilmiştir.
Dikkate değer bir diğer nokta da, bundan böyle “Amaç” dergisinin resim sanatkârlarına hasrettiği 1.500 liralık mükâfatın ilk olarak VII. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde eser teşhir eden sanatkârlardan layık görülenlere verilmesi ve böylelikle sanatçıyı teşvike yarayacak olan “özel mükâfat” sistemine doğru ilk adımın memleketimizde de atılmış olmasıdır.
Nitekim “Amaç” mükâfatını dağıtmak üzere toplanan diğer bir mütehassıs jüri, birinciliği Atıf Kaptan’ın “Bulvardaki kuş”, ikinciliği Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Karabaş” ve üçüncülüğü Refik Epikman’ın “İzmir Karşıyaka’da açık hava gazinosu” adlı eserlerine vermiştir.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Aralık 1945
Sayı: 101 (Yeni Seri)
SANAT HAREKETLERİ
Kasım ayının memleket içi sanat hareketlerinden bazılarını sıra ile ele alalım:
Temsil hayatı
30 Ekim tarihli Akşam gazetesinde Vedat Nedim Tör’ün “Sanatkâr Aşkı” piyesinin mevsimin telif eseri olarak Şehir Tiyatrosu’nda oynanacağı haber veriliyor. Bu eser hakkında yapılan ilk derli toplu kritiğe, 23 Kasım tarihli Ulus gazetesindeki Lütfi Ay’ın yazısında karşılaşıyoruz. Şimdiye kadar Ulus’ta yayınladığı makalelerle tiyatro sanatı üzerinde yapılabilecek tenkitlerin en güzel örneklerini veren Lütfi Ay “Mevsim dışında” adlı yazısında, İstanbul ve Ankara’daki sahne çalışmalarının iyi ve fena taraflarını haklı görüşlerle açığa vuruyor. Bu arada “Sanatkâr Aşkı” piyesinin temsili üzerinde bize kıymetli fikirler veriyor. Lütfi Ay arkadaşımızın bu önemi yazısı bana haklı olarak 30 senedir üzerinde ısrarla durulan önemli bir konuyu hatırlattı: Millî Türk sahnesinde telif eser mi, tercüme eser mi, yoksa adapte eser mi oynansın?
1914’te Fransa’dan Antoin geldiği zaman, bu yolda yapılan uzun münakaşaların sonu, adapte eser oynanması kararıyla neticelenmişti. Aradan uzun yıllar geçti, 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı kuruldu. Tanınmış sahne uzmanı Prof. Carl Ebert bu yeni sanat müessesemizin kurulmasıyla ilgilendirildi. O tarihten bu tarihe kadar oynanan eserlerin sırf tercüme piyesler arasından seçilmesi hususuna da bilhassa önem verildi. Bugün İstanbul Şehir Tiyatrosu telif, adapte, tercüme mefhumlarından vakit vakit faydalanma cihetini ihmal etmiyor. Ankara Devlet Konservatuvarı ise, sırf tercüme eser prensibine sımsıkı bağlanmış olarak hedefine yürüyor. Bence yapılması icap eden şeyler yapılıyor. Bir yandan İstanbul, öteden beri yaptığı gibi, her üç sahadaki tecrübesine devam ederken bu işe asıl laboratuar olan Ankara, ne yolda bir neticeye ulaşılması lazım geldiğini araştırıyor.
Ben şahsen, bilhassa iyi oynanmış tercüme piyeslerin, seyirciyi olduğu kadar eser yazan aydınlarımızı da en güzel, en ölçülü biçili örneklerle karşılaştıracağı, telif esere giden yolun bu suretle en doğru bir şekilde kısaltılmış olacağı kanaatindeyim.
Ressam Sami Yetik’in evinde müzayede
31 Ekim tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Fikret Adil tarafından yazılmış olan, “Merhum Sami Yetik’in evindeki müzayede” başlıklı bir yazıdan, Türk resmine hizmet etmiş bir sanat adamının ölümünden sonra, eserlerinin nasıl satılmış olduğunu öğrendik. Fikret Adil bu yazıda, tablolara takdir edilen kıymetler üzerinde durmakta ve bilhassa satılan eserlerin tablo almak hevesiyle değil de müzayede ateşiyle bir elden diğer ele devredilmiş olduklarını açıklamaktadır. Muharririn haklı olarak üzerinde durduğu şeyler, resim sergileriyle yakından ilgilendirilmiş olan bazı ressam arkadaşlarımdan duyduğum ve sanat hayatımda bizzat maruz kaldığım enteresan vakaları bana hatırlattı. Bundan birkaç yıl önce, ressam arkadaşlarımdan biri, büyük bir resim sergisinin tertiplenmesi işiyle, Sergi Komiseri olarak ödevlendiriliyor; bir hayli satış yapılıyor; sanat meraklıları görüp beğendikleri resimleri, bedeli mukabilinde satın alıyorlar. Bu arada, sergiye bir an için olsun uğramak arzusunu göstermeyen bir müşteri, hizmetçisiyle yolladığı 50 lira mukabilinde herhangi bir deniz resminin gönderilmesini Komiser arkadaştan rica ediyor. Tabii bu sipariş ister istemez yerine getiriliyor. Tıpkı bakkaldan ısmarlanan beyaz peynir gibi, deniz resmi de hizmetçiyle malın sahibine gönderiliyor (!).
Gözümün önünden geçen bir diğer resim satışı da aynen şöyle olmuştu: Müşteri bir natürmorta talipti; fakat yemişler arasında göze çarpan bir içki şişesi onu tabloyu almaktan neredeyse vazgeçirecekti. İşin vahametini anlayan Komiser arkadaşımın ince zekâsı meseleyi bir anda halletti. Şişenin tablodan kolayca kaldırılabileceği yollu teklif, müşteri tarafından hoş karşılanmış olacak ki, 15 dakika süren birkaç fırça darbesi, içki şişesini bertaraf etmeye kâfi geldi. Artık tabloyu alan da, şüphesiz satan da memnundu (!).
Her ne ise, sergilerimizden resim alınsın da, varsın bu yollarla da alınsın; zamanla eseri görerek, anlayarak, yapılmış resmi başkasına tashih ettirmek vehmine kapılmayarak eser satın alan sanatseverlerin adedi elbette artacaktır.
Ankara Radyosunda modern Türk müziği konserleri
Yukarıdaki temsil maddesinde, 30 yıldır üzerinde durulan bir sanat problemi olarak ele aldığım “telif mi?, adapte mi?, tercüme mi?” suallerine, yine bunlar kadar eski diğer bir suali de katmak mümkündür: “Teksesli mi, çoksesli mi?”. Tabii artık bu sual, temsil için değil de, müzik için varit oluyor! Fakat her iki grup sual arasında hudutsuz farklar var. Temsilin telifi de, tercümesi de, adaptesi de bugünün icap ettirdiği modern sahne tekniğine göre oynanabilir; bu üç şıkkın en iyi şekilde tatbiki, millî Türk sahnesinin artık kurulmuş olduğu mânâsına da gelebilir. Fakat iş müzik için böyle değildir.
Teksesle kanaat etmemiz lazımdır diye iddia etmek demek, en azından 300 yıl gerilemeyi kabul etmek demektir, çünkü bugünün fikir ve sanat hayatına ayak uydurmak zorunda olan milletler, kendi geleneksel sanat kıymetlerine de yeni bir veçhe vermekle mükelleftirler. Sanat hayatına malik olan bütün cemiyetler, bu yoldaki verimlerini, geçmiş devirlerin tekniğiyle değil, günün icap ettirdiği teknikle sanat piyasasına arz ediyorlar. İşte Ruslar, işte Romenler; işte bütün Balkan milletleri. İtiraz götürmeyen böyle bir hakikat karşısında biz de gerekli tedbirlere vakit kaybetmeden başvurmak zorundayız. Nitekim devlet, Ankara’da bütün şubeleriyle koskoca bir Konservatuvar kurdu. Son 20 sene içinde Avrupa’da akademik tahsil görmüş bestecilerimiz yetişti. Bu arkadaşlar, her şeyden önce, dedelerimizden kalma öz kıymetlerden aldıkları ilhamlarla, yeni ve modern Türk müziğini yaşatma yolunda ödevlidirler. Tabiatıyla yepyeni bir sanat görüşüne ve anlayışına bağlı olan bu hareket karşısında, eskilerin, kendi evlatları ve torunları lehine fedakâr ve feragatli olmaları lazımdır.
Çeşitli yayınlar yapan Ankara Radyosu’nun 12.11.1945 günü için tertiplediği programda, tarihî Türk müziği ile Batı müziği gibi yayın nevileri yanında, modern Türk müziğinin nasıl olması lazım geldiğini gösteren önemli örnekler de vardı ve bu programda müziksever halkımıza genç bestecimiz Necil Kâzım Akses’in tamamen modern bir sanat tekniğiyle meydana getirmiş olduğu “Bayönder” süviti ile “Çiftetelli” ve “Ankara Kalesi” adlı senfonik eserleri dinletildi. Ciddi bir çalışmanın verimi olan bu 3 modern eser, bizi bir yandan modern Türk müziğinin nasıl olması lazım geleceği hakkındaki müspet ve yapıcı bir görüşe ulaştırıyor, bir yandan da “Türk müziği” ve “Garp müziği” diye yıllardır boş yere çarpışan iki neticesiz davaya memlekette artık yer verilmemesi lazım geldiği prensibine inandırıyor. Çünkü bugün bütün milletler için bir tek sanat vardır; o da, günün sanatıdır. O halde bizim de bir tek müzik davamız vardır; o da, Türk müziğidir.
Onun için, dedelerimizden kalma sanat mirasını, bugünün ve yarının Türk sanatı lehine yeniden kıymetlendirmek davasından gayrı bir davamız olmadığına, her vatandaş kesin olarak inanmalıdır.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Aralık 1945
Yeni seri: 102
SANAT HAREKETLERİ
Bizde ilk Filarmoni Derneği
Son günlerin sanat hareketleri arasında içten alkışlanacak bir başarı: İstanbul’da “Filarmoni Derneği” kurulmuş. “Müziksevenler Derneği” diye adlandırılabilmesi mümkün olan böyle bir kurulun memleketimizde de çalışmaya başlamış olduğu haberini yıllardır bekliyorduk. 24 Kasım tarihli Tasvir gazetesinde, “İstanbul’da Filarmoni Derneği kuruldu” başlıklı yazıyı okuyup, bu ünlü işi başaran sanatçı arkadaşlarımızın resimlerini de görünce, çoktandır özlenen sevgiliye kavuşmuş kadar sevindik.
“Filarmoni Derneği” adını taşıyan bir müzik kurulu, ilk olarak Rus sanatseverlerinin teşebbüsüyle Petersburg’da çalışmaya başlamıştır (1802). Bu itibarla Rusya’daki müzik hareketlerine önderlik etmiş olan çeşitli derneklerin en eskisi, Petersburg Filarmoni Derneği’dir. Bu kurul sayesinde Berlioz, Wagner, Rubinstein ve Çaykovski gibi üstatlar, geniş ölçüde konserler tertiplemek fırsatını elde ederek, eserlerini Rusya’daki sanat muhitlerinde de tanıtmışlardır.
Beethoven’in en son yaratmalarından biri olan “Missa Solemnis” adlı koro ve orkestra eseri, gene Petersburg Filarmoni Derneği’nin önderliğiyledir ki, ilk çalınışını Rusya’da idrak etmiştir (St. Petersburg, 1824).
Memleketimizde de böyle hayırlı bir derneğin kurulmasına önayak olmuş bulunan sanatseverlerimizi tebrik eder, kendilerine candan başarılar dileriz.
Halkevlerimizde müzik
Eminönü ve Beyoğlu Halkevlerinde verilen senfonik konserlerin başarı derecesini, 24 ve 25 Kasım tarihli Akşam gazetesinde, gene Fikri Çiçekoğlu’nun yazılarından öğrendik.
Beyoğlu Halkevi orkestrası, şef Seyfettin Asal’ın idaresinde, mevsimin ilk konserini vermiş ve bu konserde İngiliz klasiklerinin, Schubert’in, Beethoven’in senfonileri ile Seyfettin Asal’ın “Trabzon Uşağı” adlı eseri çalınmış.
Bu konserden sonra da Eminönü Halkevi yaylı sazlar orkestrası, şef Walter Gerhardt’ın idaresi altında ikinci konserini vermiş ve bu konserde de Orta Avrupa Ön Klasiklerinden Bach’ın ve Händel’in eserleri, müziksevenlere başarı ile dinletilmiş.
Bu iki önemli habere ilave edebileceğimiz üçüncü bir haber de, Ankara Halkevi’nde kurulmak üzere olduğunu evvelce bildirdiğimiz yaylı sazlar orkestrasının, hazırlıklarını bitirip şef Müfit İmşir’in idaresi altında, 5 Ocak Çarşamba akşamı ilk konserini vermiş olmasıdır. Bu konserde de Henry Purcell’in, Bach’ın, Haydn’ın, genç bestecilerimizden Bülent Arel’in, modern İngiliz bestecilerinden Elgar ve Warlock’un eserlerini dinledik.
Bütün bu kurulların, klasik repertuvara gösterdikleri bağlılık, bizleri çok sevindiriyor. Hele programlarda isimlerini sık sık gördüğümüz sanatçılar arasına yavaş yavaş modern Türk müziği bestecilerinin de katılması, bizlere haklı bir gurur da veriyor; çünkü sessiz sedasız başarılan bu işler, ister istemez, bugünün icap ettirdiği Türk müziğinin dağarcığına az da olsa yeniden bazı eserlerin katılmasını sağlamıştır.
Cyrano İstanbul’da
Edmond Rostand’ın tanınmış eseri Cyrano de Bergerac’ın 27 Kasım Salı akşamı İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanmış olduğunu öğrendik. Bu güzel eseri Sabri Esat Siyavuşgil manzum olarak güzel Türkçemize kazandırıyor; Galip Arcan sahneye koyuyor; Kemal Gürmen, Cyrano rolünü yapıyor.
Bu büyük başarı, netice itibariyle iki önemli noktanın açıklanmasını icap ettirmektedir: 1) Tercüme repertuvarımıza yeniden bir şaheser katılmıştır, 2) İstanbul sanatseverlerine, Shakespeare’in Coriolanus faciasından hemen sonra, Cyrano çapında bir eseri seyretme fırsatı verilmiştir.
Çankırı’da bir anıt
Memlekette yapılacak anıtların, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki mütehassıs jürinin kontrolünden geçmesi, son yıllarda başarılan bu neviden işlerin estetik tarafını da sağlamış oldu. Abideler Jürisi’nin isabetli işlerinden biri de, geçen ay Çankırı’da açılma töreni yapılmış olan Atatürk anıtını, ehil bir ele vermiş olmasıdır. Bu anıtı tanınmış heykelcilerimizden Kenan Yentunç yapmıştır. Çankırı gazetesinde biraz silik basılmış olan resimden anlayabildiğimiz kadar, estetik, proporsiyon [oran] ve salabet [sağlamlık] bakımlarından muvaffak bir eser olduğu muhakkak bulunan bu anıt ile, Atatürk’ün 1925 yılı Ağustosunun 23’üncü günü Çankırı’ya ilk olarak ayak basmış olmaları hâtırası, bir sanat eseriyle de ebedileştirilmiş oluyor.
Kenan Yentunç’u bu başarısından dolayı tebrik ederken, güzel bir abideye kavuşan Çankırı’nın yakın bir zamanda her bakımdan yenileşip güzelleşmesini dileriz.
Kenan Temizan ne diyor?
4 Aralık tarihli Cumhuriyet gazetesinde Güzel Sanatlar Akademisi Süsleme Sanatlar Şubesi şefi Kenan Temizan’ın, güzel bir makalesiyle olduğu kadar, haklı bir şikâyetiyle de karşılaştık. Kenan Temizan, “Süsleme sanatları ve seviye davamız” başlığını taşıyan bu yazıda, kesin bir ihtisas işi olan sanat mevzularına bilenin bilmeyenin gelişigüzel el uzattığını o kadar yerinde görüşlerle anlatıyor ki, sanat hayatımızın gelişmesiyle ilgili olan bu üzüntülere iştirak etmemeye imkân yok.
Her şeyde olduğu gibi sanat işlerinde de mütehassısına inanmak, yerinde bir kadirşinaslıktır.
Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek doğru olur.
Sergi deyip geçmeyelim
Plastik sanatlara mensup olanların iç ve dış varlıklarıyla ilgili bir tek piyasaları vardır ki, o da sergilerdir. Eğer eser yapılır, hemen her seferinde, gene sergi yoluyla, sanatseverin eline, resmî veya özel bir koleksiyona, yahut da genel bir müzeye devrolur gider.
Son günlerde elimize geçen bir davetiyeden, tanınmış sanatçımız Zeki Faik İzer’in İstanbul’da, 8-25 Aralık günlerine düşmek üzere, İstiklal caddesindeki “Galeri Oygar”da bir yağlıboya, suluboya ve fotoğraf sergisi açtığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu davetiye, sahibini sergiye çağırdığı kadar, Zeki Faik’in sanatçılık şahsiyetini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden tanımak fırsatını da veriyor. Çünkü davetiyenin sağ yaprağında Tanpınar’ın küçük bir takdim yazısı var.
Zeki Faik gibi bir ressamımızın sanat kudretini bilen iyi bilir ama onun yaratıcılık portresini Tanpınar’ın fırçasından da seyretmek insana ayrı bir zevk veriyor. İzer’e bu teşebbüsünde de başarılar dileriz.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Ocak 1946
Yeni Seri, No.103
SANAT HAREKETLERİ
Binasız tiyatro olur mu?
İstanbul gazetelerinde Şehir Tiyatrosu için henüz bir bina yapılmamış olduğundan acı acı şikâyet ediliyor. Bazı gazetelerde de Belediyenin bu ciheti önemle ele aldığı, yakında İstanbul’un güzel bir tiyatro binasına kavuşacağı müjdeleniyor. Bu alanda duyulan keder de sevinç de yerinde bir ilgi sayılır. Sanat, dünyanın her tarafında, karşılığı beklenmeyen bir masrafı, kültür uğrunda göze almak demektir.
Her sanat için olduğu gibi, tiyatro sanatı için de mekâna ihtiyaç vardır. Temsil ister açık yerde, ister kapalı yerde yapılsın, en azından aktörün üstüne çıkıp oynayacağı yerin, seyircinin oturacağı iskemlenin elde olması şarttır. Fakat iş bununla bitse iyi… Döner sahne, çeşitli çalışma sahneleri, edebî heyet toplantı salonu, kütüphane, dekor ve kostüm atölyeleri, aksesuar, dekor ve malzeme depoları, fümuar, direktör, rejisör, dramaturg ve diğer teknik ve idari personel için lüzumlu yerlere, kömür deposu, kalorifer dairesi, hademe odası vesaire nevinden tesislere ne buyrulur? Demek koskoca bir sanat enstitüsü kurmak lazım (!). Bu enstitüde başarılacak iş, yalnız aktörün değil, mimarın, ressamın, icabında müzisyenin de emeğini katmak suretiyle meydana gelen kolektif bir iş olacaktır. Tevekkeli büyük dram üstadı Richard Wagner, temel atma töreni 1872 yılında yapılmış olan meşhur Bayreuth operasını, “bütün sanatların kâbesi” diye vasıflandırmadı!
O halde İstanbul Şehir Tiyatrosu için öteden beri yapılmakta olan bina hazırlıklarının sona ermek üzere olduğunu, bu iki güzel şehrimizin yakında birer tiyatro binasına kavuşacağını düşünmek bile insana ferahlık veriyor…
Binasız tiyatro olmaz!
Onarma mı, yeniden yaratma mı?
Son yıllarda eski eserleri onarma işine verilen önem, sanatseverleri candan sevindiriyor. Ankara’da, İstanbul’da, yurdun birçok yerlerinde, asırlar boyunca tabiatın, insanların, kısaca birçok şeylerin gadrine uğraya uğraya tanınmayacak bir hale gelmiş olan mimari anıtlarımız onarılıyor; bunların bazıları mütehassıs mimarlarımızın özene bezene hazırladıkları rölöve planları gereğince geçmiş devirlerdeki hakiki çehreleriyle dünyaya yeniden geliyor. Mimar ağzıyla “restore etme” diye vasıflandırabileceğimiz bu neviden işlere, eser kıymeti bilen her cemiyette önem verilir. Fakat sanat eserleriyle, tarihî anıtlarla dolu olan memleketimiz için bu işin büsbütün başka bir önemi vardır. Bundan birkaç yıl önce, Ankara’mızın Fatih devri eserlerinden olan Mahmut Paşa Bedesteni de restore edilmişti; Eti eserleri müzesi haline konan bu güzel anıt, Türk mimarının tarihî eserleri onarma işlerindeki başarısına sanat dünyasını hayranlıkla inandırdı.
Birkaç yıldır devamlı surette restore edilmekte olduğunu işittiğimiz Topkapı Sarayı’nın büyük bir kısmının onarılmış olduğunu da geçen ay gazetelerde okuduk. Şimdi de Çırağan Sarayı’nın onarılıp otel yapılacağını işitiyoruz. Bu haberler insana sevinç veriyor. Hele İstanbul’da Bozdoğan Kemerleri önündeki Gazanfer Ağa Medresesi’nin bugünkü şeklini alıp Şehir Müzesi haline konması yolunda sarf edilen gayreti, onarma veya restore etme tabirleriyle değil de, “ölüyü diriltme” tabiriyle vasıflandırmak şüphesiz yerinde bir izah olur.
Küçük İdil
Ankara’da son ayların sanat hadiselerine kulak verenler, küçük İdil’in müzikteki başarısına hayret etmekten kendilerini alamazlar. Henüz 4-5 yaşına bile varmamış olan bu sevimli Türk kızını ben de dinledim. Çocuktaki mutlak duygu, şimdiye kadar gözümüzle görmeyip, literatürdeki izahlardan başarı derecelerini öğrenebildiğimiz “harika çocuklar”ınkinin tamamen aynı. Küçük İdil, fiziğin tarifine sığan her sesi yanılmaksızın kapalı gözle derhal teşhis ediyor; işittiği bir eseri piyanoda çok kere doğruya yakın bir armoni ile aynen tekrarlıyor. İşin garibi, küçük İdil, işittiği eserlerin piyanistik bir eser olup olmadığına da pek aldırış etmiyor. Onu, tamamen hafızadan olmak üzere, piyanosunda bir senfoniyi deşifre etmeye çalışır gördüğüm zaman hayretten hayrete düştüm.
Henüz doğru dürüst konuşmasını bilmeyen İdil’in müzik tarihinde –ender olmakla beraber– bazı benzerlerine tesadüf etmek mümkündür. Bunların en başında Mozart gelir.
İdil’i gördüğüm günün akşamı, Mozart’ın zamanında neler yapmış olduğunu araştırmak lüzumunu hissettim; büyük sanatçının da, aynı yaşta, İdil’in yaptığı şeylerden daha fazlasını yapamamış olduğunu hayretle tespit ettim (!).
Şimdi artık hiç düşünmeden yapılacak bir tek iş var: Çocuğu, mütecessislere teşhir yollu lüzumsuz ve tehlikeli istismarlardan bir an önce kurtarıp, Amerika’dan başka bir yerde bulunabileceğini zannetmediğim, harika çocukları yetiştirebilecek bir pedagogun eline telsim etmek!
Benzerleri gibi, başından büyük işler gören küçük İdil’i, ancak ölçülü biçili bir sevk ve idare ile sanat dünyamıza mal etmemiz mümkündür.
İdil’e sağlık ve başarı diler, mutlu ana ve babayı da candan tebrik ederiz.
Bir kuruluş ve bir başarı
Bu ayın ilk 15 günü içinde duyulan sanat hareketleri arasında candan alkışlanacak bir başarı da, bundan bir müddet önce kurulduğunu işittiğimiz İstanbul Şehir Orkestrası’nın, kıymetli şefi Cemal Reşit Rey’in idaresi altında, 13 Aralık 1945 Perşembe günü, Saray Sinemasında ilk konserini vermiş olmasıdır. İstanbul’un son aylardaki sanat hareketleri arasında en başta gelen bu büyük başarı, hele İstanbul’da Filarmoni Derneği’nin de geçen ay kurulmuş olması müjdesinden sonra, memleket müzikseverlerine yerinde bir sürpriz oldu.
Şehir Senfoni Orkestrası, bu ilk konserinde, Beethoven’in “Egmond” uvertürü ile Bizet’nin “L’Arlesienne” süitini, Cesar Franck’ın re-minör senfonisini çalmıştır.
İstanbul Şehir Senfoni Orkestrasını kurma yolunda teşebbüse geçenleri candan tebrik eder ve bu millî teşekküle sonsuz başarılar dileriz.
En güzel eser… İnsan
Ankara’mızın son günlerdeki çeşitli sanat çalışmaları arasına katılan diğer bir gösteri de, Bayan Marga Birsen’in idare ettiği “Beden terbiyesi ve ritmik danslar salonu” öğrencilerinin, 23 Aralık 1945 Pazar günü, Ankara Halkevi’nde vermiş oldukları müsameredir. Yıllardan beri müspet bir yolda çalışmış olduğunu ispat etmiş bulunan bu değerli müessese, bizleri insan vücudunun her şeyden önce estetik bir varlık olduğuna tereddütsüz inandırdı. Pazar günü zevkle seyrettiğimiz vücut hareketleriyle danslar ve oyunlar, bu önemli işin beden terbiyesi konusu içine girdiği kadar, bir sanat konusu olduğunu da açığa vurmaktadır.
Tevekkeli Eski Dünya’nın heykelcilerine ilham veren büyük örnek, yalnız insan vücudu değilmiş!
Tevekkeli Phidias’lar, Michelange’lar, Rodin’ler, eserlerinde yalnız insan vücudunu işleyip sonsuzlaştırmaya gayret etmemişler!
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Ocak 1946
Yeni seri: 104
SANAT HAREKETLERİ
Sahnede olup bitenler
Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi’nin salon temsillerine başlayacağını işittiğimiz gün, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda –Cyrano’dan hemen sonra– iki telif eserin sahneye konma hazırlıklarına devam edildiğini öğreniyoruz: “Dev Aynası”, “Gölgeler”…
Cyrano’yu görmek için Şehir Tiyatrosu dolup boşalıyormuş; roller, gittikçe daha olgunlaşıyormuş, daha oturuyormuş. Fakat figüranlar sahneye sığamıyormuş; hattâ temsilde önemli yer alan bu bir sürü dilsiz aktör, bütçeye hayli pahalıya mal olduğu için tiyatro idaresi figüran israfından pek de memnun değilmiş(!).
Eminim ki İstanbul’un teknik imkânlara malik yeni bir tiyatroya kavuşması üzerinde varılan müspet sonuç, sırf Cyrano’nun zaferidir. Demek şimdiye kadar dünya klâsiklerine pek o kadar el uzatılmamış olması, Şehir Tiyatrosu binasının kifayetsizliği üzerindeki şüpheleri gidermedi.
Ankara Halkevi’nin bütün gösterilere bağrını açık tutan sahnesi olmasaymış ne olacaktı? Biz bu sahnede, kimsenin burnu kanamadan Jül Sezar’ı bile seyrettik. Daha geçen akşam, gene aynı sahne üzerinde Madam Butterfly operaısnı yeniden görmek, bizleri ne kadar sevindirdi. İşin garibi, 5 seneye yakın bir zamandır sık sık oynanan Madam Butterfly operasını görmek isteyenler, bir hafta önceden bile satılık bilet bulamıyorlarmış. İşittiğime göre Devlet Konservatuvarı temsillerini İstanbul’dan görmeye gelenler de varmış!
Ankara ve İstanbul gazetelerinde tiyatro tenkidi üzerinde görülen yazıların az çok yapıcı bir tarafı var; fakat son günlerin tiyatro yazıları arasında göze çarpan “Bizde tiyatro var mı, yok mu?” yollu münakaşayı tamamen lüzumsuz buluyorum. Evet bizde, bizim istediğimiz mânâda bir Türk temaşa hayatı henüz yok; fakat son 6 yılın bütün imkânsızlığına rağmen yapılan müspet çalışmaları göremeyecek kadar gözleri yummaya da mânâ yok! Hele İzmir’de yeni kurulan Şehir Tiyatrosu’nun da çalışmaya başladığını işittikten sonra, ben “Bizde tiyatro yok”u “Bizde tiyatro olma yolunda; fakat tiyatro binamız henüz yok” mânâsına alıyorum.
Sanatsever ne diyor?
Aralık ayının 28’inde çıkan Cumhuriyet gazetesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Sanatkâr Zeki Kocamemi’ye dair” adlı yazısını dikkatle okuduk. Bu canla başla kaleme alınmış olan yazı, kıymetli ressamımız Zeki Kocamemi’yi bize iç ve dış durumu ile anlattığı kadar, bir sanat felsefesi, bir estetik de. Tanpınar’ın bu yazıda bir sanat adamını incelemek için sarf ettiği gayret, bizi önemli realitelerle de karşılaştırıyor. Tanpınar bu yazısında, resim sanatçısının sıkıntısından, eserini teşhir edecek galerisi olmadığından da yana yakıla bahsediyor. Şurasını unutmamak lazım gelir ki, sanat ancak malzeme ile ifade edilebilir. Boyasız, tuvalsiz, fırçasız resim olmaz. Galeri olmadan resim teşhir edilemez. Bu böyle olmakla beraber, uzun harp yılları, sanatı ne durdurabilmiş, ne de bizi büsbütün malzemesiz bırakabilmiştir. Boyasız kalan ressamımız boya icat etmiş, bu yüzden boya yapmaya teşebbüs edenlerimiz bile olmuş. Galerisiz kalan ressamımız, Ankara Halkevi salonunu, Sergievi’ni, v.s. yerleri temin edebilme imkânını sağlamıştır.
Bu yıl, resim dünyamız için dikkate değer olaylardan biri de Cumhuriyet Bayramından hemen sonra Ankara Sergievi’nde açılan VII. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’ne gönderilen eserlerin, bundan evvelki sergilere gönderilenlerden fazla olmasıdır. Devlet sergilerinde hiçbir yıl 400’ü geçmeyen tablo adedi, bu yılın sergisinde, bütün imkânsızlıklara rağmen 517 parçayı bulmuştur.
Özel sergiler
Daha geçende ressam Zeki Faik İzer’in Beyoğlu’nde Oygar Galerisi’nde bir sergi açtığını duymuştuk. Bu sefer de kıymetli ressamımız ve fikir adamımız Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ankara’da İller Bankasının altındaki salonda, eserlerini sanatseverlere teşhir etmiş bulunuyor. Bu ayın 6’sında açılan Eyüboğlu sergisi, 15 gün devam edecekmiş.
Bu seferki sergisinde, bize taze ve yeni bir hamle içinde 80 kadar eser gösteren Bedri Rahmi Eyüboğlu, eminim ki devamlı olarak önem verdiği renk araştırmalarını ileri bir sonuca bağlamış oluyor. Diğer taraftan, bizi her seferinde kendine hayran bırakan Eyüboğlu’nun resimde olduğu kadar şiirde de muvaffak olmasının sebebini, onun göz ile çalışmasından çok daha ziyade, kafa ile çalışmasında aramak lazımdır. Müzikte yapmak istediğimiz şeyleri resimde çoktan yapmış olan bir sanat adamımızın eserlerini yakından görmek bizleri çok sevindirdi.
Müzikte yeniye
Ankara’mızın son hafta sanat hareketleri arasında yer alan dikkate değer bir konser, klasik dünya repertuvarına olan bağımıza şahitlik ettiği kadar, millî müzikte yeniye olan inancımızı da ispat etti.
7 Ocak Pazartesi akşamı saat 19.30’da Radyo’da verilen bir konserde esas rolü, kıymetli piyanistimiz Ferhunde Erkin üzerine almış bulunuyordu. 70 dakika süren ve iki konçerto ile bir orkestra eserini bizlere dinleten bu konseri (Chopin: Konçerto mi minör, Ulvi Cemal Erkin: Konçerto; Ulvi Cemal Erkin: Köçekçe süiti) aynı akşam radyomuzun büyük stüdyosundan takip etmek de mümkündü.
Chopin’in konçertosunu dinlerken, eserin güzelliğine, eşsizliğine hayran olduğumuz kadar, Ferhunde Erkin’in tam bir emniyet içinde akıp giden icracılık başarısı, bizlere ayrıca huzur verdi. Hele Ulvi Cemal Erkin’in piyano konçertosunda beklediğimiz ifadeye eksiksiz ulaşan Ferhunde Erkin, geçen yüzyılın büyük piyanisti Clara’nın, kocası Schumann’ın eserlerini bizzat icra yoluna gösterdiği candan ilgiyi bize haklı olarak hatırlattı.
Genç bestecimiz Erkin bu konserde, yeni Türk müziğine giden iki ayrı yola, iki güzel örnek göstermektedir: 1) Millî atmosfer içinde, taklide veya tekrara yer vermeyen yeni bir yaratma (Konçerto), 2) Geleneğin malı olan ecdat eserlerinin günün icap ettirdiği teknikle ifadesi (Köçekçe süiti). Fakat burada asıl olan bir şey varsa, o da Dr. Praetorius’un idaresi altında Radyo Senfoni Orkestrası üyelerinin candan ilgisiyle icra safhasına intikal eden bu her iki eserin, alabildiğine yeni, alabildiğine modern birer yaratma olmasıdır. Şu halde müzikte bizi bir an önce yeniye götürecek olan millî sanat repertuvarımız her gün biraz daha zenginleşiyor.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Şubat 1946
Yeni seri: 105
SANAT HAREKETLERİ
Millî operaya hazırlanırken
Son ayların edebî yayınları arasında sanat dünyamızı yakından ilgilendiren bir kitapla karşılaşıyoruz: “Kelkit’in Doğuşu”, Vakit Matbaası, İstanbul 1945; yazan: Tevfik Tanyolaç.
21x13.5 cm. boyunda ve 100 sayfa olarak bastırılmış bulunan bu eserin iç kapaktan sonra gelen sayfasının orta yerinde, büyük harflerle dizilmiş şöyle bir satır var: “Opera için hazırlanmış 3 perdelik manzum piyes”. Kitabın içine tek yaprak olarak bırakılan düzeltme cetvelinin arkasında da şu cümle göze çarpıyor: “Opera besteleyecek bir sanatkâr bu eseri bestelemek isterse, livresi için müellifine müracaatı şarttır”.
Görülüyor ki, “Kelkit’in Doğuşu”, sırf opera livresi olarak düşünülmüş, fakat bu işte bestecinin de bir sözü olacağını unutmayan yazar, herhangi bir değişikliğe -haklı olarak- açık kapı bırakmış. Bunun böyle olduğu şuradan da anlaşıyor ki, bütün opera livrelerinin başında bulunması lazım gelen ses taksimatı, bu eserin başındaki şahıslar listesinde henüz gösterilmemiş. Demek yazar, bestecisini arıyor!
Kuvvetli bir tabiat sevgisine dayanan bu eser, gene aynı kuvvette bir memleket sevgisine de dayanarak, Bozkır’ın suya çektiği hasreti açıklamakta, Kelkit Çayının doğuşunu insani bir feragat sembolü içinde anlatmaktadır.
Kısaca konuya gelince: Kelkit Çayının üzerinde bulunduğu Bozkır, susuzluğu yüzünden vaktiyle dedelerimizi fazla bizar etmiş, sert, verimsiz toprak, yalnız sabanların tersini yüz etmekle kalmamış, çorak tabiat, genç anaların göğsündeki sütü bile kurutmuş, yeni doğan yavruları ölüme mahkûm etmişti. Fakat Bozkırlıların göç edip etmemekte kesin bir karar arifesinde oldukları gün, mucize görünmüş, Tanrı, beklenen kahramanı göndermişti: “Demirci Kelkit”. Nitekim demirine alın teriyle çelik veren bu genç demircinin yaptığı aşınmaz sabanlar, Bozkır demircilerini kıskandırmış, herkes Kelkit’e düşman kesilmiş. Günün birinde Kelkit, yurdunun çoraklıktan kurtulması için Tanrıya yalvarmış; Tanrı bu dileği bir şartla kabul etmiş: bir insan kurban etmek lazımmış. Kelkit, vatanı uğrunda kendini kurban etmesini Tanrıdan dilemiş, fakat o anda suların kızı Durusu’yu da delicesine sevmeye başlamış. Ne çare ki, yurt için verilmiş sözden artık dönmeye de imkân kalmamış. Bozkır demircileri, hasetle Kelkit’i öldürmüşler; her şeye rağmen Tanrının emri yerine gelmiş; Kelkit kendini kurban eder etmez, bugünkü Kelkit Çayı toprağı delerek gümbür gümbür boşalmaya, tabiat yeşerip çiçeklenmeye, anaların göğsünde düğümlenen süt birdenbire akıvermeye başlamış; kısaca Bozkır cennet olmuş.
Eserin devamı boyunca -tıpkı demirci Kelkit gibi- feragatin sembolü olan suların kızı Durusu’yun sonsuzluğa ulaşırken söylediği şu sözler, yurt sevgisinin olduğu kadar, insan ve tabiat sevgisini de candan bir ifade içinde açıklıyor:
Akan sular Kelkit’tir, Kelkit’in kalbinde ben;
Bozkır, su şehri oldu; böyle istedi seven.
İşte o günden beri Memiş Ana’dır bu yer;
Mağara pınar oldu, güldü sütsüz anneler…
Üç perdeden ibaret olan bu güzel eserde konunun bir kısmı 1924 yılında Suşehri’nde, bir kısmı da eski çağda Suşehri’nın bulunduğu Bozkır’a yerleşmiş bir Türk boyunda geçmektedir.
Lirik bir masal-operası şeklinde işlenip sahneye konması, millî opera repertuvarı için çok faydalı olan bu güzel eserin yazarı Tevfik Tanyolaç’a çoktandır özlediği besteciye bir an önce kavuşmasını temenni ederiz.
Anasının kuzusu
Devlet Konservatuvarı Tiyatro ve Opera Bölümlerinin kuruluşuna bir hayli emeği geçmiş olan Prof. Carl Ebert’in 1935 yılında ilk olarak Ankara’ya ayak bastığı gün, kendisini o zaman içinde “Musiki Muallim Mektebi” bulunan bugünkü Konservatuvara götürmüştüm. Carl Ebert, okulun konser salonunu görür görmez: “Burada mükemmel salon temsilleri verilir” dedi. Aradan yıllar geçti, son 5 yıl içinde de Konservatuvar mezunları, klasik dünya repertuvarından seçilen bazı eserleri Halkevi sahnesinde başarıyla oynadılar; fakat Carl Ebert’in başlangıçta aklından geçirmiş olduğu salon temsillerinin ilki (Anasının Kuzusu) tam 10 yıl sonra Konservatuvar salonunda sahneye konmuş oluyor.
İlk millî Rus piyeslerinin yazarı sayılan Fonvizin’in bu güzel eserini, 17.1.1946 Perşembe akşamı, Konservatuvar salonunda hayranlıkla seyrettik. Eseri ilk bakışta Fransız klasiklerinden Molière’i hatırlatıyor. Yalnız Molière’e de temsilin en sonunda bırakılan “kıssadan hisse” mefhumu ile, burada fırsat düştükçe, hele ikinci ve son perdede sık sık karşılaşılıyor. Burada da gülünç olan kibarlık budalaları var; sonradan görmüş, zarafet düşkünü ananın biricik oğluna, yani alabildiğine kabiliyetsiz ciğerparesine (anasının kuzusuna) harıl harıl bir şeyler öğretmek için gününü gün etmeye çalışan ayyaş bir papaz, dürüstlüğü bilgisine üstün olan bir hesap hocası ve hocalığın sırrını kurnazlıkla vakit geçirmede bulan bir lisan hocası var. Burada da karısının yersiz kaprislerinden bıkmış, tahakkümünden yılmış zavallı bir koca var. Kısaca Molière tiplerinin hemen hepsi burada yaşatılmış.
Modern oda müziği
Ankara Radyosu, son yılların sanat çalışmalarından doğan modern Türk müziği eserlerini, memleket sanatseverlerine tanıtmaya başlamış bulunuyor. Bu çeşit sanat müziği yayınlarından birini de, dün akşam dinlemiş olduk (23.1.1946, Çarşamba, Saat: 22.00). Radyonun 45 dakika devam eden bu oda müziği konserinde, Yaylı Sazlar Birliğinden (piyanoda Ferunde Erkin, üyeler: Gilbert Back, Sedat Ediz, İzzet Albayrak, Mesut Cemil Tel) dinlediğimiz iki eser: genç bestecimiz Ulvi Cemal Erkin’in “Piyanolu yaylı sazlar kuvinteti” (ilk olarak çalınmıştır) ile “Yaylı sazlar kuvatüoru” idi.
Estetik ve tonal bünye ne olursa olsun, Viyana Klasiklerinden bu yana devam edegelmekte bulunan “sanat şekli” ile “tematik işleme” gibi mefhumlarda en ufak bir değişme bahis mevzuu olmadığına göre, Erkin’in bu iki eseri “millî ritim ve renkler içinde gelişmiş tematik sanat” nevine en güzel, en olgun bir örnek mahiyetinde idi. Klasik forma uyarak dörder kısımlı cümleler halinde meydana getirilmiş olan her iki oda müziğinin münferit kısımlarında, bizden olan temalarla karşılaştık; bu temaların değişik renk, değişik ritim içinde akıp giden yüzlerini hemen her seferinde teşhiste güçlük çekmedik.
Milletlerarası çoksesli müzik edebiyatının standart şekli diye tanınan tematik kuruluşa, modern Türk müziği alanında orijinal örnek olma vasfını taşıyan bu tip eserlerin adedi çoğaldıkça, sanatın bu asil şekline olan sevgimiz o nispette artacaktır.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Şubat 1946
Yeni seri: 106
SANAT HAREKETLERİ
Üç kalem… Bir dava
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda telif ve tercüme repertuvarı artıyor. Ankara Devlet Konservatuvarı’nın yeni operalara çalışmak üzere olduğu şu sıralarda, ayrıca temsil kolu tarafından oynanacak olan Faust’un hazırlıkları da bitmiş. Fakat bütün bu çalışmaların gereği gibi olgunlaşmasını önleyen bir tek engel var, o da binasızlık.
Daha geçenlerde sayın Falih Rıfkı Atay, Ulus’taki Pazar Konuşmaları’nın birinde (13.1.1946) şöyle diyordu: “…Eğer İstanbul ve Ankara’da her türlü temsiller vermeye elverişli sahnelerimiz olsa, şu Cebeci’deki ocakta yetiştirdiğimiz sanatkârlar, Türkiye’nin bu iki şehrinin 8 aylık tiyatro mevsimini doldurabilecek hazırlıktadırlar”. Falih Rıfkı Atay’ın bu yerinde görüşünü, sayın Suut Kemal Yetkin, ahlâk kadar sağlam bir müeyyideye bağlamakta ve Ulus’ta çıkan “Devlet Tiyatrosu” başlıklı yazısında (26.1.1946) şöyle demektedir: “… Sağlam temeller üzerinde bin bir emekle kurduğumuz tiyatromuzu parlak bir geleceğe kavuşturmak istiyorsak, Devlet Tiyatrosu Kanununu çıkarmak, Devlet Tiyatrosu yapısını kurmak zorundayız”. Son haftaların sanatla ilgili yayınları arasında, millî tiyatro davamıza sımsıkı sarılmış olan yazarlarımızdan biri de sayın Lütfi Ay’dır. Bu tanınmış tiyatro tenkitçimiz, Atay ile Yetkin’in dediklerini Ulus gazetesinde okuduğumuz “Bir turnenin düşündürdükleri” başlıklı yazısında (31.1.1946) bu derece şaşmaz bir sonuca ulaştırıyor ve şöyle diyor: “…Başşehrimizde bile Devlet Tiyatrosu adına layık bir bina yapılamamıştır… Başşehrimizde kurulacak bir Devlet Tiyatrosu binası, memleket için yeni bir üniversite veya fakülteden farksız olacaktır”.
Görülüyor ki, Üç Kalem bir dava uğrunda birleşmiş! Böyle bir görüşe zıt bir görüş nasıl varit olsun ki! Türk sanatçılarının, millî sahne şuuruna, her milletin yürüdüğü yoldan ulaşması lazım geldiğini esasen göz önüne almış bulunan yetkili mercilerin, Ankara ve İstanbul için birer modern tiyatro inşasıyla ilgili hazırlıklara başlamış olduklarını sevinçle öğrenmiş bulunuyoruz.
Ankara’da solist çalışmaları
Devlet Konservatuvarı ve radyo solist konserleri son zamanlarda bir hayli artmış bulunuyor.
Türk sanatının ulu koruyucusu Cumhurbaşkanımız, Millî Şefimiz Sayın İnönü’nün her Cumartesi günü Devlet Konservatuvarında verilmekte olan konserleri huzurlarıyla şereflendirmeleri, hayatlarını sanata vermiş gençlerimize beklenen amaca ulaşma yolunda sonsuz bir inan ve enerji sağlıyor. İşte büyük önderimiz kıymetli iltifatlarını Konservatuvar salonunda geçen haftanın son oda müziği konserini vermiş olan öğretmen ve öğrencilerden de esirgemediler (2 Şubat 1946, Cumartesi). Nitekim aynı gün, 15 Ocak 1945’te sanat hayatının 25. dönüm yılını kutladığımız kıymetli viyolonistimiz Necdet Remzi Atak’ın hazırlamış olduğu bir konser programda yer almış bulunuyordu. Atak’ın öteden beri Konservatuvarda idare ettiği keman kursları, başkentimizin solistik çalışmalarını zenginleştirdiği kadar, kemanın tarihini, tekniğini, estetiğini, literatürünü de inceleme ve Türk kemancılığına giden yolu arama bakımından bir nevi laboratuar çalışması yerini tutmaktadır.
İşte Necdet Remzi Atak, Devlet Konservatuvarı Yüksek Keman Bölümündeki öğrencilerine bu neviden stüdyo araştırmaları arasında “parmak yerleri”, “ifade incelikleri” ve “tematik cümlelerin açıklanması” yolunda ders olarak ele aldığı malzemeyi, yani üç klasik İtalyan eserini (Tartini: Sonat; Vivaldi: Konçerto, Şakon), 2 Şubat 1946 Cumartesi günü Konservatuvar salonunda piyanist Bedia Dölener refakatinde başarı ile çalmış, ayrıca Millî Şefimizin takdirlerini kazanmış olan bu konserle, stüdyo çalışmalarının tatbikatta da müspet sonuca ulaşmış olduğuna sanatseverleri inandırmıştır.
Orduevinde resim sergisi
Son aylarda Ankara’da ve İstanbul’da açılan resmî ve özel resim sergilerine, 18 Ocak 1946 Cumartesi gününden beri Ankara Orduevi Emekli Subaylar Resim Sergisi de katılmış bulunuyor.
Tanzimat’tan bu yana sanat hareketlerine de önderlik etmiş bulunan sanatçı Türk subayları, 1835 yılında modern Türk resmine temel atmakla, minyatürden perspektife götüren yolu açmış bulunuyorlardı. İşte biz, orduda tam 100 yıllık bir geleneğe dayanan devamlı çalışmanın meyvesini, 27 ressam subayımızın bu sergiye verdikleri 270 parça tabloda görmekle sevinç duyuyoruz.
Bu sergide teşhir edilen eserler arasında, Türk resmine önderlik etmiş Hoca Ali Rıza, Sami Yetik, Sami Boyar çapında üstatlarla beraber, daha birçok kıymetli general ve subay ressamlarımızın tablolarını da seyretmek, insana ayrıca gurur veriyor.
Şöhretli bir âşık
Yurdun tanınmış âşıkları ara sıra Ankara’mızı da ziyaret ederler. Hattâ Ankara Radyosu bu halk şairlerini yurdun her tarafına dinletmek fırsatını kaçırmadı. Son yıllarda şahsen de tanıdığım bu içli halk sanatçıları arasında Veysel ve Talibî gibi âşıkları da dinledik. Bu fırsatlar bize yalnız Orta Anadolu folklorunu yakından tanıtmakla kalmamış, aynı zamanda unutulmaz hâtıralara da yol açmıştır.
Ankara Radyosu bize şimdi de âşıkların bir üçüncüsünü, yani şöhretli hikâyeci ve halk şairi Karslı âşık Dursun Ceylânî’yi tanıtmış oldu. Meğer Yurttan Sesler programlarında Muzaffer Sarısözen’in idaresi altında seve seve dinlediğimiz:
Mert dayanır, namert kaçar,
Meydan gümbür gümbürlenir.
mısralarıyla başlayan ezginin nâkili, âşık Ceylânî imiş. Onu, mikrofon provası yapılırken stüdyoda şahsen de tanıdım. Uzun boylu, güler yüzlü, kara gözlü, kara kaşlı, sazı boynunda asılı bir âşık…
Yurttan Sesler korosuna, kendi eseri olan “Köşkaya” türküsünü geçmeye henüz başlamak üzere idi ki, Sarısözen’e döndü ve yarım bir gülüşle şöyle dedi: “Sen bunu nasıl olsa benden aşıracaksın ya… bari iyi dinle!”. Halk lirizmine en güzel bir örnek olan bu ince eseri dinlemeye hazırlanırken, biraz evvelki sahnenin tesiriyle güleyim mi, gülmeyim mi diye düşünürken, âşığın tam bir âhenkle koromuza katılan sesi beni yeniden düşünceye attı. Âşık ve koro, hep birden şu türküyü çağırmaya başladı:
Bayırda gezen bacılar,
Yürekte yârem ıcılar,
Orda eylenin bacılar,
Görem yârim içinizde mi?
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Mart 1946
Yeni seri: 107
SANAT DÜNYASI
Partimizin Sanat Mükâfatı:
Partimizin 1946 yılı için açtığı Mimari Eserler Müsabakasına, genç mimarlarımız tarafından 26 proje gönderilmişti. Bu seferki müsabaka, “Bir köy ile bir köy evinin ıslahı” bakımından hazırlanan proje ve planlara inhisar etmekte idi. 2 Şubat 1946 Cumartesi gününden itibaren Ankara Halkevi’nde teşhire başlanmış bulunan eserler, Teknik Üniversite Mimarlık Fakültesinin Dekanı ve Güzel Sanatlar Akademisinin Mimarlık Kısmı Şefi ile Ziraat Bakanlığını temsil eden iki mütehassısın ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterinin seçtiği üç yüksek mimarın iştirakiyle kurulmuş olan jürinin tetkikinden geçtikten sonra, birinciliği, ikinciliği, üçüncülüğü kazananlara mükâfat ve bunlardan sonra gelen üç projenin sahiplerine mansiyon verilmesine ve müsabakaya eser göndermiş olan mimarlarımızın her birine ayrıca 200’er lira ödenmesine karar vermilmişti.
Son günlerde jüri eserler üzerindeki incelemesini bitirmiş ve müsabaka sonucu, Halkevlerinin 14. yıldönümü münasebetiyle Ankara Halkevi’nde yapılan tören sırasında açıklanmıştır.
Genç mimarlarımızın, emek mahsûlü olarak meydana getirmiş oldukları projeler arasında birinci mükâfat: (4.000 lira) 99190 rümuzlu projenin sahibi olan, Yüksek Mimar Halit Pamir ile Feridun Akozan, Nezahat Süğüder ve Maruf Önal’a; ikinci mükâfat (3.000 lira) 81245 rümuzlu projenin sahibi Yüksek Mimar Nejat Gökbelen’e; üçüncü mükâfat (2.000 lira) 12295 ve 13579 rümuzlu projelerin sahibi olan Yüksek Mimar Asım Mutlu ile İzzet Baysal’a; ayrıca 1.000’er lira 3 mansiyon: Yüksek Mimar Hamit Kemali ve Harika Söylemezoğlu’nun “Vadi”; Yüksek Mimar Ferzan Baydar ile M. Devres’in 2040; Yüksek Mimar Muhittin Binan ile Salim Gürçen’in “Yamaç” rümuzlu projelerine verilmiştir.
Halk Partisi Sanat Müsabakasına eser göndermek suretiyle, bu millî ödevi içten benimsemiş olan kıymetli mimarlarımıza sonsuz başarılar diler, hepsini candan tebrik ederiz.
Üçüncü Oda Orkestrası Konseri
Ankara’mızda ilk olarak Oda Orkestrası kurmaya teşebbüs etmiş olan genç sanatçımız Müfit H. İmşir, 6 Şubat 1946 Çarşamba günü saat 21.00’de Ankara Halkevi salonunda Üçüncü Yaylar Sazlar Orkestrası konserini verdi.
Müfit İmşir’in birinci konserden üçüncü konsere kadar geçen kısa bir zaman zarfında elde ettiği başarı, cidden büyüktür. Bu da gösteriyor ki, sanatçıyı amaca ulaştıracak yol, iyi niyet ile sebatlı çalışmadır.
Müfit İmşir, bize bu üçüncü konserinde, Ön-Klasik, Klasik ve Romantik bestecilerin eserlerinden kıymetli örnekler dinletti.
Programın ilk kısmının en başında dinlediğimiz Fuga Ricarcere’yi (Bach) bundan sonraki konserlerde daha olgun bir şekilde dinleyeceğimize eminiz. Bu kısımdaki Obua Konçertosu (Cimarosa), hem icradaki beraberlik, hem de obuist Şakir Yolaç’ın solistlik başarısı bakımından bizi tatmin etti.
Programın diğer eserleri arasında bilhassa Haydn ve Mozart gibi iki büyük üstadın Viyana Klasikleri üslûbuna en güzel örnek olan eserleri, bizi şaşırtacak kadar iyi ifade edildi. Bu arada Haydn’dan seçilmiş olan 4 parça (Menüet, Andantino, Scherzo, Rondo), dinleyenleri daha başlangıçta Viyana üstatlarına has bir üslûba zahmetsizce çekti götürdü. Eğer İmşir, programın ikinci kısmını Mozart’ın “Bir Küçük Gece Müziği” adlı serenadı ile bitirmiş olsaydı, bu üslûbun zevkine tam olarak ulaşma imkânını da elde etmiş olacaktık. Fakat şefin, programı Andante bir cümle ile bitirmemek endişesiyle araya sıkıştırmış olduğu Tschaikowsky (Andante cantabile), klasik havayı aşırı bir Romantizmle ikiye böldü. Maamafih bu da fena bir şey değildi; çünkü sanatseverlere bundan daha iyi bir mukayese fırsatı verilemezdi… Genç sanatçımız İmşir’in bundan sonraki konserlerinde daha ileri başarılar elde edeceğine eminiz. Kendisini ve arkadaşlarını candan tebrik ederiz.
Resim sergileri çoğalıyor
Cumhuriyet Bayramından beri açılan sergileri hatırlasak, plastik sanatlar alanında yapılan işlerin önemini derhal anlarız. VII. Devlet Resim ve Heykel Sergisi… Zeki Faik İzer… Cemal Tollu… Bedri Rahmi Eyüboğlu… Ankara Orduevi resim sergileri. Görülüyor ki, ressam da heykelci de imkânsızlık içinde imkân yaratabiliyor.
Son günlerin önemli sanat hareketlerinden biri de, İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi salonlarında açılmış olan Türk Ressam ve Heykeltıraşları Sergisidir (16-28 Şubat 1946). Yirmiden fazla Türk sanatçısının eseri teşhir edilmiş olan bu sergide, resim konusunun çeşitli kollarına ait birçok değerli tablo ile kadın heykelcilerimizin eserlerinin bulunduğunu, 20 Şubat 1946 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Fikret Adil tarafından yayımlanan bir tenkit yazısından öğrendik.
Bu yıl açılan resim sergilerinin, geçen yıllara nazaran daha fazla olduğuna bakılırsa, önümüzdeki aylarda da parlak sürprizlerle karşılaşacağımız muhakkaktır.
Sanatçı mübadelesi başlıyor mu?
Harpten evvel memleketimizi sık sık ziyaret eden yabancı konsertistlerin son yıllarda büsbütün azalması, “harp olan yerde sanat olmaz” mânâsına gelen o meşhur Latince atasözünü teyit etmiş oldu. Fakat son haftalar içinde memleketimizde dikkate değer konserler vermiş olan iki Yunanlı müzik artistinin İstanbul ve Ankara turneleri, eğer yanılmıyorsam, artık harbin bittiğine, milletlerarası sanat çalışmalarına da başlanabileceğine bizi inandırıyor.
Başarı derecelerini İstanbul gazetelerinden öğrendiğimiz bu iki artist (piyanist: Bayan Maria Heroyorgou, viyolonist: Nico Dikeos) Ankara’da verdikleri ikişer konserle, bizi yalnız kabiliyetlerine hayran bırakmadılar, aynı zamanda komşu ve dost Yunanistan’da güzel sanatlara verilen önemi de yakından tanıttılar.
Her iki sanatçıyı 13 ve 15 Şubat 1946 akşamları, ilk olarak Ankara Radyosundan dinledik. Modern Yunan bestecilerinden (Kalomiris G. Platon), Klasik ve Romantik repertuvardan seçilmiş eserlerle yapılan bu resitaller, bizi tahminimizde aldatmadı. Fakat 19 Şubat 1946 Salı günü saat 15.30’da Devlet Konservatuvarı salonunda şef Ferit Alnar’ın idaresindeki Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrası ile birlikte çaldıkları birer Beethoven konçertosudur ki, karşılaştığımız sanatçıların, Beethoven mimarisini anlayış ve ifade ediş kudretlerine hepimizi hayran bıraktı. Beethoven’in re-majör keman konçertosunu tam bir inan ve cesaretle çalan Nico Dikeos, Bach’ın yalnız keman için yazmış olduğu Partita’larından birini de çalmakla, milletlerarası standart repertuvara olan bilgisini ispat etmiş oldu.
Piyanist Maria Heroyorgou, Beethoven’in 3. Konçertosunu çalarken, eseri ifadede ulaştığı derin duygu iledir ki, geleceğin milletlerarası virtüozunu daha şimdiden teşhiste hata etmemiş olduğumuza bizi inandırdı Bu eseri takip eden Impromptu (Schubert), Heroyorgou’nun intikal devri eserlerini de alabildiğine Romantik bir duyuşla ifade edebilmekteki olgunluğunu açıklıyordu. Her iki sanatçıyı candan tebrik ederiz. Dost Yunanistan, dünya sanat piyasasına yetiştirmekte olduğu bu iki sanatçısıyla her zaman için övünebilir.
Devlet Konservatuvarı turnede
Şehirler arasında vakit vakit yapılan turneler, yalnız sanat hareketlerine değişiklik sağlamakla kalmaz, aynı zamanda çeşitli sanat muhyilerinin [canlandıran, hayat verenlerin], artist, repertuvar ve icracılık kaliteleri arasında faydalı mukayeseler yapmaya da yol açar.
Geçenlerde İzmir’e davet edilmiş olan Ankara Devlet Konservatuvarı sanatçılarının, şimdi de 22 kişilik bir grup halinde İstanbul’a gitmiş olduklarını işittik.
23 Şubat 1946 tarihinden itibaren İstanbul çalışmalarına başlayacak olan Konservatuvar Tatbikat Sahnesi, ilk temsili Şehir Tiyatrosu’nda verdikten sonra, ayrıca Kadıköy Süreyya Sineması ile Çemberlitaş Sinemasında da temsiller verecekmiş. Bu arada yalnız tiyatro temsillerine inhisar edecek olan bu turnede, Otelci Kadın (Goldoni), Yanlışlıklar Komedyası (Shakespeare), Bizim Şehir (T. Wilder), Anasının Kuzusu (Fonvizin) adlı eserler sahneye konacakmış. Genç sanatçılarımıza başarılar dileriz.
“Ülkü”
16 Mart 1946
Yeni seri: 108
SANAT DÜNYASI
Güzel Sanatlar Akademisi 64 yaşında
Bu yılın önemli bir olayı da, Güzel Sanatlar Akademisi’nin 3 Mart 1946’da 64 yaşına basmış olmasıdır. 1883 yılında “Sanayi-i Nefise Mektebi” adıyla, Saray içindeki Eski Eserler Müzesinin bir kısmında çalışmaya başlamış olan bu sanat müessesemiz, yarım yüzyılı geçen hayatı içinde resim, heykel, mimarlık, Türk ve Batı süsleme sanatları alanında bir hayli sanatçı yetiştirmiştir. Bu ünlü okulu 1883 yılında büyük emeklerle kurmuş olan, Müze-i Humayun Müdürü büyük bilginimiz rahmetli Hamdi Bey’i saygıyla anarken, Akademi’nin idareci, öğretmen ve öğrencilerine başarılar dileriz.
Bir özel sergi daha
Ülkü’nün geçen nüshalarında adlarını sıraladığımız sergiler arasına, 23 Şubat 1946 Cumartesi günü, Zahide Özar’ın, Oygar Galerisinde açtığı resim sergisi de katılıyor. Bu sergi, Bayan Özar’ın ilk sergisi imiş; genç sanatçımız bir müddet evvel Güzel Sanatlar Akademisi’nde açılan Türk ressam ve heykeltıraşlar sergisine de iştirak ederek, peyzajlar teşhir etmiş; bu seferki şahsi sergisinde de 40’tan fazla yağlıboya ve desen varmış. Bu haberleri Fikret Adil’in Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazısından öğrendik ve resim sergileri gittikçe çoğalıyor diye sevindik. Bu sergi münasebetiyle tenkitçi, gene eski bir derde dokunuyor: Galerisizlik (!). Maamafih, “Galerisiz resim olmaz!” demekten çekinmiyor da değilim. Sanki bana: “Binasız tiyatro olur da galerisiz resim niye olmasın?” diyeceklermiş gibi geliyor. Onun için burada sözü Fikret Adil’e bırakmak hiç de fena olmayacak. Bakınız bu tanınmış resim tenkitçimiz ne diyor: “…Sebebi de, şartları haiz yer, galeri yokluğundan, sanatkârların sık sık eserlerini teşhir ettikleri Oygar Galerisinde hiç de iyi bir ziya [ışık] tertibatı olmamasındandır. Halbuki resim gibi bir sanatta ışığın ne mühim bir rol oynadığı malumdur”. O halde genç ressamımız Özar ile meslek arkadaşlarına yalnız başarı değil, aynı zamanda bol ışıklı bir galeri de temenni etmemiz lazım geliyor.
Küçük virtüozlar
Şubat ayının önemli sanat hareketlerinden biri de, viyolonist küçük Ayla’nın [Ayla Erduran] İstanbul’da Saray Sineması salonunda verdiği ilk konserdir. Ayla’nın 27 Şubat 1946 Çarşamba gününe tesadüf eden bu konseri hakkında İstanbul gazetelerinde yayımlanan heyecan dolu yazıları okurken hiç şaşmadım. Birkaç ay önce idi… Gazeteci arkadaşımız sayın Raif Meto’nun, Ankara Palas otelinin küçük salonunda tertiplediği özel bir toplantıdaki sürprizin ne olduğunu gözümle gördüğüm kadar, kulağımla da işittiğim gün, işin önemini anlamıştım… Viyolonist küçük Ayla ile karşılaşıyorduk… Salonda davetliler arasında bulunan, Ayla’nın babası sayın Prof. Dr. Behçet Sabit ile sayın eşinin şefkat dolu bakışları, karşılaştığım manzarayı büsbütün güzelleştiriyordu. İşte o gün, kıymetli piyanistimiz Mithat Fenmen’in refakatinde, Beethoven’dan, Kreisler’den ve sair üstatlardan ezbere eserler çalan 10 yaşındaki virtüoz Ayla, bizleri kendine hayran bıraktı. Meğer Raif Meto: “Size bir sürprizim var!” demekte haklı imiş. Nitekim şimdi de İstanbul Sanat dostları, aynı sürprizle karşılaşmış oluyor. Küçük Ayla bu ilk konserinde: Veraccini’nin sonatını, Mozart’ın re-majör konçertosunu, Beethoven’ın fa-majör sonatını, Pugnani-Kreisler’in Preludium ve Allegro’sunu ve daha başka eserleri umulmadık başarı ile çalmış… Halk bu küçük sanatçıyı göz yaşlarıyla ve “Yaşa!” diye bağırarak alkışlamış. Yerinde heyecan!.. Küçük Ayla’nın bu büyük başarısı bizi haklı olarak sevindirdi.
Mithat Fenmen’in konserleri
Son günlerde İstanbul ve Ankara müzikseverleri, genç piyanistimiz Mithat Fenmen’in orkestra ile verdiği konserleri dinlemek fırsatını elde etti. Fenmen, 28 Şubat 1946 Perşembe günü İstanbul’da, kıymetli bestecimiz Cemal Reşit Rey’in idaresi altındaki orkestra ile beraber verdiği piyano konserini, 7 Mart 1946 Perşembe günü Ankara Radyosunda da tekrarlayarak, 19. yüzyıl Fransız müzik edebiyatının iki önemli eserini içine alan programını yalnız Ankaralılara sunmakla kalmamış, bu büyük eserleri aynı zamanda bütün memlekete dinletmek imkânını vermiştir.
Bu eserlerden birincisi, müzik sanatında “İntibacılık-Empresyonizm” mesleğine önderlik etmiş olan büyük besteci Gabriel Fauré’nin piyano ve orkestra için yazdığı “Ballad”, Fransız neo-klasisizmini kuran Cesar Franck’ın piyano ve orkestra için bestelediği “Senfonik Varyasyonlar”dır. Ankara Radyosunda şef Dr. Praetorius’un idaresi altındaki Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrasıyla beraber dinlediğimiz bu senfonik konserde Mithat Fenmen, Fauré’ye mahsus İntibacılığın tipik örnekleri olan uzun pasajları, parlak tiradları, forma bağlılığa en ufak mânâda halel vermeyen, gene Fauré’ye mahsus ifade inceliğini bütün özelliğiyle yaşattı. Cesar Franzk’a has mutlak ifadeciliğin verimi olan büyük çaptaki senfonik üslûba bizleri hayran bıraktı.
Sanatta halkçılık
Hangi sanatta olursa olsun, halktan gelen malzemeyi işlemek, halkçı olmak demektir. Fakat bu yolda görülen bütün işler, müziğin o her zamanki idealize etme prensibi içinde, folklor müziğinden sanat müziğine giden yolu hiçbir zaman kapamaz. Onun içindir ki, Slavlar, Romenler, Finler vesaire topluluklar gibi geniş folklor hazinesine sahip bulunan milletler, zamanla zengin bir sanat müziğinin doğumunu da sağlamış oldular.
İşte kompozitör Fuat Koray, son yıllarda yazdığı I. ve II. Halkçıyız Senfonilerinde, sırf memleket türküleri arasından seçtiği örnekleri işleyerek (Adana’nın yolları taşlık v.s.), folklor sanatından ideal sanata nasıl geçilebileceğini göstermiş oldu. I. Halkçıyız Senfonisini, yanılmıyorsam ilk olarak 1942 yılında Ankara’da dinlemiştik. 21 Şubat ve 2 Mart 1946 tarihlerinde Ankara Radyosundan işittiğimiz bu iki eser, Fuat Koray’ın sanatında devamlı surette gelişmekte olduğunu da açıklamaktadır.
Adnan Saygun’un üç senfonik eseri
4 Mart 1946 Pazartesi akşamı kıymetli bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’un radyo ile yayınlanan üç senfonik eserini dinledik: 1) İnci’nin Kitabı, 2) Bir Orman Masalı, 3) Divertimento. Modern Türk sanat müziği repertuvarında önemle yer alan bu üç eser, “İntibacılık” [İzlenimcilik] yolundaki ifade esprisinin en güzel örnekleriyle bizleri karşılaştırmaktadır. Saygun’un bu üç eseri, tabiatın insana verdiği yedi sesi on iki eşit perdeye bölerek elde edilen malzeme ile, herhangi bir tonal sisteme bağlanmaya lüzum kalmadan, beşer intibalarının olduğu kadar, mahallî ve millî intibaların da ifade edilebileceğini ispat ediyor. Nitekim evvelce piyano için yazılmış olan İnci’nin Kitabı’ndaki 7 küçük parçadan her biri, çocuğun günlük hayatından alınmış çeşitli intibaların müziğidir. Bir Orman Masalı, ormanla ilgili bütün tahassüslerimize [duygularımıza], gölge-ışık tezatları arasında can veren bir tablodur. Hele o Divertimento, kalplerı kolayca fetheden bir büyüdür; süratle benimsenen intibaların peyzajıdır. Şef Dr. Praetorius idaresindeki Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrasından işittiğimiz bu üç senfonik eserin bestecisinin diğer eserlerini de bir an önce dinlemek isteriz.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Nisan 1946
Yeni seri: 109
SANAT DÜNYASI
Büyükelçi Ertegün ve Paderewski
11 Kasım 1944’te Amerika’da vefat eden Büyükelçimiz Mehmet Münir Ertegün’ün, askerî Arlington Kabristanında, büyük piyanist ve eski Polonya Cumhurbaşkanı İgnace Paderewski’nin mezarı yanında duran tabutunun, İstanbul’a gönderilmek üzere, 22 Mart 1946’da Missouri zırhlısı ile yola çıkarılmış olduğunu, 23 Mart 1946 tarihli bir New York telgrafından öğreniyoruz. Görülüyor ki, memleketine hizmet eden insanlar, yabancı illerde de başta taşınıyor. Türk diplomatı Ertegün ile Polonyalı büyük piyanist Paderewski’nin Amerika Birleşik Milletleri toprağı üstünde hayata göz yummaları, her ikisinin tabutunu yalnız Amerikan kahramanlarının gömülmekte olduğu bir kabristanda birleştirebiliyor. Milletleri uğrunda hayırlı hizmetler gördükleri için, milletlerarası kahraman olmanın sırrına ulaşmış bulunan bu iki büyüğü saygı ile anarken, şu değişmeyen kanun, insan için devamlı bir inan kaynağı oluyor: Hangi alanda olursa olsun yaratıcı insan, sanatçı olan insandır. Böyle bir insanın sanatta, fende, askerlikte veya politikada yarattığı her eser, ancak olağanüstü sanat kıymetini taşıyabilir.
Millî sahnemizde olup bitenler
Ankara Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi artistleri, 23 Şubat-18 Mart 1946 tarihine kadar devam eden ünlü bir İstanbul turnesinden Ankara’ya dönmüş bulunuyor. Konservatuvarın bu bir ay içinde verdiği temsillerin başarı derecesini, çeşitli gazete yazılarından öğrendik. Hele genç artistlerimizin, 11 Mart 1946 Pazartesi günü, büyük Türk sanatçısı Hazım’ın Zincirlikuyu Kabristanındaki mezarına çelenk koymaları, yetişmekte olan körpe bir sanat neslinin kadirbilirliğini de açıklamış oluyor.
Son gelen haberlerden, Martın ilk haftasında çalışmalarına başlayan İzmir Şehir Tiyatrosu’nun, rejisörleri Avni Dilligil’in idaresi altında ilk temsilini vermiş olduğunu da sevinçle öğrendik. İzmir Belediyesinin himmetiyle kurulabilen bir Türk sahnesi, Kültür Park’taki Sümerbank pavyonunun tertibatını değiştirmek suretiyle meydana gelen tiyatroda temsillerine başlamış ve ilk olarak meşhur Skandinav yazarı Strindberg’in “Suçlu mu?” adlı piyesini sahneye koymuş. Bu hayırlı kurula da, Ankara ve İstanbul’daki benzerlerine dilediğimiz başarıyı dileriz.
Son haftanın tiyatro haberleri, günden güne artmakta olan telif repertuvarına yeni bir eserin daha katılmış olduğunu müjdeliyor: Ahmet Muhip Dranas. “Gölgeler”. 12 Mart 1946 Salı günü İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından başarı ile temsil edilmiş olan bu 3 perdelik piyes, bir ruh hastasının iç dünyasını incelemektedir. Bu piyesin ilk temsili için gazetelerde yayınlanmış olan yazılardan, rejisör H. Kemal Gürmend’in “Gölgeler”i başarı ile sahneye koymuş olduğunu öğrendik. Bu güzel eseri yazanı, sahneye koyanı ve oynayanları candan tebrik ederiz.
George Darvas konseri
Öteden beri şehrimizde bulunan Macar viyolonisti George Darvas, 6 Mart 1946 Çarşamba akşamı Ankara Halkevi salonunda piyanist L. Zsamboky refakatinde verdiği kemen resitali ile, herkesçe bilinmekte olan sanatçılık başarısına bizleri bir kere daha inandırdı. (Çalınan eserler kısaca: Schubert, Sonatine re-majör; Max Bruch, Konçerto; Chopin, Nocturne ile Vals; Mozart, Rondo; Sarasate, Zigeunerweisen v.s.). Her bakımdan zengin olan konser programındaki eserlerden M. Bruch’un konçertosunu, orkestra ile beraber işitmeyi çok isterdik. Bu konserde dinlediğimiz eserlerin modern keman tekniği icaplarıyla, bestecinin kastettiği mânâdaki ifade ve nihayet virtüozun kendinden kattığı üslûp özelliği gibi üç ana unsurun el birliği ile meydana gelen birer icracılık yaratması olduğu muhakkaktır. Gerek Darvas’ı, gerek Darvas’ın başarısında büyük emeği olan piyanist Zsamboky’yi candan tebrik ederiz.
Garip bir taviz
Son gelen “London Calling” radyo dergisinin sanat haberleri arasında garip olduğu kadar da önemli bir haberle karşılaştık: İngiliz Ginesi vatandaşı, tanınmış zenci orkestra şefi Rudolph Dunbar, 1942 yılında Londra’daki Albert Hall’da ilk olarak idare ettiği Londra Senfoni Orkestrasında, besteci W. Grant Still’in “Afro-Amerikan” senfonisini çaldırmış ve aynı gün Alman radyosunda şöyle bir haber yayınlanmış: “İngiltere, zenci jazını Albert Hall’da çaldırmakla, kültür alanında bir hayli gerilemiş oluyor”. Halbuki Berlin’de yayımlanan “Allgemaine Zeitung”dan öğrenildiğine göre, Berlin Filarmoni Derneği mensuplarının isteğiyle, bu kere Almanya’ya davet edilmiş olan zenci şef Dunbar, bu konserde, gene yukarıda adı geçen eseri idare etmiş ve Berlin sanat dostlarının sevgi ve takdir duygularının ifadesi olarak, Beethoven’in 5. Senfoni’sinin yazma nüshası kendisine hediye edilmiş (!). Cömertliğe diyecek yok amma şef Dunbar’ın bu hadise karşısında sarf ettiği tek cümle, sanat tarihinin çeşitli olayları arasında önemle yer alabilecek bir cümledir. Bakınız Dunbar ne demiş: “Tarihin, adaletsizlikleriyle beraber, garip tavizleri de var”.
Lazare Levy İstanbul’da
Ankara ve İstanbul müzik çalışmaları, son iki hafta içinde alabildiğine hararetli bir safhaya ulaştı. Bir yandan Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrası konserleriyle, Konservatuvar Oda Müziği ve Senfoni Orkestrası konserleri devam ederken, Radyoda piyanist Ferhunde Erkin, Bach’ın bir konçertosunu çalıyor; diğer yandan İstanbul’da şef Cemal Reşit Rey’in idaresinde verilen senfonik konserlere paralel olarak, uzun zamandır kendini tek başına dinletmemiş olan piyanist Ferdi von Stazer, 18 Mart Pazartesi akşamı başarılı bir Chopin gecesi yapıyor. Diğer taraftan son günlerin bu derece canlı geçen müzik hareketleri arasına çoktandır beklenen bir sanat olayı daha karışmış ve İstanbul sanatseverleri, 19 Mart 1946 Salı akşamı, büyük piyanist Lazare Levy’yi de dinlemek fırsatını elde etmiştir. Fransızların Cortot kadar sevilen bir sanatçısı olan L. Levy, 1926 yılından itibaren üçüncü defa İstanbul’a gelmektedir. Büyük piyanist, evvelki konserlerinde olduğu gibi, bu konserinde de Chopin’e önemli yer vermiş ve programının ilk kısmında çaldığı Mozart Sonatları ile Schumann’ın Senfonik Etüdler’inden sonra Chopin’in bir fantezisini, 6 Mazurka’sını, bir Nocturne’ünü ve bir Polonez’ini çalmak suretiyle konserini bitirmiş.
Pek yakında Ankara’mızda da konser vereceğini memnunlukla işittiğimiz Lazare Levy’nin, Ankara sanatseverlerini de yüksek başarısına hayran bırakacağına eminim.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Nisan 1946
Yeni seri: No.110
SANAT DÜNYASI
Dr. Praetorius’u kaybettik
26 Mart Salı sabahı, bu üzücü haberle karşılaştık. Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrasının idaresini aldığı 1935 yılından beri geçen 11 yıllık verimli bir işbirliğini, ani bir ameliyattan sonra tarihe mi devredecektik? Dr. Praetorius, Millî Eğitim Bakanlığının 1934 yılında tatbike başladığı geniş ölçüde bir müzik kalkınması sırasında, Berlin’den Ankara’ya davet edilmiş, gerek Devlet Konservatuvarının kurulmasında, gerek Cumhurbaşkanlığı orkestrasının yeniden organize edilmesinde önemli hizmetler görmüştür. Onu, her konser mevsiminde idare ettiği konserlerden, az zamanda herkes candan sevmişti. 1946’da 66 yaşına ulaşmış olan bu genç ruhlu, dinç vücutlu, çocuk neşeli şefin memleketimize karşı beslediği sevgi ve saygıyı, az zamanda Türkçemizi bütün inceliğiyle öğrenmiş olmasından da anlamak mümkündür. Onun ancak özlü bir geleneğe dayanan idaresi altındaki konserlerde, orkestra edebiyatının büyük bir kısmını yakından tanıdık ve sevdik. Dr. Praetorius’u, ihtisasından en çok faydalanacağımız sırada kaybetmemiz, cidden üzülecek bir olaydır. Kederli eşine, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası üyelerine, Radyo ailesine, onu ve sanatını sevenlere başsağlığı dilerim.
“Musiki Düşüncelerim”
Erzurum milletvekili sayın General Pertev Demirhan, bu adı taşıyan bir kitap yayınlıyor. Bu önemli eser, İstanbul’da Ebüzziya Matbaasında basılmış (1946) ve sayın yazar kitabını kızı piyanist Fatima Nevin’e ithaf etmiş. Nerede ve hangi milletin olursa olsun, sanatı insanlık için bir kıymet olarak seven sayın General, bu özlü kitabında, uzun yılların tecrübesine dayanan görüşlerini samimi olduğu kadar da bilgin bir ifade içinde açıklıyor. Daha kitabın kapağında, Eflatun’un o meşhur “Musiki Allah’ın lisanıdır” ibaresiyle söze başlayan sayın General Pertev Demirhan’ın, 14’üncü sayfada ileri sürdüğü fikirlerle, millî müzik hakkındaki kanaatlerimizin kesin bir sonuca bağlanmış olması, yıllardır üzerinde durduğumuz davada, ne derece haklı olduğumuzu da ispat ediyor. Bakınız sayın General ne diyor: “…Türk musikisinden diğer Avrupa milletlerinin eserlerine nazire olacak surette senfoni, opera ve saire gibi muhteşem ve muazzam millî musiki eserleri vücuda getirmek elzemdir. Ben bir gün buna muvaffak olacağımıza katiyen eminim…”.
Piyanist Paleniçek memleketimizde
Tanınmış Çek piyanisti Josef Paleniçek’in bu yıl, Mısır ve Filistin üzerinden başladığı konser turnesinde, memleketimizi de ziyaret ederek, Ankara ve İstanbul’da konserler vermesi, sanat alanında çok hareketli geçen Mart ayına büsbütün canlılık vermiş oldu. Çek hükümetinin yakın ilgisiyle memleketimize gelmiş olan bu genç ve ümit dolu piyanist, 27 Mart Çarşamba akşamı Ankara Radyosunda, 29 Mart Cuma akşamı Çek Elçiliği binasında ve 30 Mart Cumartesi akşamı ise Veremle Mücadele Kurulu yararına Halkevi salonunda vermiş olduğu üç resitalde, Bach, Beethoven, Chopin, Mussorgsky, Debussy, Smetana ve Balakirev’den çaldığı eserlerle bizleri teknik kabiliyetine olduğu kadar, kendine mahsus ifade özelliğine de hayran bırakmıştır. (Çalınan eserler kısaca: Bach, Fantezi Kromatik, Koral-Prelüt; Beethoven, Sonata Appassionata; Chopin, bazı Etüdler; Debussy, Sulara Batmış Katedral; Mussorgsky, Bir Resim Sergisinin Tabloları; Smetana, Furiante; Balakirev, İslams, v.s.). Palaniçek, Ankara’dan sonra İstanbul’da da konser vermiştir. Genç Türk sanatçılarının bu kıymetli piyanisti yakından tanımış olmaları bir kazançtır.
“Faust” Ankara’da
Ankara’mızın Mart ve Nisan ayları sahne çalışmaları, İstanbul turnesinden henüz dönmüş olan Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi artistlerinin bir müddetten beri hazırlamakta oldukları “Faust” temsili ile başlamış bulunuyor. Şair Goethe’nin 3 perde olarak meydana getirdiği bu büyük eserde, insan ihtirasının bin bir tezahürü ile karşılaşılmakta, iyiliğin, her zaman için kötülüğe galebe çalacağı remzedilmektedir. “Faust”un ayrıca operası da olduğuna göre, Konservatuvarımız, Goethe’nin temsil metnini sahneye koymuştur. Eserin ilk temsilinde, Mefisto (Şeytan) rolünde Ertuğrul İlgin, Margrit rolünde Muazzez İlgin, Dr. Faust rolünde Cüneyt Gökçer büyük başarı göstermişlerdir. Prof. Carl Ebert’in idaresi altında, evvelce Recai Bilgin’in pri kazanmış olan tercüme metninin memleketimizde ilk olarak sahneye konmasına hizmeti geçmiş olanları candan tebrik ederim.
Piyanist Mithat Fenmen İstanbul’da
Mart ayı müzik çalışmaları İstanbul’da, kıymetli besteci şefimiz Cemal Reşit Rey’in idare ettiği ve kıymetli piyanistimiz Mithat Fenmen’in iştirak ettiği senfonik bir konserle sona erdi. 28 Mart Perşembe akşamı saat 18.30’da Saray Sinemasında verilmiş olan bu konserde, evvela solist Mithat Fenmen ile Rana Erksan, Mozart’ın iki piyano için yazmış olduğu bir konçertoyu, Senfonik Şehir Orkestrası ile beraber çalmışlar, sonra şef Cemal Reşit Rey, Wagner’in Lohengrin operasının prelüdü ile Beethoven’in 7. Senfonisini idare etmiştir. İstanbul müzik dostlarının bu zengin konsere yakın ilgi göstermiş olduklarını İstanbul gazetelerinden memnunlukla öğrendim.
Ankara Halkevi’nde sanat gecesi
Her yıl olduğu gibi bu yıl da, Nisanın birinci günü akşamı, Ankara Halkevi Başkanı İçel milletvekili sayın Ferit Celal Güven, sanatçıları bir araya topladı. Bu toplantıyı, Cumhurbaşkanımız, Millî Şefimiz Sayın İnönü’nün yüksek huzurlarıyla şereflendirmiş olmaları, Türk sanatının ulu koruyucusunu bu sefer de başlarında gören sanatçılarımıza sonsuz sevinç verdi. Bu toplantıda, Ankara Devlet Konservatuvarının yeni yetiştirmekte olduğu genç müzik ve sahne nesli ile genç şairlerimiz ve halk sanatçıları, millî ve milletlerarası sanatın büyüklüğüne, güzelliğine herkesi hayran bıraktılar. 1 Nisan’ın her yıl bu şekilde tekrarlanmasını dilemekten başka elden ne gelir?
Paul Hindemith Berlin’e çağrılıyor
Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1934 yılında Ankara’ya davet edilerek, müzik çalışmalarımızla ilgilendirilmiş olan tanınmış besteci Paul Hindemith, harpten biraz önce Nazi Almanya’sından ayrılarak Amerika’ya gitmiş ve New York Üniversitesinin Müzik Fakültesine kompozisyon profesörü tayin edilmişti. Dün (9 Nisan 1946) Berlin Radyosundan naklen haberler veren Londra Radyosunun 41 metre üzerinden yaptığı bir yayından, Paul Hindemith’in Berlin Yüksek Müzik Okulu Müdürlüğüne tayin edilmiş olduğunu öğrendim. 1934 yılından 1938 yılı sonlarına kadar kısa aralıklarla Ankara’da birlikte çalıştığımız bu tanınmış sanat adamından, Berlin Yüksek Müzik Okulu’nun bir hayli faydalanacağını ummaktayım.
Beethoven törenleri
Ölümü 26 Mart 1827 tarihine rastlayan büyük müzik üstadı Beethoven için, Beyoğlu Halkevi Senfoni Orkestrasının verdiği bir konserle 120’nci, Ankara Halkevi’nde verilen bir senfonik konser ile de 119’uncu ölüm yılı anma törenlerinin yapılmış olduğunu öğrendim. Hakikatte bu sanat büyüğünün ölümünden, 1946 yılına kadar 119 yıl geçmiş olduğuna göre, işin içinde bir zühul [yanlışlık] olduğu anlaşılıyor. Her halde bir sanat adamının ölümünden 119 veya 120 yıl sonra hatırlanıp, eserlerinin çalınmış olması, şüphesiz takdire değer bir keyfiyettir.
21 Mart Perşembe günü Beyoğlu Halkevi Senfoni Orkestrası şef Seyfettin Asal’ın idaresi altındaki 6. konserini Beethoven’in ölümü yıldönümüne hasrediyor. Bu konserde ilk önce büyük üstadın “Coriolan” uvertürü çalınıyor; sonra piyanist Ferdi Statzer, 5. Konçertoyu çalıyor. 5. Senfoni ile de törene nihayet veriliyor.
Ankara Halkevi’nde 27 Mart Çarşamba akşamı yapılan anma töreninde ise, şef Müfit İmşir’in idaresi altındaki Senfoni Orkestrası, evvela “Coriolan” uvertürünü, sonra viyolonist Darvas, Beethoven’in keman konçertosunu çalıyor; büyük üstadın 1. Senfonisi ile de törene son veriliyor. Bu törenlerin en güzel tarafı, programlardaki tenazurdur [simetridir]; çünkü her iki konserde de Beethoven’den bir uvertür, bir Konçerto ve bir Senfoni çalınmıştır.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Mayıs 1946
Yeni seri: No. 111
SANAT DÜNYASI
Büyük Sinan öleli 358 yıl oldu
Millî mimarlık tarihimizin en büyük üstadı Sinan, 1588 yılı Nisanının 9’uncu günü hayata gözlerini yummuştu. Onun için gazetelerde bu büyük adamın 358’inci ölüm yılı hâtırasını anmak üzere yazılar çıkıyor; genç heykelcimiz Mustafa Kemal Alagöz, Koca Sinan için güzel bir heykel meydana getiriyor, 9 Nisan 1946 Çarşamba günü İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde yapılan bir toplantıda “Sinan’a dair” konulu bir konferans verildikten sonra, özel surette yaptırılmış olan “Sinan büstü” törenle açılıyor; en sonra da gene Akademi’de hazırlanan “Erzurum abideleri rölöve sergisi”geziliyor. Bütün bunlar büyük Türk sanatçısını anma yolunda tertiplenen kadirbilirlik gösterileridir. Büyük Sinan’ı yalnız Türkler değil, dünyanın bütün toplulukları da aynı sevgi ve saygıyla anarlar.
William Shakespeare’in 330. yıldönümü
23 Nisan, büyük İngiliz dramcısı William Shakespeare’in ölüm tarihidir. İngiliz milletinin olduğu kadar milletlerarası sanat dünyasının da kahramanı olan Shakespeare, 23 Nisan 1616’da hayata gözlerini kapamış, fakat tiyatro edebiyatına bıraktığı eşsiz eserlerle, dünyanın büyük ölmezleri arasında yer almıştır. Ankara Devlet Konservatuvarı ile İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun, William Shakespeare’i memleketimizde de tanıtmak yolunda önemli hizmetleri olmuştur. Büyük dramcının 40’a yaklaşan eserleri arasından, “Julis Caesar” ile “Yanlışlıklar Komedyası” ilk olarak Ankara Devlet Konservatuvarı, “Hamlet”, “Kral Lear”, “Macbeth” ve “Coriolanus” adlı faciaları da İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından sahneye konmuştur. İnsanlığın sosyal marazlarını çok kere ince bir mizah havası içinde ele alan Shakespeare’in hemen bütün eserlerinde özlü bir tenkit saklıdır.
İstanbul Şehir Tiyatrosu çalışmaları
Şehir Tiyatrosu’nun bu yılki çalışmalarında gayet verimli olduğunu İstanbul gazetelerinden öğreniyoruz. Tiyatronun dram kısmında Alman klasiklerinden Schiller’in “Maria Stuart” adlı eseri başarı ile ve Nisan sonlarına kadar devam etmek üzere sahneye konduktan maada, Cevat Fehmi’nin “Küçük Şehir”i tam 65 defa, Nisan ayının ortalarına doğru da, komedi kısmında, tanınmış sanatçımız İ. Galip Arcan’ın “Hava Parası” adlı telif komedisi oynanmıştır. Bütün bu hayırlı çalışmalar da gösteriyor ki, İstanbul Şehir Tiyatrosu son aylarda sahneye koyduğu 5 telif piyes ve 3 telif komedi ile inanılmayacak bir başarı rekoru kırmıştır. Bu yüksek sanat müessesemizin Emekli Sahne Sanatçıları Yurdu yararına büyük rejisörümüz Muhsin Ertuğrul’un da iştirakiyle vereceği 5 temsilden sonra, tiyatro mevsiminin nihayete ereceğini işittik. Sanat işlerine olduğu kadar, sanat yoluyla hayır işlerine de yetişen bu kıymetli sahnemize candan başarılar dileriz.
Yurdumuzda yabancı konsertistler
Bu yılın konser mevsiminde Ankara’yı ve İstanbul’u ziyaret eden misafir konsertistler, harp yüzünden biraz ağırlaşmış olan memleket müzik çalışmalarına son haftalar içinde bir hayli hız verdiler. Şimdi de Fransız viyolonisti Robert Soetens ile Yunanlı piyanist Lalauni’nin İstanbul’dan sonra Ankara’da da konser vereceklerini işitiyoruz. Bu arada viyolonist Soetens, 9 Nisan Salı akşamı İstanbul’da verdiği konserde, Fransız müziğinin 200 yıllık gelişmesini açıklayan Leclair, Cesar Franck ve Debussy gibi üstatların eserlerini içine alan programını tam bir emniyetle tatbik etmiş ve artiste piyanoda Madam Suzanne Roche başarı ile refakat etmiş. İstanbul’dan son aldığımız haberlerden, birkaç ay önce kurulan Filarmoni Derneği’nin teşebbüsü ile memleketimize davet edilmiş olan viyolonist Soetens’in, Derneğin tertiplediği ilk senfonik konsere de iştirak ederek, kıymetli şef Cemal Reşit Rey’in idaresi altında, Mozart’ın re-majör keman konçertosu (No.7) ile Chausson’un “Poème” adlı eserini, parlak bir teknikle çalmış olduğunu öğrendik. İstanbul Filarmoni Derneği’ni, bu hayırlı çalışmalarından dolayı tebrik ederiz.
Lazare Levy konserleri
Ankara’mızın son haftalarda büyük bir canlılık gösteren konser hareketleri arasında, nihayet meşhur Fransız piyanisti Prof. Lazare Levy’yi de dinlemek fırsatını elde ettik. Fransa’nın en büyük piyano pedagoglarından biri olarak da tanınmış bulunan üstat Lazare Levy, Kempff, Giesekin, Cortot çapında piyanistleri de dinlemiş olan Ankaralıları ifadesindeki sadelik ve samimiyete hayran bıraktı.
13 Nisan Pazar günü Devlet Konservatuvarı salonunda orkestra ile birlikte konser veren Prof. Lazare Levy’yi, Millî Şefimiz, Sayın Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü, huzurlarına kabul buyurarak, kendisine takdir ve iltifatta bulundular.
Prof. Lazare Levy, Ankara’mızda kısa bir zaman içinde (12, 13, 14, 15 Nisan 1946) dört büyük konser verdi. 1 Nisan Cumartesi günü akşamı Ankara Halkevi salonunda verdiği bir resitalde, Mozart’ın do-minör Fantezisi ile Beethoven’in No.2 Op. 31 Sonatını, Schumann’ın Senfonik Etüdler’ini, kendi sonatı ile (No.2) üç Prelüt ve Valslerini, Chopin’in iki Mazurka’sı ile do-minör Nocturne’ünü ve Op.53 Polonez’ini, programa ilave olarak da Chabrier ve Debussy’nin eserlerini çaldı.
13 Nisan Cumartesi, saat 15.30’da şef Ferit Alnar’ın idaresi altındaki Cumhurbaşkanlığı Filarmonik Orkestrası ile birlikte Konservatuvar salonunda verdiği ikinci konserde, C. Franck’ın Senfonik Varyasyonları ile Schumann’ın la-minör Konçertosunu; 14 Nisan Pazar günü akşamı Ankara Radyosundaki resitalinde, Bach’ın mi-bemol-minör Prelüd’ü ile Schumann’ın Senfonik Etüdler’ini, Debussy’nin “Çocukların Köşesi” adlı eserini, kendisinin Valslerini, Chabrier’nin “Idyl”ini, Chopin’in Op.53 Polonez’ini çalmış ve 15 Nisan Pazartesi akşamı gene Radyoda orkestra ile verdiği son konserde, 13 Nisan Cumartesi günü Konservatuvar salonunda çaldığı eserleri aynen tekrarlamıştır.
Görülüyor ki, Prof. Lazare Levy, ancak 25 yaşındaki bir gençten beklenebilecek enerjiyle verdiği bu dört konserle, Ankara sanat dostlarına, değme sanatçıların başaramayacağı zenginlikte bir müzik ziyafeti vermiş oluyor.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Mayıs 1946
Yeni seri: No.112
SANAT DÜNYASI
Yurtta koro çalışmaları
Topluluk müziğinin en olgun örneklerini içine alan koro edebiyatı, bizde de yavaş yavaş gelişmeye başladı. Bir yandan Ankara ve İstanbul’da büyük ölçüde korolar kurulurken, diğer yandan bu koroların ruhu demek olan özel repertuvar, halk türkülerimizi milletlerarası tekniğe göre işlemek, Batı şan edebiyatından seçilmiş eserleri dilimize adapte etmek suretiyle çoğalıyor; bu suretle milletlerarası repertuvarla millî repertuvarımız arasında verimli bir mübadele de başlamış oluyor. Onun içindir ki, Ankara Radyosunda, Mesut Cemil Tel, Halil Bedi Yönetken, İstanbul’da Muhittin Sadak gibi kıymetli mütehassıslarımızın rehberliği altında çalışmalarına devam eden 4 sesli koroların, geniş insan topluluklarının müzik zevklerini sağlama bakımından üzerlerine aldıkları büyük ödevde başarı göstermelerini dileriz.
Yeni Türk bestecileri iş başında
Sanat, her şeyden önce bir kültür işidir. Bugün sanatçının da geniş ölçüde bir kültüre sahip olmadan eserine can veremeyeceği muhakkak olduğuna göre, kültürün milletlerarası tekniğinden faydalanan genç Türk bestecilerinin verimli çalışmaları önünde sevinç duymamaya imkân var mı? İşte bu çalışmalar sayesinde, son yılların yeni Türk sanat müziği repertuvarı zenginleşti; kültürlü müzik sanatçılarımızın, millî piyasaya olduğu kadar, milletlerarası piyasaya da malzeme olan senfonik yaratmaları, yalnız Avrupa’da değil, Amerika’da bile yankılar uyandırdı. İki yıl önce Berlin’in senfonik programlarında hayranlıkla dinlenmiş olan, Ulvi Cemal Erkin ile Necil Kâzım Akses’in eserleri, şimdi de Amerikalılar ve Çekler tarafından kendi memleketlerindeki sanatseverlere dinletilmek isteniyor. Amerikalılar ayrıca Fuat Koray’ın 2’nci Halkçıyız Senfonisini de plağa alacaklarmış. Bundan başka senfonik Türk müziği repertuvarına 20 Nisan Cumartesi günü Erkin’in yeni yazdığı bir Senfoni, 28 Nisan Pazar günü de Akses’in yeni bir Yaylı Sazlar Kuvatüoru katıldı ve her iki eser de aynı tarihlerde ilk olarak Ankara Radyosunda yayınlandı. Diğer traftan, Türk teganni edebiyatına kıymetli eserler vermiş olan Ahmet Adnan Saygun’un, uzun emeklerle dolu solo şan, koro ve orkestra için meydana getirmiş olduğu “Yunus Emre Oratoryosu”nun bütün hazırlıkları bitirilerek, 25 Mayısta Ankara Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi salonunda ilk olarak icra edileceğini işittik. Görülüyor ki, kültürlü bestecilerimiz iş başındadır; ve Türk sanat müziği repertuvarı her şeye rağmen gelişip olgunlaşmaktadır.
Lila Lalauni konseri
Son zamanlarda, sanat dostlarını memnun eden olaylardan biri de, milletlerarası sanatçı mübadelesinin artması ve memleketimizi yabancı müziklerin sık sık ziyaret etmesidir. Nitekim son birkaç ay içinde Ankara ve İstanbul’u bazı misafir konsertistler (L. Levy, N. Nikeos, Hereyorgou, Palaniçek, Soetens) ziyaret ettiler. Şimdi de İstanbul gazetelerinden öğrendiğimize göre, Yunanistan’ın tanınmış bir piyanisti olan Bayan Lila Lalauni İstanbul’a gelerek, 25 Nisan Perşembe günü başarılı bir konser vermiş ve bu konserde Schumann’ın Fantezi’sini, Brahms’ın Paganini’nin bir teması üzerine yapmış olduğu varyasyonlarını, kendi eserlerini, Chopin’in Fantezi’sini, bir Nocturne’ünü ve 3 Etüd’ü ile bir Polonez’ini çalmış. Yabancı konsertistlerin memleketimizi sık sık ziyaret etmeleri, yetişmekte olan genç sanat nesli için cidden faydalı oluyor.
İstanbul nihayet tiyatro binasına kavuşuyor
Aktöre “tiyatro”, ressama “galeri yok diye yıllardır duyduğumuz şikâyetler yakında sona eriyor. Ankara Devlet Konservatuvarı artistleri için, şimdilik Sergievi binasının tiyatroya çevrilmesiyle ilgili hazırlıkların sona ermek üzere olduğu şu sıralarda, İstanbul gazetecilerinin 25 Nisan Perşembe günkü aylık toplantılarında, sayın Vali Lütfi Kırdar, 9 milyon lira sarfıyla meydana gelecek olan İstanbul Tiyatro binasının inşasına, önümüzdeki Haziran ayında başlanacağını müjdelemiş. Taksim’de büyük Jandarma karakolu ile Elektrik İdaresine ait binanın bulunduğu arazi üzerinde yapılacak olan Şehir Tiyatrosu 2.400 kişilik olacak, içinde 700 kişilik bir konser salonu ile bir resim galerisi, ayrıca düğün ve toplantı salonları da bulunacakmış. İstanbul’un sanat işlerine de kıymet veren sayın Vali Lütfi Kırdar’ı bu başarısından dolayı da tebrik ederiz.
Milletlerin kurtuluş bayramları
Avrupa’da istila görmüş milletlerin kurtuluş bayramlarından ikisi, Mayıs ayına tesadüf etti; ve bu vesile ile hazırlanan tören programlarında da sanata ve sanatçıya ön planda yer verildi. Bu arada memleketlerinin birinci kurtuluş dönüm yılını, 4 Mayıs Cumartesi akşamı Hilversum radyolarının hazırladığı özel bir programla kutlayan Hollandalılar, sevinç ve şükranlarını, genç bestecileri Anton Vender Horst’un, müttefik kuvvetlere ithaf etmek suretiyle, solo bariton, koro ve orkestra için yazdığı bir “Te Deum” ile ifade ettiler; Ankara Radyosu da, bu törenin anonsunu Türk dinleyicilere yayınlamakla, dost Hollanda’nın bu millî sevincine iştirak etmiş oldu.
9 Mayıs Perşembe akşamı, Çekoslovakya’da birinci kurtuluş dönüm yılı kutlandı. Bu vesileyle dost Çek milleti için, aynı akşam özel bir senfonik program tatbik eden Ankara Radyosunda Halil Bedi Yönetken Çek müziği hakkında bir konuşma yaptı. Şef Ferit Alnar’ın idaresi altındaki Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası ise, tanınmış Çek bestecisi Antonin Dvorak’ın 5. Senfonisi ile Bedrich Smetana’nın “Vatanım” adlı senfonik şiirini çaldı. Her iki dost millete saadet ve başarı dileriz.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Haziran 1946
Yeni seri: No.113
SANAT DÜNYASI
İstanbul’da üç resim sergisi
Güzel sanatların her alanında olduğu gibi, resim alanında da bahara zengin gösterilerle girdik. Cumhuriyet Bayramından beri Ankara ve İstanbul’da birbirini kovalayan özel ve resmî sergilere, son haftalar içinde yenileri de katılmış oluyor. Hele İstanbul’da Nisan sonlarına doğru açılan sergilerden üçünün aynı günlere rastlaması, sanatseverlere beklenmedik sürpriz oldu. Bu sergilerden birini, ressam Sabiha Rüştü Bozcalı (Beyoğlu’nda Filarmoni Derneğinde), ikincisi ressam Hamit Görele (Beyoğlu’ndaki Oygar Galerisinde), üçüncüsünü de ressam Adnan Onbaşıoğlu (Eminönü Halkevi’nde açmıştır).
Devlet Konservatuvarı 10 yaşında
1934 yılında Millî Eğitim Bakanlığı eliyle başlamış olan geniş ölçüdeki müzik çalışmaları, az zamanda özlü bir kalkınmayı sağlamış, 1936’da Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi binasında kurulan Konservatuvar (6 Mayıs 1936), müzik sanatı ve çeşitli sahne sanatları alanında yetişen genç Türk sanat neslinin, 4 yıllık kısa bir devre içinde, milletlerarası repertuvardan alınmış örneklerle, zengin sanat gösterilerine başlayabilmesini mümkün kılmıştır. Bu arada, derhal harekete geçirilmiş olan tercüme kurulları, tanınmış tiyatro ve opera metinlerini dilimize çevirip adapte etmeye başlamış, Paul Hindemith, Carl Ebert ve Ernst Praetorius gibi Batı dünyasının tanınmış sanat adamları organizatör olarak memleketimize davet edilmiş, nihayet ilk tiyatro ve opera temsillerinin verildiği 1940 yılı, Devlet Konservatuvarı tarihinde unutulmaz bir yıl olmuştur: (10 Aralık 1940 Çarşamba: Maurice Maeterlinck, Evin İçi; 21 Haziran 1940 Cuma: Mozart, Bastien ile Bastienne operası; Puccini, Madam Butterfly operası, II. perde).
6 Mayıs 1946’da Konservatuvarımız 10 yaşını tamamlamış, bu vesileyle aynı gün saat 17’de tertiplenen törende Müdür Tevfik Ararad ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in söylevlerinden sonra tatbik edilen müzik ve opera programı, davetleri 10 yıllık sürekli çalışmalardaki başarıya inandırmıştır.
Yeni Türk sanatının kurucuları olan gençleri ve onların kıymetli önderlerini candan tebrik ederiz.
Ankara Halkevi resim sergisi
Ankara Halkevi Güzel Sanatlar Kolunun tertiplediği yıllık resim sergisi, 21 Mayıs 1946 Salı günü saat 17.30’da İller Bankası altındaki Resim ve Heykel Galerisinde törenle açılmış ve Halkevi’nin temin ettiği imkânlarla kendilerine çalışma fırsatı verilmiş olan genç ve kabiliyetli sanatçı ve amatörlerin çeşitli tabloları, umuma teşhir edilmeye başlanmıştır. Sanat dostlarını yeni kabiliyetlerle karşılaştıran bu sergiyi dikkatle gezmek, geleceğin Türk sanatına önderlik edecek gençleri yakından tanımak demektir.
“Yunus Emre Oratoryosu”
Batıda yüzyıllar boyunca şan solistleri ile koro ve orkestra için yazılmakta olan oratoryoların ilki, artık bizde de yazıldı. Kıymetli bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’un, 14. yüzyılın büyük halk şairi Yunus Emre’nin şiirlerini besteleyerek meydana getirdiği ve millî sanatımızın koruyucusu Cumhurbaşkanımız, Millî Şefimiz İnönü’nün yüce varlığına armağan ettiği Yunus Emre Oratoryosu, Ankara Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesinin büyük salonunda 21 Mayıs 1946 Salı günü saat 21.00’de çalınmış (özel bir toplantıda) ve eser 25 Mayıs 1946 Cumartesi günü saat 15.30’da gene aynı salonda ilk olarak umuma dinletilmiştir. Yerli ve yabancı sanatseverlerin sürekli alkış ve takdirini toplamış olan bu ilk Türk oratoryosundaki başarısından dolayı yüce Cumhurbaşkanımız İnönü, besteci Adnan Saygun’a iltifatta bulunmuşlardır.
Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrasının, Devlet Konservatuvarı solistlerinin, Tatbikat Sahnesi ve Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Şubesi birleşik korosunun iştirakiyle ve bizzat bestecinin idaresi altında icra edilmiş olan bu büyük eser, 30 Mayıs 1946 Perşembe akşamı Ankara Radyosunda çalınacak, bu suretle memleket içinde ve dışında dinlenmesi de sağlanmış olacak!..
Genç bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’u bu başarısından dolayı da tebrik ederiz.
Ankara Radyosunda yeni Türk sanat müziği
Kıymetli bestecimiz Ulvi Cemal Erkin’in evvelce ilk icrasının Konservatuvar salonunda yapılmış olduğunu haber verdiğimiz Senfoni’si, programdaki diğer iki eserle beraber (Piyano konçertosu, Köçekçe dans süiti) 24 Mayıs 1946 Cuma akşamı Ankara Radyosunda tekrarlanmış, böylelikle yeni Türk sanat müziğinin üç önemli örneğini içine alan aynı programın, memleket içinde ve dışında dinlenebilmesi de sağlanmıştır. Kıymetli piyanistimiz Ferhunde Erkin’in, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrasının iştirakiyle ve bizzat bestecinin idaresi altında verilmiş olan bu radyo konseri, yeni Türk sanatını yakından kollayan müzikseverlerimizi candan sevindirmiştir.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Haziran 1946
Yeni seri: No. 114
SANAT DÜNYASI
Türk sahnesinin ilk temeli
Türk sahnesinin artistlerine istedikleri gibi temsil vermek imkânını sağlayacak modern bir tiyatro binasının temeli nihayet 29 Mayıs 1946 Çarşamba günü İstanbul’da Taksim Meydanında bu işe ayrılan alanda atılabildi. İşte millî tiyatromuz tarihinde önemli bir dönüm noktası. Artık Türk rejisörü eser seçmede güçlük çekmeyecek; Türk artisti sanatını rahat rahat gösterebilecek bir sahneye ayak basmış olacak; tiyatro severlerimiz sahne tekniğinin noksanlığı yüzünden 2 saatte seyredilmesi gereken bir eseri 4 saatte seyretmek külfetinden kurtulacak. Kısaca dört başı mamur bir iş! Ne derlerse desinler, isterlerse tiyatro sahne sanatı değil, bir aksiyondur, açık, kapalı, her yerde oynanabilir desinler. Evet, bazı amatör hattâ profesyonel sahne eserleri, açık havada da oynanabilir… Fakat bir de bu için muayyen teknikle yalnız sahne üzerinde icrası zaruri olan taraflarını düşünelim. Sonra bunun mevsimle ilgili olan tarafı da var. Meselâ yağmurun bol olduğu bir mevsimde, tiyatro meraklılarına: iştahınızı yağmursuz mevsime saklayın mı diyeceğiz? Yahut da, mevsim kış olduğu için temsilleri tatil ettik; yazın yağmursuz günlerde yine buluşuruz yollu özür dilemek mi lazım gelecek? Şaka bertaraf, İstanbulluların gayreti ve İstanbul’un sanat dostu Valisi sayın Lütfi Kırdar’ın himmetiyle, yıllardır atılması beklenen bir temel nihayet atılabildi. Darısı başkentimizin, diğer şehirlerimizin başına… Bu vesileyle atalarımızın şu hikmet dolu sözünü sık sık hatırlamak faydasız olmasa gerek: “Tahsil-i-kemlât, kem âlat ile olmaz!” [Kötü âletle mükemmelliğe ulaşılmaz].
Sergi bolluğu
Ne sevinilecek şey! Dünyanın birçok yerlerinde, sanat işleri yazın tatil edilir; sanatçı, hareketli geçen kış çalışmalarının yorgunluğunu gidermek için, büyük şehirlerden sessiz ve kuytu yerlere, sayfiyelere kaçar. Halbuki 6 yıllık harbin bütün sıkıntılarına, hattâ malzeme tedarikindeki imkânsızlıklara rağmen, ressamlarımız her fırsatta eser verme zevkinden kendilerini mahrum etmediler. Bütün kış devam eden sergi çalışmaları yaz boyunca da sürüp gidiyor; Ankara ve İstanbul’da çeşitli sergiler açılıyor. Nitekim tanınmış ve kıymetli ressamımız Eren Eyüboğlu, 9 Mayıs 1946 Perşembe günü, Beyoğlu’ndaki Filarmoni Derneği binasında zengin bir yağlıboya sergisi açmış ve çok takdir edilmiş. Tanınmış ressam Naci Kalmıkoğlu, Ankara’da hemen her yıl açmakta olduğu yağlıboya resim sergisini, bu yıl da 25 Mayıs 1946 Cumartesi günü Yenişehir’de Gazi Mustafa Kemal Bulvarındaki 4 numaralı evde açmış ve bu güzel sergi de büyük bir ilgi uyandırmıştır. Gene Ankara’mızda Haziran başında (3 Haziran 1946 Pazartesi) açılan ikinci bir sergi, çok sevilen ressamımız Zahide Özar’ın yağlıboya resim sergisidir. Bu sergiyi aynı gün saat 17.00’de Atatürk Bulvarındaki 157 numaralı kitabevinde sayın Millî Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel bizzat açmışlardır. Diğer taraftan, her yıl Haziranda Ankara Sergievi’nde açılması mutad olan İstanbul Güzel Sanatlar Birliği sergisinin bu yıl bazı zaruri sebeplerle evvela İstanbul’da Galatasaray Lisesinde, Ağustos ayı içinde de Ankara’daki Sergievi’nde açılacağını işittik. Görülüyor ki, çalışan sanatçıya engel yok!
Festivaller gene başlıyor
Milletlerarası sanat bayramlarının başlaması, şüphesiz sulhün yaklaştığına delalet eder. Onun içindir ki, önümüzdeki aylarda, İsviçre’de Cenevre şehrinde, Konservatuvar tarafından milletlerarası bir müzik müsabakası açıldığını ve bu işe yüksek para mükâfatı tahsis edildiğini duyduğumuz zaman çok sevindik. Şimdi de Çek Filarmoni Derneği’nin 50. yıldönümü için Prag’da büyük bir müzik festivali tertip edilmiş olduğunu, bu büyük şenliğe bütün milletlerin iştirak edeceğini, Prag Konservatuvarının, Ankara ve İstanbul Konservatuvarlarıyla temasa geçerek, millî Türk eserlerini icra edecek heyetleri davet etmiş olduğunu, 31 Mayıs 1946 tarihli Vatan gazetesinden öğrendik. Millî sanatımızın memleket sınırları dışında da tanıtılıp sevilmesi bakımından, milletlerarası sanat temaslarından büyük faydalar beklenebilir.
Millî anıtlarımız artmakta
Son yıllarda, yurdun birçok yerlerinde yükselen anıtlar, birer sanat eseri olarak da memleketimizi süslüyor. Nitekim, Gelibolu’da yapılan İnönü heykelinin 31 Mayıs 1946’da törenle açıldığını, kasaba içinde yeniden onarılan 5 çeşmenin, gene aynı gün halkın istifadesine hasredilmiş olduğunu, 1 Haziran 1946 tarihli Ulus gazetesinden sevinçle öğrendik. Yalnız bu güzel haberi Gelibolu’dan telgrafla her yere bildirmek lütfunda bulunanlardan bir tek dileğimiz var, o da: bundan böyle bu çeşit sanat eserlerini yapan heykelcilerin kim olduklarını da telgraflarında açıklamalarıdır. Çünkü sanatçının adı her zaman eseriyle birlikte anılır.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Ağustos 1946
Yeni Seri: 117
SANAT DÜNYASI
Yeşil Bursa’mızda yeni bir sanat müessesesi
Sanat dünyasının en önemli haberi, yeşil Bursa’mızda yeni bir Güzel Sanatlar Akademisinin kurulacağı haberidir. Bundan daha çok sevinilecek şey olur mu? Türk güzel sanatlarının bütün kollarına vatan olan zümrüt Bursa’mıza neler borçlu değiliz? Selçuk sanatı ile Osmanlı sanatı arasındaki intikal devri eserlerinin en önemlileri orada meydana gelmiş. Klasik Türk mimarlığına temel orada atılmış. Türk süsleme sanatlarının en güzel örnekleri, oradaki eserleri süslemiş. Türk çiniciliğinin gönüllere inan veren renkleri, en çok oranın tabiatıyla bağdaşmış; oradaki anıtları tabiata eşit kılmış. İşte Yeşil Cami… İşte Yeşil Türbe… Daha neler, neler… Şöyle bir düşünürsek, Türk sanatına yüzyıllar boyunca önderlik etmiş olan yeşil Bursa’da güzel sanatlarımızı sistemli olarak öğretecek bir okulun şimdiye kadar kurulamamış olmasına hayret etmemek elden gelmiyor. Artık Kültür Bakanlığı, bu işe de el koymuş oluyor. Nitekim 28.7.1946 tarihli Ulus gazetesinde şu sevinç veren haberi okuyoruz: “Bu yıl Bursa’da bir Güzel Sanatlar Akademisi açılıyor –Türk klasik sanatının beşiği olan Bursa’da önümüzdeki ders yılından itibaren resim, heykel ve süs sanatlarını ihtiva edecek bir Güzel Sanatlar Akademisinin açılması, Millî Eğitim Bakanlığı tasarıları arasında bulunmaktadır”.
Geçen yıl Bursa’da açılmış olan resim atölyesi iyi sonuçlar vermiştir. Çini, kumaş, tezhip gibi orijinal Türk süsleme sanatının en güzel örneklerini veren Bursa’da, Güzel Sanatlar Akademisinin çok başarılı bir istikbali olacağı muhakkaktır.
Bursa’da Güzel Sanatlar Akademisi olmaya elverişli bina olarak bir kasır vardır. Bununla beraber, şehrin içinde başka bir bina bulunması da kuvvetle umulmaktadır.
Millî Eğitim Bakanlığı, Bursa Güzel Sanatlar Akademisinin kuruluşuna ait kanun tasarısının hazırlığını tamamlamıştır. Tasarı, önümüzdeki ders yılına kadar kabul olunduğu takdirde Akademi açılabilecektir.
Bu güzel haberden anlaşıldığı gibi, Akademinin kanunu da hazırlanmış olduğuna göre, müessesenin önümüzdeki ders yılı çalışmalara başlayacağı muhakkak görünüyor. Bu hayırlı işe önderlik eden sanat mercilerine candan başarılar dileriz.
Küçük bir virtüoz
Son ayların en önemli memleket sanat olaylarından biri de, 27.6.1946 Perşembe akşamı saat 21.45’te Ankara Radyo Evinde verilmiş olan bir keman konseridir. Radyomuz müzik yayınlarını takip eden okuyucularımın hatırlayacakları gibi, bu konserde Suna Kan adlı 9,5 yaşında bir Türk kızı, şef Ferit Alnar’ın idaresi altında ve Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası refakatinde, Mozart’ın la-majör keman konçertosunu çalmış; bu hal herkesi hayrette bırakmış. Böyle bir sanat olayının Ankara sanat dostlarını hayrete düşürdüğü günlerde, biz Brüksel’deki Milletlerarası Radyo Konferansında bulunuyorduk. Bazı teknik sebepler yüzünden bu müstesna konseri maalesef Brüksel’de dinleyemedik. Yurda döner dönmez Suna Kan keman konserinin plakla tespit edilmiş olduğunu sevinçle öğrendim ve iki büyük plağı başından sonuna kadar sabırla dinlediğim zaman olayın büyüklüğü önünde hayretle sarsıldım. 9,5 yaşındaki bir insanoğlunda görülemeyecek müzikalite ve teknik. Eminim ki eserin bestecisi Mozart bile 9,5 yaşında iken, bu çeşit eserleri daha yüksek bir başarı ile çalamamıştır. Bu suretle Müzik dünyamızın küçük Türk sanatçıları kadrosundaki viyolonist Ayla Erduran ile piyanist İdil Biret yanında, artık viyolonist küçük Suna da yer almış oluyor. Bize düşen vazife, dünyanın her yerinde güçlükle elde edilen bu müstesna kabiliyetlerin vakit kaybetmeden ellerinden tutmak ve günün icap ettirdiği teknikle yetiştirmektir.
Brüksel’de önemli bir konser
Milletlerarası Radyo Konferansının Haziran sonlarında Brüksel’de toplanması münasebetiyle, Belçika Millî Radyo Difüzyon Enstitüsü tarafından konferans üyeleri şerefine, Brüksel Radyo İstasyonunun büyük salonunda senfonik bir konser tertip edildi. O gün (26.6.1946 Çarşamba) Hotel Metropol’deki konferansın uzayacağından âdeta endişe eder gibi oldum. Filhakika Radyoevinin bin kişilik konser salonuna, konferans üyelerinden bazı meraklılarla birlikte, konser zamanından üç dakika önce soluk soluğa girebildik. Nice Operası şefi Georges Lauweryns’in idaresi altında Brüksel Radyosu Senfoni Orkestrası ile verilmiş olan bu büyük konserin programı şu eserlerden ibaretti: J. Haydn, Askerî Senfoni No.11; Em. Chabrier, Suite Pastoral; G. Lauweryns, Sonbahar, scherzo; R. Wagner, Tanrıların Göçüşü; R. Strauss, Ölüm ve Kurtuluş.
En çok hayretimi mucip olan şey, orkestradaki disiplin ve inandır. Şefin kudreti, bu muazzam problemi sıkıntısız ve eksiksiz halletmeye kâfi geldi. Böylelikle hayatımın ender günlerinden birini kapamış oluyordum.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
16 Ağustos 1946
Yeni seri: 118
SANAT DÜNYASI
M.D.T. resim sergisi
Son aylarda sık sık resim sergileri açıldığı için, yukarıdaki başlık yeni bir serginin kısaltılmış adı sanılıyor. Hakikatte de öyle; yeni bir sergi, üç kısaltılmış isim; yani: “Müstakil Ressamlar Birliği”, “D” Grubu ve “Türk Ressamlar Cemiyeti”. Görülüyor ki, bu üç ayrı sanat kurulu, Ankara’mızda ortaklaşa bir sergi açmış. Sevinçle karşıladığımız bu haber, tecessüs duygumuzu harekete getirmekten de geri kalmadı. Buna sebep ne olabilirdi? Bu üç ayrı kurul acaba bundan sonra hep ortaklaşa sergiler mi açacak? Sorduk, öğrendik, merakımız geçti. Her yıl Cumhuriyet Bayramının hemen arkasından açılmakta olan “Devlet Resim ve Heykel Sergisi” bundan böyle her yılın ilk ayında açılacakmış. Elde bulunan tüzüğün bu işle ilgili maddesi değişmiş. Bunu öğrenen gayretli ressamlarımız, yeni yıla kadar olan uzun mesafeyi örtmek maksadıyla, bir defaya mahsus olmak üzere böyle bir sergi açmaya karar vermişler. Böylelikle hem aradaki uzun bir zaman sergisiz geçmemiş oluyor, hem de kıymetli sanat adamlarımız, icabında, resmî mercilerin teşebbüsü dışında bile işbirliği yapma kudretine sahip olduklarını ispat etmiş oluyorlar.
M.D.T. resim sergisi, 10 Ağustos 1946 Cumartesi günü saat 17.00’de Postane caddesindeki Devrim İlkokulu salonlarında açılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı adına sayın Müsteşar Besim Kadırgan’ın kısa bir hitabesinden sonra davetlilere açılan sergide, çeşitli konuları ihtiva eden 126 parça yağlıboya eser teşhir edilmiştir. Bu ortaklaşa sergide resimleri teşhir edilen sanatçılarımız arasında Refik Epikman, Cevat Dereli, İlhan Demirci, Arif Kaptan, Eşref Üren, Cemal Tollu, Sabri Berkel, Eren Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemal Bingöl, Avni Arbaş, Selim Turan, Nuri İyem gibi tanınmış ressamlarımızla Güzel Sanatlar Akademisinden son yıllarda mezun olmuş kabiliyetli gençler vardır.
M.D.T. sergisi, 30 Ağustos 1946 Cuma günü akşamına kadar her gün saat 10-19 arasında umuma açık bulundurulacaktır.
Cenevre’de milletlerarası müzik müsabakası
Herhalde hatırlardadır: Harp biteli milletlerarası sanat müsabakalarına tekrar başlanmış olduğundan, bu arada Cenevre Konservatuvarının müzik sanatının bütün kollarını ilgilendiren geniş ölçüde müzik müsabakası açacağından, bundan önceki nüshalarımızda birkaç kere bahsetmiştik. Son gelen haberlerden ve Milletlerarası Radyo Konferansı münasebetiyle geçen ay Cenevre’de bulunduğumuz sıralarda yaptığım incelemelerden, bu iş için lüzumlu hazırlıkların bitmiş ve tanınış sanat merkezlerinden başvuran isteklilere ait kayıt muamelelerinin sona ermiş olduğunu öğrendik. Elde ettiğimiz malumata göre, adaylar en geç 15 Eylül 1946’da Cenevre’ye varmış bulunacaklar ve tespit edilen program uyarınca, müzik sanatının çeşitli kolları için tertip edilen müsabakalar 15 Ekim 1946’da sona ermiş olacaktır.
Dünyanın tanınmış sanat merkezlerinden davet edilen müzik uzmanlarının iştirakiyle meydana gelecek olan jürinin vereceği karar uyarınca, müsabakada kazanmış olanlara yüksek para mükâfatı verilecektir.
Ankara’mızın son yıllarda bir hayli gelişmiş olan müzik çalışmaları, ilgili makamları Cenevre Konkuru ile yakından meşgul etmiş ve bunun neticesi olarak Ankara sanat muhitinde tanınmış iki kıymetli ses artistimizin Cenevre’ye gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Bunlardan biri, geçenlerde Halkevi salonunda verdiği konserle geleceğin vaat olduğu bir sanatçısı olduğuna hepimizi inandırmış olan soprano Şadan Candar, diğeri de Devlet Konservatuvarının opera temsillerinde hayranlıkla dinlediğimiz bariton Vedat Gürten’dir.
Cenevre müsabakalarının sonuçlarını sayın okuyucularımıza ileride bildireceğiz. Milletlerarası önemde bir müzik konkuruna memleketimizi temsil etmek üzere hükümetimiz tarafından ilk adaylar gönderilirken duyduğumuz heyecan cidden büyüktür. Her iki sanatçımıza da bu millî ödevde başarılar dileriz.
İngiltere’de müzik
İngiltere’de harp içinde esasen durmamış olan müzik hareketleri, harpten sonra büsbütün canlandı. Bir yandan Londra’nın tanınmış konser salonlarında büyük çapta senfonik konserler çalınırken, diğer yandan İngiliz Radyo İdaresi (BBC), memleket içi postasıyla olduğu kadar, deniz aşırı yayınlarıyla da (Pasifik bölgesi, Hindistan, Afrika, Yakın Şark ve Akdeniz bölgeleri, Amerika, Latin Amerikası v.s.) olağanüstü müzik programları tatbik ediyor ve bu konserler BBC dinleyicilerine dünyanın en büyük şef ve solistleriyle karşılaşma fırsatını veriyor. Nitekim 16 Ağustos 1946 Cuma günü saat 21.35’teki Afrika servisinden şef Sir Adrian Boult’un idaresi altında, Beethoven’ın keman konçertosu ile 8. Senfoni’sini, 17 Ağustos 21.10’da gene aynı servisten şef Basil Cameron’un idaresinde, Haendel’in aryaları ile Beethoven’ın 3. do-minör piyano konçertosunu dinleme imkânını elde etmiş olacağız.
Yukarıda yalnız Afrika servisine tahsis edilen programlara örnek olarak bazı eserler göstermiş oluyoruz ki, bu gibi eserler, diğer servislerin programlarında da bulunmaktadır.
Bu yıl Londra’da radyo dışı konser çalışmaları da bir hayli canlı geçmiştir. Haziran 1946’da Londra’da konser veren birliklerle, çalınan eserlerin en önemlileri şunlardır: Londra Filarmoni Orkestrası, tanınmış şeflerden Victor de Sabata, Gregor Fittelberg, Karl Rankl ve Basil Cameron gibi sanatçıların idaresi altında, Strawinsky, Ateş Kuşu; Yeni Londra Orkestrasının verdiği iki konserin birinde, viyolonist Szigeti, Beethoven, keman konçertosu; Royal Koro Derneği, Mozart, Requiem; Hirsch yaylı sazlar kuvatüoru, Mozart, Oda müziği eserleri; The Boyd Neal yaylı sazlar orkestrası, Fransız eserleri; bu arada J.Ph.Rameau, 3. Konçerto ile Debussy, Danslar; Roussel, Senfoniyetta; Chausson, Aşkta şiir ve Haendel, Konçerto Grosso.
Londra’nın bu derece zengin olan konser çalışmalarını inceleyip de Ankara’mızın konser mevsimini daha şimdiden özlememeye imkân yok.
Cevad Memduh ALTAR
“Ülkü”
1 Eylül 1946
Yeni seri: 119
SANAT DÜNYASI
Yurtta mimarî sergiler
Bir şehri güzelleştiren resmî binaların, dünyanın her yerinde, müsabaka açmak suretiyle inşa edilmeleri âdet olmuştur. İnkılaptan beri, memleketimizde de bu cihete fazla önem verilmiş, mimarî anıtların güzelliği, konkur ve jüri yoluyla büsbütün sağlanmıştır. İstanbul’da, Taksim’de yapılmakta olan yeni Radyo Evi binası konkuruna iştirak eden mimarlarımızın meydana getirdikleri 74 çeşitli projenin, geçen yıl, Galatasaray Lisesinde sanatseverlere teşhir edildiği elbette hatırlardadır. Şimdi de, bu yıl Teknik Üniversitenin Mimari Fakültesinden mezun olan gençlerin yapmış oldukları projelerin, 15 Ağustos Perşembe günü Üniversitenin kapalı spor salonunda, umuma teşhir edilmeye başlanmış bulunduğunu memnunlukla öğrendik. Bu sergide, mezunlara ait 19 projenin konusu, Ankara’da Çankaya caddesi üzerinde yapılması tasarruf edilen bir elçilik binası imiş. Birinciliği, mezunlardan Fatin Uran kazanmış, yurtta bu çeşit sergi ve konkurların çoğalmakta olduğunu görmekle sevinç duyuyoruz.
Anıtlarla yüz yüze
Anıt sanatseverle yüz yüze gelmedikçe, ifade etmek istediği mânâyı devamlı olarak gizler. Mimarî anıtların her biri, tarihin bir safhasını sonsuzlaştırmak amacıyla meydana getirilmiş olduğuna göre, Beşiktaş’taki Barbaros Türbesi, Eminönü’ndeki Valide Camii, zamanla etraflarını çevirmiş olan moloz binalar yıkılıp, birer meydan ortasına alındıktan sonradır ki, yüzyıllar boyunca taşımakta oldukları mânâyı gereği gibi açıklamışlar, bu suretle tarihî ödevlerini yeniden kıymetlendirme imkânını elde etmişlerdir. Bu cümleden olmak üzere, 18 Ağustos tarihli Ulus gazetesinde Kayseri’deki meşhur Döner Kümbet’in de, saklandığı yerden çıkarılıp, bir parkın ortasına alınmak üzere olduğunu sevinçle öğrendik. Gönül istiyor ki yurdun köşede bucakta kalmış bütün anıtlarıyla yüz yüze olalım.
Küçük Ayasofya onarılıyor
Bir anıtı onarmak, yeni bir anıt yapmaktan daha güçtür sanıyorum. Harap olmuş mimarî anıtları ayağa kaldırmak, binanın şeklini bulabilmek için, kırık dökük taş parçalarından mânâ çıkarmaya uğraşmak, geçmiş devirlerde kullanılmış yapı malzemesinin formüllerini çözerek onları yeniden meydana getirmeye çalışmak, restoratör mimarlar için kolay bir iş olmasa gerek. Memleketimizde Millî Eğitim Bakanlığı ile Vakıflar Umum Müdürlüğü bu neviden onarma işlerine son yıllarda hız ve önem verdiler. Şimdi de eski bir Bizans eseri olan Küçük Ayasofya camiinin, Vakıflar İdaresinin himmetiyle diriltilmek üzere olduğunu, 21 Ağustos tarihli Tasvir gazetesinden öğrendik. Fetihten kısa bir zaman sonra Bizans’ın harap İstanbul’unu dünyanın başşehri haline sokan Türkler, şehrin eski binalarını da korumak için her tedbire başvurmuşlardır. Tevekkeli tanınmış tarihçi Robert Meyer: “Byzantion, Konstantinopollis, İstanbul” adlı eserinde, Bizans kiliselerinden bahsederken şöyle dememiş: “…Vaktiyle sırf camiye çevrilmiş oldukları için harabe haline gelmekten kurtulmuşlardır; tıpkı Küçük Ayasofya ve Kariye camileri gibi…”.
Atina’da bir Türk sanatçısı
Milletlerarası müzik turneleri başlamış olduğuna göre, önümüzdeki kış konserlerine, tanınmış Batı virtüozlarından bazılarının da katılacağı tahmin ediliyor. Son yıllarda memleketimizi ziyaret eden yabancı konsertistler arasında: Kempff, Gieseking, Lazar Levy gibi üstatları dinlemiş olmanın verdiği hazzı unutmaya imkân var mı? Memnunlukla öğreniyoruz ki, kıymetli bestecilerimizden, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası şefi Ferit Alnar, vaki davet üzerine, yabancı memleketlerdeki orkestralarla konserler vermek için turneye çıkmış. Nitekim 21 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan: “Ferit Alnar’ın Atina’daki muvaffakiyeti” başlıklı kısa bir haberden, bu tanınmış sanat adamımızın, Atina’nın tarihî açık hava tiyatrosunda verdiği konserin, radyo ile de yayınlanmış ve konser sonunda sanatkâra samimi tezahürat yapılmış olduğunu öğrendik. Milletlerarası sanat piyasasına kendi sanat adamlarımızın da katılması, Türk sanat ve sanatçılarının uzak ülkelerde de tanınmaları bakımından faydalı oluyor. Elverir ki, bu neviden milletlerarası çalışmalara iştirak edebilecek liyakatteki sanat adamlarımızın adedi gün geçtikçe artsın; sanatta başarıya, ancak tahsil ve tecrübe yoluyla ulaşılabileceğine herkes inansın!
İstanbul Filarmoni Derneği çalışmaları
Bir memlekette sanatın geçişmesi, özel sanat kurullarının artmasına ve bu nevi kurulların programlı çalışmasına bağlıdır. Onun için, dünyanın tanınmış sanat şehirlerinde, bu neviden teşebbüslere resmî müesseselerden ziyade özel dernekler önayak olur. Nitekim geçen yazılarımızın birinde, kuruluşundan sevinçle bahsettiğimiz İstanbul Filarmoni Derneği’nin bu yıl da zengin bir çalışma programı hazırlamak üzere olduğunu öğrendik. Bakınız 22 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan: “Filarmoni Derneğinin hazırlıkları” başlıklı kısa haberde ne deniyor: “İstanbul Filarmoni Derneği, önümüzdeki mevsim içinde dolgun ve planlı bir musiki faaliyeti göstermek için çalışmaktadır. Bu maksatla İdare Meclisi sık sık toplanarak, verilecek konserlerin programlarını hazırlamakta ve yabancı memleketlerden getirtilecek dünyaca tanınmış üstatların tekliflerini incelemektedir”. İstanbul Filarmoni Derneği’ne candan başarılar dileriz.
Salzburg Festivalleri
Sanat tarihinde Mozart şehri diye anılan Salzburg’da, 1938 yılından beri tatil edilmiş olan festivallere, bu yıl gene başlanmış olduğunu, “Radio Wien” adlı dergiden öğrendik.
Yıllardan beri aynı şehirde bulunan ve Mozart sanatı üzerinde devamlı araştırmalar yapan “Mozartheum” müessesesinin hazırlamakta olduğu festivaller, birkaç gün devam etmekte ve elde bulunan program gereğince Mozart’ın büyük çaptaki eserleri ile operaları şehrin belli başlı binalarında icra ve temsil edilmektedir.
İlk olarak 1842 yılında Salzburg’da Mozart için yapılan bir anıtın açılış töreni münasebetiyle verilen konserler, Salzburg Festivallerinin doğmasına önayak olmuş, o tarihten bir müddet sonra, her yılın muayyen zamanında, bu çeşit festivallerin yapılması âdet olmuştur.
1930 yılından beri Mozart Festivallerinin yabancı radyolar tarafından Salzburg’dan naklen yayınlanmasına da başlanmıştır ki, aynı yıl 133 radyo istasyonu tarafından yapılan bu işi 1937’de Avrupa ve Amerika’nın tanınmış 295 istasyonu üzerine almış ve bu suretle Mozart Festivallerini bütün dünyanın dinleyebilmesi imkânları sağlanmıştır.
Salzburg gibi sağlam bir müzik geleneğine malik olan bir şehirde, milletlerarası önemdeki festivallere yeniden başlanmış olması, 6 yıldır sesi sedası çıkmayan milletlerarası sanat çalışmalarının geleceği hakkında insana umut veriyor.
Cevad Memduh Altar
“Ülkü”
16 Eylül 1946
Yeni seri: 120
SANAT DÜNYASI
Tevfik Fikret büstü
Büyük şairimiz Tevfik Fikret’in ölüm yıldönümü olan 19 Ağustosta yapılan törenle beraber, İstanbul Belediyesi tarafından hazırlattırılan Fikret büstünün Aşiyan’a konulacağını işitmiştik. Gazete sütunlarından öğrendiğimiz bu önemli habere sevinirken, gene o eski derde temas etmeden geçemeyeceğim. Acaba gazete idarehaneleri sanatla ilgili bir haberi yayınlamadan önce, eseri yapan sanatçının adını da öğrenip yayınlayamaz mı? Konser programlarında, sanatçının adını eserinin yanı başında anmakla, ressamın veya heykelcinin adını da eseriyle birlikte anılması arasında hiç fark yoktur. Gazetelerimiz her nedense bu cihete gerektiği gibi önem vermiyorlar. Halbuki Aşiyan’a Fikret’in büstünün konacağını gazete haberlerinden öğrenen okuyucu için eserin yaratıcısı meçhul kalıyor; böylelikle bir sanat olayı hakkında vatandaşlara tam bilgi verilemiyor.
İşte çözülmesi güç bir mesele: Acaba Fikret’in büstünü yapan heykelcimiz kim?
Hermann Scherchen geliyormuş
Haber alındığına göre, aylardan beri açık bulunan Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası şefliğine, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından milletlerarası tanınmış sanat adamlarından Hermann Scherchen tayin edilmek üzereymiş. 1934 yılından 1945 yılına kadar, Dr. Praetorius’un idaresi altında çalışmış olan biricik orkestramızın, üzerine aldığı çeşitli ödevleri başarma yolunda sarf ettiği gayret herkesçe bilinmektedir. Nitekim son yıllarda repertuvarı oldukça genişlemiş olan Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesinin opera temsillerine, ikinci şef Ferit Alnar’ın idaresi altında, Cumhurbaşkanlığı orkestrası ile refakat edildiği gibi, mevsimin senfonik konserleri ve sair müzik gösterileri hep aynı orkestra tarafından icra edilmiştir. Senfonik konserler, opera temsilleri, Ankara Radyosunun senfonik konserleri, her nevi oda müziği, salon müziği, eğlence müziği programları hep Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrasının veya aynı orkestradan ifraz edilen [çıkan] grupların başardıkları işlerdir. Görülüyor ki, orkestramız hem yüklüdür, hem de her yıl Devlet Konservatuvarının çeşitli enstrüman bölümlerinden mezun olan genç elemanlarla takviye edildiği için, yetişme ve gelişme yolundadır. Bu itibarla, Dr. Praetorius gibi kıymetli bir şefin ölmesiyle açık kalan orkestranın birinci şefliğine, Millî Eğitim Bakanlığının Hermann Scherchen çapında bir üstadı angaje etmek istemesinin sebebi kendinden anlaşılıyor… Orkestramızın ve genç elemanların yetişmesi lazımdır!
Yalnız Orta Avrupa sanat muhitinde değil, bütün dünyada kendini tanıtmış olan Hermann Scherchen, Basel şehri Genel Müzik Direktörlüğünü uzun yıllar başarıyla yürütmüştür. Scherchen, zamanımızın ön planda gelen orkestra uzmanlarından biri olduğu kadar, eski ve yeni müziği yakından tanıyan bir üstattır. Radyo müziği alanında da bir hayli tecrübe edinmiş ve kıymetli yazılar yayımlamış olan Scherchen’den, en çok İsviçre radyoları faydalanmış ve onun radyo programcılığındaki ileri görüşleri, ilk olarak Cenevre’deki “Milletlerarası Radyodifüzyon Birliği” tarafından, İsviçre radyoları için tatbik edilmiştir. Orkestramıza uzman şef angaje etme yolundaki isabetli görüşlerinden dolayı, Millî Eğitim Bakanlığının ilgili dairesini candan tebrik ederiz.
Yeni bir opera orkestrası kuruluyor
Sanat çalışmaları oldukça genişlemiş olan Ankara’mızın müzik ihtiyacını karşılamak için olacak ki, Millî Eğitim Bakanlığınca yeni bir opera orkestrası kurulmasına karar verilmiş. Doğrusu bu habere çok sevindik! Dünyanın her yerinde, müzik sanatının çeşitli alanları için yetiştirilmiş müzik adamları ve müzik birlikleri vardır. Programcılıkta en ideal şey, uzmanı yerinde kullanmaktır. Onun içindir ki, senfonik konserler, konser orkestraları tarafından yapılır; opera temsillerine, opera orkestraları refakat eder; çeşitli oda müziği çalışmaları ise sırf oda müziği alanında ihtisas yapmış sanatçıların işidir. Bundan dolayı yeni bir opera orkestrası kurulması yolunda verilen karara cidden sevindik. Müzik sanatçılarımızı terfih etmek [rahatlatmak] suretiyle meydana getirilmesi gereken, her türlü ihtisas birlikleri, birçok faydalar sağlayabilir:
1) İcrada beklenen estetik gayeye, ancak ihtisas yoluyla ulaşılabilir;
2) Konser ve temsil mevsimlerinde birlikleri parçalanmadan yapılması icap eden çeşitli program çalışmalarının en azından 3-4 nevi paralel olarak yürütülebilir (konser, opera, oda müziği v.s.);
3) Müzik birlikleri mahdut [sınırlı] olan memleketlerde turneler yapmak suretiyle, başka şehirlerin faydalanması imkânları da elde edilebilir;
4) Nihayet bütün bu işler bir tek hedefe ulaşmak için yapılır, o da sanat zevkinin memleket ölçüsünde sağlanabilmesi idealidir.
Ankara’da tiyatro binası
Bilmem işittiniz mi?: Ankara’mızın Sergi Evi binası, yeni bir şekle istihale ediyor [dönüşüyor]! Yani Sergi Evi, Tiyatro Evi, Opera Evi oluyor. Birkaç gündür binanın kulesinde başlayan operasyon, bu fikrin tatbikine başlandığını göstermektedir. Gönül isterdi ki, içinde vakit vakit resim heykel sergileri açılmış, yani çeşitli güzelliklere de sergi olmuş olan bu bina, eski rolüne devam etsin ve Ankara’mızın başka bir yerine yıllardır özlediğimiz millî tiyatro ve opera binası yapılsın. Her halde bu günkü iktisadi şartlar altında 30-40 milyon liradan aşağı çıkmayacak olan yeni bir tiyatro binası yapılıncaya kadar, elde bulunan bir binadan az masrafla faydalanmak suretiyle ihtiyacı karşılamaya çalışmak da iyi bir fikir. Nitekim yeni Sergi Evi binası ile Resim ve Heykel Galerisi yapılıncaya kadar, güzel sanatları veya sair malzemeyi teşhir için, muvakkat tiyatromuzun fümuvuarından, Ankara Halkevi’nin salonlarından da faydalanmak mümkündür. Şurası muhakkak ki 11 yaşına basmış, zengince bir repertuvara kavuşmuş olan Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi ile Opera Stüdyosu, artık bağımsız bir bina, teknik imkânlara malik bir sahne istiyor!
Son yıllarda, sanat alanında atılan adımlara bakıp da, yakın bir gelecekte, ister istemez yeni tiyatrolar, operalar, sergi evleri, akademi ve konservatuvar binaları yapılacağına inanmamaya imkân yok. Ankara Sergi Evi, millî tiyatro ve opera binasına başlangıç oluyor. İstanbul’da yeni tiyatro binasının temeli atılıyor, yeni bir Filarmoni Derneği ile yeni bir konser orkestrası kuruluyor; Ankara’da yeni bir opera orkestrası meydana getiriliyor; Şadan Candar ve Vedat Gürten gibi ses artistlerimiz, milletlerarası konkurlara iştirak etmek üzere, Millî Eğitim Bakanlığınca İsviçre’ye gönderiliyor; konservatuvarımızın çeşitli rejisörlerinden Ertuğrul İlgin, gene aynı Bakanlık tarafından Fransa’ya gönderiliyor; Türk ressamlarının eserlerinden meydana getirilmiş bir serginin, önümüzdeki aylarda, Paris’te umuma açılması bekleniyor. İşte sanat dünyamızın yüz ağartacak çalışmalarından bir kaçı. Bütün bu özel işler için, yakın bir gelecekte modern tiyatro, sergi, galeri binaları, konser salonları, stüdyolar yapılmaz da ne yapılır?
Cevad Memduh Altar
“Ülkü”
1 Ekim 1946
Yeni seri: 121
SANAT DÜNYASI
Çalışma Bakanlığı ve sanatçılarımız
İstanbul gazetelerini karıştırırken, 13 Eylül tarihli Cumhuriyet gazetesinde, kısa olduğu nispette enteresan bir haberle karşılaştım. Çalışma Bakanlığı, İstanbul Şehir Tiyatrosu artistlerinin iş kanununa tabi olmaları lazım geleceğini ileri sürmüş; artistler itiraz etmişler; mesele henüz inceleme safhasında imiş. Dört gün sonra, 17 Eylül tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan tamamlayıcı mahiyetteki bir haberden de, bu işte bir yanlışlık olduğunu, Şehir Tiyatrosu artistlerinin değil, tiyatro işçilerinin bahis mevzuu kanuna tabi bulunduklarını öğrendim.
Birkaç gün içinde mahiyeti anlaşılan bu haberi okuduğum gün, işçi kanununun şümul derecesi üzerinde bir an bile durmadan: “Hele şükür, önce tiyatro artistleri, sonra da genel olarak bütün fikir işçileri… demek artık sanatçılarımız sıraya girmiş…” dedim. Fakat haberin sonuna doğru meselenin bir anlaşmazlık konusu halini aldığını görünce, hükümlerindeki isabetsizliği derhal anladım. Dört gün sonraki tekzip ise, işin mahiyetini büsbütün açıklamış oldu. Her ne ise, ilgili Bakanlık elbette bu sosyal derde de temas edecek; bütün fikir ve sanat işçilerimizi, çalışma ve yaratma tarzlarına göre tertiplenmiş sosyal müeyyidelere bağlı görmekle günün birinde sevinç duyacağız.
Bu vesile ile kültür dünyamızın gittikçe artan sanatçı kadrosuna kafamda derhal bir geçit resmi yaptırdım. Yılların bin bir emekle yetiştirdiği, isim yapmış, eseriyle tanınmış resim, heykel, mimarlık, edebiyat, müzik ve sahne sanatçılarımız önümden geçti. Bunların her birini ayrı ayrı teşhiste güçlük çekmedim. Arkadan aşk ve umut dolu çehreleriyle, yarın hocalarının yerini tutacak olan yüzlerce, hattâ binlerce gençle karşılaştım. Bunların hepsi güzel sanatları öğreten okullarımızın çeşitli kollarında yer almış, edebiyat ve mimarlık fakültelerimize intisap etmiş, konservatuvarlarımızda, tiyatro ve opera sanatçısı yetiştiren müesseselerimizin tatbikat sahnelerinde daha öğrenci iken başarı göstermiş gençler… Sonra gene hakikat dünyasına döndüm. Avrupa’da, Amerika’da ilgili bakanlıkların fikir işçilerinin sosyal ve sağlık durumları için neler yapmış olduğunu düşündüm. Hele birkaç kitap karıştırdığım zaman anladım ki, yabancı memleketlerde bu iş en azından 100 yıllık bir denemenin mahsûlü imiş. Çalışma Bakanlığımızın kurulduğu günlerde, fikir işçileri konusuna da bir aralık temas edilmiş olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Elbette bu önemli işe bizde de el konacak; sanatçılarımızın, fikir işçilerimizin kendileri için hazırlanmış kanunlara sevinerek bağlanacakları gün de gelecek.
Muhsin Ertuğrul Ankara’da
Geçen nüshadaki sanat haberleri arasında, Ankara Sergi Evi’nin değiştirilerek, küçük bir tiyatro binası haline getirilmekte olduğundan, hattâ bu iş için hazırlanan projenin tatbikine başlandığından bahsetmiştim. Yaptığımız incelemeye göre, millî tiyatro ve opera binası kuruluncaya kadar, Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi ve Opera Stüdyosu artistlerine çalışma imkânlarını sağlayacak olan bu bina, Millî Eğitim Bakanlığı mütehassısı, tanınmış mimar Prof. Paul Bonatz’ın bizzat hazırladığı projelere göre değiştirilmekte imiş. Diğer taraftan, Millî Eğitim Bakanlığı, kıymetli rejisörümüz Muhsin Ertuğrul’u bu işi sahne tekniği takımından kontrol ettirmek üzere, Ankara’ya davet etmiş. Bu ayın 17’sinde Ankara’ya gelen Muhsin Ertuğrul, gereken incelemeleri yaptıktan sonra bu husustaki görüşlerini bir raporla Güzel Sanatlar Umum Müdürlüğüne bildirmiş. Ankara’mızın bu küçük tiyatrosu, 850 kişi alacak, bilhassa sahne kısmı her türlü teknik tertibatı ihtiva edecek, böylelikle klasik, modern, geniş kadrolu eserlerin kolaylıkla oynanması imkânları sağlanacakmış.
Bu vesile ile hatırıma bir şey geldi: Dünyanın birçok yerlerindeki tiyatro binaları, aynı zamanda temsil müzesi olarak da kullanılır. Koridorlara, fümuvarlara, velhasıl binanın göz önünde olan yerlerine konan camlı dolaplarda, tiyatronun en kıymetli eşyası umuma gösterilir; çeşitli eserlerin ilk oynanışlarında, tanınmış, beğenilmiş artistlerin kullandıkları kostümlerden bazıları, izah metinleriyle herkese teşhir edilir. Elbette 11 yaşına basmış olan Konservatuvarımızın da çeşitli vesilelerle tarihî kıymeti haiz olmuş kostümleri, aksesuarı, sahne plan ve maketleri olacak. Bunları teşhir etmek, millî tiyatro müzemizin kurulması işine bir an önce başlamak demektir. Acaba Muhsin Ertuğrul, Prof. Bonatz, Prof. Carl Ebert de aynı fikirde midirler?
Kışa girerken
Yaz geçti. Sanat çalışmaları için en münasip mevsim olan kışa bir hayli yaklaştık. Dünyanın bütün sanat muhitlerinde olduğu gibi, bizim de belli başlı şehirlerimizde kış için hazırlanmakta olan sanat proje ve planlarına dair sızıntılar kulağıma geliyor. Bu arada, Devlet Konservatuvarının yeni bir temsil ve opera programı hazırlığıyla meşgul olduğunu, sezon turnelerine başlayacak yabancı sanat büyüklerinden birçoğunun memleketimizi de ziyaret edeceklerini, İstanbul Filarmoni Derneğinin birtakım faydalı teşebbüslere girişmiş olduğunu, İstanbul ve Ankara’daki senfonik kurulların, zengin programlarla sezon çalışmalarına başlamak üzere olduklarını, solistik mahiyetteki konserlerin bu yıl her yıldan fazla olacağını, İstanbul Şehir Tiyatrosunun Dram ve Komedi kısımlarının telif ve tercüme eserlerden mürekkep [oluşan] zengin bir programla 1 Ekimden itibaren temsillere başlayacağını işitiyoruz. Bütün bu haberlerden sevinç duyuyoruz ve her geçen yılı bir önceki yıla nazaran daha olgun görmekle iftihar ediyoruz. Verilen haberlerden, İstanbul Çocuk Tiyatrosunun da esaslı bir surette ıslah edileceğini öğrendim. Görülüyor ki bu yılın sanat çalışmaları fazla hareketli olacak.
Arif Kaptan’ın sergisi
Sanat incelemeleri yapmak, meslek alanında çalışmak üzere yakında Fransa’ya gidecek olan kıymetli ressamımız Arif Kaptan, 21 Eylül 1946 Cumartesi günü, saat 17.00’de Ankara’da İller Bankası altındaki galeride resim sergisi açtı. Peyzaj alanında yarattığı güzelliklerle kendini herkese sevdirmiş olan Kaptan’ın, memleketten ayrılırken açtığı bu özlü sergi de gösteriyor ki, PariS sanat muhitine üstün zevk seviyesine ulaşmış bir ressamımız gidiyor. Böyle hazırlıklı bir yolculuğun sağlayacağı yeniliklere, Kaptan’ın Paris dönüşünde açacağı ilk sergide şahit olacağımıza şimdiden inanabiliriz. 21 Eylül-15 Ekime kadar herkese açık olan bu dikkate değer sergide, 51 parça eser teşhir eden kıymetli ressamımız, bizi gene, Bursamızın, Ankaramızın, İstanbulumuzun güzelliklerine hayran bıraktı.
Yolun açık olsun, Arif Kaptan!
Cevad Memduh Altar
“Ülkü”
16 Ekim 1946
Yeni seri: 122
SANAT DÜNYASI
Besim Ömer Paşa büstü
5 Ekim tarihli Tasvir gazetesinden, büyük tıp bilginimiz rahmetli Besim Ömer Paşa için, Haseki Hastanesine bir büst konmuş olduğunu öğrendik. Tıp dünyası bakımından olduğu kadar, sanat dünyası bakımından da önemli bir haber… Çünkü önceden heykelcilerimiz arasında müsabaka açılması yahut da mütehassıs jürinin bu işin herhangi bir heykelciye verilmesini uygun görmesi lazım. Bütün bu hazırlıklar bitmiş olacak ki, Besim Ömer büstü meydan agelmiş ve büyük bilgimizin sanat eseri halinde de sonsuzlaşmasına vesile olan büstü, Vali Lütfi Kırdar’ın söyleviyle başlayan bir tören esnasında, Haseki Hastanesindeki yerine konmuş.
Bütün bunları, gazete haberleri arasında dikkatle okurken, çocukluğumun bence en kıymetli günleri kafamda birdenbire canlandı. Asil ve tecrübeli yüzü, beyaz kıvrık saçları, tertemiz giyimiyle, bir âlim, bir üniversite profesörü olduğuna daha ilk görüşte herkesi inandıran Paşa’nın Cağaloğlu’ndaki evinin önünden ne büyük bir alaka ile geçerdik. Paşa ile karşılaşmak, bize bir zevk olduğu kadar heyecandı da… Çünkü ona olan tarifsiz saygımız, ne gariptir ki, korku halinde tecelli ederdi. Bizlerden iltifatını esirgemezdi, fakat biz onu daha çok uzaktan seyretmekten hoşlanırdık; rahatsız etmekten çekinirdik. İşte yarım yüzyıldan uzun bir meslek hayatı içinde, kim bilir kaç kişini hayatını kurtarmış, kaç fakirin gözyaşını dindirmiş, nice nice gençleri yetiştirmiş olan büyük bilginimiz için şimdi küçük bir büst dikiliyor. Bu tarihî olaya adı karışan bahtlı heykelcimizin kim olduğunu, Tevfik Fikret için yapılan büstte olduğu gibi, öğrenemedik. Büyük Türk bilgini Besim Ömer Paşa için büst yapılmasına önayak olanlara minnettarlığımızı açıklarken, eserin meçhul heykelcisini de candan tebrik ederiz.
Türk artistleri Cenevre Konkurunda
Türk sanat dünyasının iki tanınmış artisti, soprano Şadan Candar ve bariton Vedat Gürten’in, bu ayın başında Cenevre’de yapılan milletlerarası müzik müsabakasına, memleketimizi temsilen gönderildiklerini, evvelki nüshalarımızın sanat haberleri arasında yayımlamıştık.
Son aldığımız sevindirici haberlere göre, Cenevre’de geçen ayın 23’ünde başlayan eleme sınavlarına iştirak eden 200’e yakın aday arasında, 14 adayla birlikte mükâfat sınavına girme hakkını kazanan iki sanatçımız, 4 Ekimde başlayan Konkurda da başarı göstermişler ve diploma almak suretiyle mükâfatlandırılmışlardır. Bu arada birinci mükâfatı hiç kimse kazanamamış, ikinciliği Polonyalı bir kadın artist almış, üç artiste madalya verilmiş, üç artist de Konkur diploması verilmek suretiyle mükâfatlandırılmış. Bu suretle, eleme sınavlarında kazanan 14 kadın ve erkek artist arasında, yalnız 7 artist Konkurda muvaffak olmuştur. 40’a yakın milletin iştirak ettiği böyle bir konkurun önemi göz önüne alınırsa, henüz 11 yaşına basmış olan Ankara Devlet Konservatuvarındaki mütehassısların, genç kabiliyetlerimizi yetiştirme hususunda sarf ettiği gayret, kendiliğinden anlaşılır.
İmkân nispetinde elde ettiğimiz malûmata göre, geniş bir dinleyici kitlesi ve milletlerarası tanınmış üstatlardan teşekkül eden mütehassıs jüri önünde sınavları yapılan 14 adayın her biri, yüzlerini göstermeden perde arkasında teganni etmişlerdir [şarkı söylemişlerdir]. Bu arada, Mozart, Verdi, Schumann, Bach gibi üstatlardan seçilmiş bazı eserleri büyük bir başarı ile okuyan artistlerimiz, uzun uzun alkışlanmışlardır.
Şadan Candar ile Vedat Gürten’in büyük başarılarını sevinçle anarken, yalnız bu iki artistimizi değil, onların kıymetli hocalarını da tebrik ederiz.
Büyük sahne sanatçısı Raimu öldü
Fransız sanat dünyasının son kaybı, şüphesiz büyük sahne artisti Raimu’nün ölümüdür. Bu haberi, geçenlerde meslek etüdleri yapmak üzere birkaç yıl için Paris’e gitmiş olan, Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi rejisörü Ertuğrul İlgin’in Ulus gazetesine gönderdiği özel bir haberden öğreniyoruz. İlgin, Ulus’un 6 Ekim tarihli nüshasında yayımlanan kısa fakat özlü yazısında, Raimu’nün 21 Eylülde Paris’te ani bir kriz neticesi öldüğünü bildiriyor ve 63 yaşında hayata göz yuman bu tanınmış sahne adamının cenaze töreninde gördüklerini çok samimi bir ifade ile anlatıyor. Bu arada Raimu hakkında açıklanan sevgi ve saygıya en güzel örnek, İlgin’in Fransız Akademi üyesi Marcel Magnol’un makalesinden aldığı satırlardır. Biz de Raimu’nün hatırasını saygıyla anarken, şu küçücük fıkramızı Marcel Magnol’un o güzel satırlarıyla bitirelim: “İnsan babasının, kardeşinin yahut oğlunun mezarı başında söz söyleyemez. Gabin senin ellerini göğsüne kavuşturdu, kravatını son defa ben bağladım ve arkadaşların son defa gelip seni selamladı; sen öldün, fakat kaybolmadın; filmlerin var; seni daima görecek, sesini duyacağız”.
Güzel Sanatlar Akademisinde yenilikler
5 Ekim tarihli Tasvir gazetesinden, Güzel Sanatlar Akademisinin, zengin bir yenileme projesiyle 1946-1947 eğitim yılına girmekte olduğunu, bu yıl Mimarlık Şubesine milletlerarası kıymette iki yabancı uzmanın angaje edileceğini, bu Şubeye müsabaka ile yeniden 50 öğrenci alındığını, Resim Bölümüne girmek isteyen gençlerin yüzde 95’inin sınavla kabul edildiğini öğrendik. Mimarlık Şubesine dışarıdan davet edilecek uzmanların biri, evvelce Atatürk Anıtkabir’i müsabakası jürisine katılmış olan, İsveçli tanınmış mimar Baum imiş. Öteki uzmanın da, Stuttgart Mimarlık Fakültesinin Dekanı olduğu anlaşılıyor. Bütün bu haberlere sevindik. Meğer değerli bilginimiz Hamdi Bey’in, bundan yarım yüzyıl önce büyük emeklerle kurduğu Sanayii Nefise Mektebi, ne verimli bir kurul imiş! Plastik sanatların her alanında kabiliyetli gençler buradan yetişmiş, modern Türk resmine, Türk heykeline, Türk mimarlığına temel, gene bu kurulda atılmış, Türk süsleme sanatlarının hepsi gene bu kurulun içinde başlı başına bir konu olarak ele alınmış, geleneğe olan bağını koparmadan, modern Türk zevkine burada intibak ettirilmiş. Akademimize, yeni eğitim yılına girerken büyük başarılar dileriz.
Memleket Tiyatrosu
Bu haftanın sanat olayları arasında insana sevinç veren bir başka haber de, İstanbul’da eski gazetecilerden Galip Fuad’ın kurduğu “Memleket Tiyatrosu” adlı yeni bir sahnenin, yakında geniş ölçüde bir memleket turnesine çıkacağı haberidir. Kabiliyetli gençleri bir araya topladığına şüphe olmayan bu kurulun, memleket turnesinde başarı göstereceğine inanımız var.
Cevad Memduh Altar
“Ülkü”
16 Kasım 1946
Yeni seri: 124
SANAT DÜNYASI
Paris’te Türk resim sergisi
Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurulu (UNESCO) tarafından geçen ay Paris’te tertip edilmiş olan milletlerarası resim sergisine 150 parça eserle iştirak ettiğimiz hatırlardadır. Haber aldığımıza göre, Paris’te çok beğenilmiş olan Türk ressamlarına ait tabloların, ayrı bir sergi halinde teşhiri için de bazı isteklerle karşılaşılmış, bu arada Fransız Akademisi üyelerinden biri, sanatkârlarımızın başarıları hakkında duyduğu hayranlığı açıklamıştır. Diğer taraftan sevinerek öğreniyoruz ki, geçenlerde memleketimize iade edilmiş olan bu 150 parça tablo, 2 Kasım Cumartesi, Beyoğlu’ndaki Dekorasyon müessesesi salonlarında, Türk sanatseverleri için de teşhir edilmiş. Memleket sanat zevkinin yükselmesi yolunda canla başla çalışan Türk ressamlarının, Türk resmini memleket dışında da tanıtmak amacıyla gösterdikleri ilgi ve heyecan cidden takdire layıktır. Bundan böyle gene “Unesco” tarafından tertip edilecek milletlerarası resim sergilerine, daha zengin kadro ve daha çok eserle iştirak edeceğimize eminiz.
Devlet Konservatuvarı yeni temsillere başlarken
Türk sahne sanatının, ilmî ve teknik esaslar üzerinde gelişmesini sağlamış olan Ankara Devlet Konservatuvarı, gün geçtikçe repertuvarına, milletlerarası tiyatro edebiyatından alınmış önemli örnekler katıyor; bu suretle sahne çalışmalarını her bakımdan zenginleştiriyor. Türk millî sahnesi repertuvarı için lüzumlu telif piyeslerin bir an önce meydana gelmesi, evvel emirde standart sahne edebiyatının yakından tanınıp bilinmesiyle mümkün olacağına göre, konservatuvarımızın başlangıçta tercüme eser oynamasından tabii bir şey yoktur. Onun için, Devlet Konservatuvarı, 1 Kasım 1946’da başlayan temsil sezonuna, milletlerarası kıymette yeni bir eserle giriyor: tanınmış Rus edibi Gogol’ün “Müfettiş” adlı komedyasını ilk olarak sahne koyuyor. 1935’te büyük Rus edibi Puşkin’in tesiriyle yazılan bu güzel komedya, ilk önce 1836’da Petersburg’da sahneye konmuş, o zamandan bu zamana birçok dillere çevrilmiş, ancak 1944 yılında Erol Güney, Cevdet Anday tarafından ve Rusçadan ikinci defa olarak dilimize nakledilmiş, aynı yıl Millî Eğitim Bakanlığı Klasikleri Serisinde yayımlanmıştır (ilk tercüme Fransızcadandır). Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi artistleri tarafından, genç rejisör Mahir Canova’nın idaresi altında sahneye konan “Müfettiş”, Rusçadan tercüme edilen metindir. Konservatuvar artistlerinin heyecanla sahneye koydukları “Müfettiş” komedyası çok beğenilmiş olacak ki, 15 Kasıma kadar 12 defa oynanan bu güzel eserin Kasım sonuna kadar daha birkaç kere tekrar edileceği haber alınmıştır. Moliére devrinin klasik tiyatrosunda olduğu gibi, 19. yüzyıl Rus komedyasında da, toplumun karakteristik taraflarını ele alan, insan ruhunun çeşitli durumunu inceleyip açıklayan bu tip eserlerin sahne repertuvarımıza katılmasıyla milletlerarası kıymetlere ulaşma yolunda gereken tedbirler sağlanmaktadır. Bakalım Devlet Konservatuvarı, Türk sanat dünyasını, bu yıl daha hangi proje ve planlarıyla zenginleştirecek?
Eren Eyüboğlu sergisi
İnsanlığın sanat tarihinde, birlikte yaratmanın sırrına ulaşmış sanatçı çiftlerle de karşılaşılabilir. Bunlar, el birliğiyle aynı sanata hizmetkâr olabildikleri gibi, ayrı ayrı sanatlara da kul köle olabilirler. Mesela Schumann ile eşi Clara’nın, Wagner ile Cosima’nın, müzik sanatına yan yana hizmet etmiş olmaları unutulmaz bir hakikattir. İnsanlığın ender tezahürlerinden olan bu neviden birlikte başarılar, çok şükür ki bizim sanat dünyamızı da zenginleştirmiş, Ulvi Erkin, Ferhunde Erkin, Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu adlı sanatçı çiftlerimiz, bizim sanat dünyamızı yükseltme savaşında da hayatlarını birleştirmişlerdir. İşte şimdi Ankara’mız, bu sanatçı çiftler grubuna dahil Eren Eyüboğlu’nun resim sergisine sahip bulunuyor. Tıpkı zevcinde [eşinde] olduğu gibi, son yaratmalarında bizleri renk ve ifade alanlarındaki araştırmalarına, buluşlarına hayran bırakmış olan Bayan Eyüboğlu, bu sergisinde de devamlı surette hamleler yapmakta olduğuna herkesi inandırdı.
Aynı gün İstanbul’da açılmış olan resim sergisine paralel olarak, 2 Kasım 1946 Cumartesi günü, saat 17.00’de İller Bankası altındaki galeride açılan “Eren Eyüboğlu resim sergisi”ni daha başlangıçta kalabalık sanatsever kitleleri ziyaret ettiler. 23 Kasıma kadar devam edecek olan bu güzel sergiyi her ziyaretten yeni bir şey öğrenileceğine inanımız var. Eren Eyüboğlu’na başarılar dileriz.
Elisabeth Schumann Londra’da
Sanat dünyasının çok sevilen sopranosu Elisabeth Schumann’ın harp yıllarında Amerika’da olduğunu işitmiştik. 1939 yılından önce, dünyanın her yerinde verdiği konserlerle konkur dışı sanat büyükleri arasına katılmış olan E. Schumann, teganni [şan] edebiyatının en önemli eserlerini, bu arada bilhassa Mozart yaratmalarını sanat dünyasına büyük bir zevkle dinletmişti. Türk sanat dostları ise Elisabeth Schumann’ı Ankara Radyosunun plak yayınları arasında olduğu kadar, yabancı memleketlerin kısa dalga yayınlarından tanıdılar ve sevdiler.
İngiliz Kültür Heyeti Ankara Şubesinden geçen hafta aldığımız bir radyo programından, E. Schumann’ın halen Londra’da bulunduğunu, 11 Kasım Pazartesi ve 13 Kasım Çarşamba günü, BBC radyosunda konser vermiş olduğunu öğrendik. Milletlerarası kıymetteki sanat büyüklerine sevgi ve hayranlığını her zaman esirgememiş olan İngiliz sanat organizasyonları, E. Schumann’ın Londra’da bulunmasını fırsat bilerek, bu büyük sanatçıdan geniş ölçüde faydalanma imkânlarını sağlamışlardır. Şimdi Ankara’daki İngiliz Kültür Heyeti’nin E. Schumann hakkındaki görüşlerini biz de kısaca gözden geçirelim. Bakınız Kültür Heyeti “Londra’da Müzik” adıyla yayınladığı haftalık programın en başında Elisabeth Schumann için ne diyor: “Alman müzik sanatının en büyük sopranosu Henriette Sontag’ın neslinden olan Madam Schumann’ın bestekâr Schumann ile akrabalığı yoktur. Hamburg’da müziğe çalışmış ve opera sanatkârı olarak orada parlamıştır… (Dünya Münekkitleri Madam Schumann’ın şarkı söylemekteki ustalığını tanınmasa bile Mozart’ı söylemekteki üstatlığının ona kâfi olduğunda hemfikirdirler.) Şimdi tekrar Londra’ya dönmüş bulunan Madam Schumann, radyoda “Tanınmış Sanatkârlar” saatinde konser verecektir”.
Viyana Radyosunda Müzik
Altı yıl süren dünya harbinin korkunç tesirlerini gidermeye çalışan yeni Avusturya devleti, kültür ve sanat alanlarında başardığı işlere herkesi hayran bırakıyor. Bu arada, son gelen “Radio Wien” dergisinden, 27 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında, Viyana radyosunda icra edilmiş olan büyük çaptaki eserlerin nelerden ibaret olduğunu öğrendik. Doğrusunu söylemek lazım gelirse, Avusturya başkentinde bundan birkaç ay önce çalışmalarına başlamış olan “Rawag” radyo kurulunun tertiplediği programları, bugün değme dünya radyoları başaramıyor. Bakınız Viyana radyosu bir hafta gibi kısa zaman içinde müzik meraklılarına neler dinletmiş: Beethoven, Op.103 mi-bemol majör oktet; Mozart, Sihirli Flüt operası; Bruckner, 9. Senfoni; Schubert, Op.166 fa-majör oktet.
“Ülkü”
1 Aralık 1946
Yeni Seri: 125
SANAT DÜNYASI
Bir sergi ve bir düzeltme
Bu yılın en hareketli sanat olayları, birbirini kovalayan resim sergileridir. Ankara’da ve İstanbul’da açılan sergiler, genç ressamlarımızın çalışma enerjisini açıklamaya yetiyor. Bu geniş ölçüdeki resim hareketleri arasında en önemlisi, evvelki ay Paris’te Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Sanat kurulu (UNESCO) tarafından tertiplenen milletlerarası resim sergilerine, bizim de 50 eserle katılmış olmamızdır. Sırası gelmişken şurasını da açıklamak isterim ki, Ülkü’nün geçen sayısındaki “Paris’te Türk resim sergisi” başlıklı fıkrada, şimdiye kadar bu alanda verilen haberlerin vuzuhsuzluğu [açık olmaması] yüzünden hataya düşmüş bulunuyorum. Güya 2 Kasım 1946’da İstanbul’da Dekorasyon mağazası salonlarında 150 parça tablo ile açılan sergi, geçende Paris’te açılmış olan Türk ressamları sergisinin aynı imiş; eserlerin Paris’ten memleketimize iade edilmiş olması, bunların bir kere de İstanbul sanatseverlerine gösterilmesine vesile olmuş… Daha neler, neler! Hangi birini söyleyeyim? Bir kere İstanbul’da 2 Kasımda açılan sergi, Paris’te açılan serginin aynı değil, Paris sergisine eser gönderen ressamların tablolarından meydana getirilen yeni bir sergi imiş. Sonra, Paris’teki 50 eserin İstanbul’a iade edilmiş olması şöyle dursun, geçenki fıkramda da haber verdiğim gibi, Fransızlar Türk sergisinin bir müddet daha uzatılması hususunda ısrar ediyorlarmış. Görülüyor ki, İstanbul gazetelerinde verilen haberlerin vazıh [açık] olmayışı, bizi yanlış tahminlere sevketmiş. Onun için, sayın okuyuculardan özür dilerken keyfiyeti şöylece düzeltmek isterim:
Paris’teki Türk resim sergisinin daha bir müddet uzatılması için bizzat Fransızlar icap eden makamlara başvururken, Paris sanat muhitinde ilgi uyandıran genç ressamlarımız, sırf kendi teşebbüsleriyle İstanbul’da da bir sergi açıyorlar ve 150 eser teşhir ediliyor. Dekorasyon mağazası salonlarında her gün herkese açık olan bu sergide teşhir edilen eserler daha çok modern sanata irtibat arayan genç ressamlarımızın yaratmalarıdır.
Çalışkan sanatçılarımıza başarılar diler, Türk resminin modern alanda da gelişmesini sağlayacak olan bu serginin dikkatle gözden geçirilmesini, her sanatsevere önemle tavsiye ederim.
İstanbul Şehir Tiyatrosunda
İstanbul Şehir Tiyatrosunda, “Gök Korsan” adlı yeni bir manzum piyes sahneye kondu. Eserin yazarı, kıvrak kalemiyle kendisini yakından tanıdığımız, bayan Cahit Uçuk’tur. Gerek konusu, gerek müzik ile de süslenmiş olması ve bazı yerlerde melodramatik karakter göstermesi bakımlarından büyük çaptaki sahne eserlerine irtibat arayan bu 5 perdelik manzum piyeste vaka Alanya’da geçiyor ve Akdeniz korsanları tarafından esir edilen güzel, fettan bir kızın macerası, seyirciyi sahneye sımsıkı bağlamaya kâfi geliyor. Nitekim eserin temsilinden sonra, İstanbul ve Ankara gazetelerinde çıkan tenkitler arasında birbirine zıt görüşlerle karşılaşılmasına rağmen, bu çeşit esere Şehir Tiyatrosunda ilk olarak yer verilmiş olması kendiliğinden anlaşılıyor. “Gök Korsan”, kıymetli sanatkârımız Galip Arcan tarafından sahneye konmuştur. Eserin üç önemli rolü ise, sıra ile şu şekilde tevzi edilmiştir: Gök korsan – Kâni Kıpçak, Esire – Cahide Sonku, Alanya Beyi – Talat Artemel.
Türk balesine doğru
Eminönü Halkevi, güzel sanatların her kolunda olduğu gibi bale kolunda da ön planda yer almış oluyor. Millî sanatlarımızın hepsinde milletlerarası kıymetlere ulaşmak biricik amaç olduğuna göre, çoksesliliğe kavuşmak üzere olan millî müziğimiz için neler düşünüyorsak, halk oyunlarımız için de aynı şeyleri düşünüp temenni etmemiz zaruridir.
Dünyanın bütün ileri topluluklarında olduğu gibi bizde de, sanat müziği halk müziğinden, millî Türk balesi de halk oyunlarından doğacaktır. İşte bu değişmez formülü, her müesseseden önce göz önüne alan Eminönü Halkevi, geçen yıl başarıyla sahneye koyduğu “Bora” adlı bale pandomimadan sonra, bu yıl da (17 Kasım 1946) bale müsabakası açıyor. Böylelikle şuurlu sanat çalışmalarının meyvesini de günün birinde toplamış oluyor. Nitekim aralarında Cemal Reşit Rey de bulunan mütehassıs jüri önünde, 122 dakikada 37 dans yapılmış ve müsabaka sonunda çeşitli dereceler kazanmış olan geleceğin Türk balerinlerine sosyal yardım kolu şefi Nedim Akçer tarafından ehliyetnameleri dağıtılmıştır.
Ankara’da Tüzel Sanatlar Birliği resim sergisi
Ankara resim hareketleri arasında her yıl beklenen bir diğer sergi de, İstanbul Güzel Sanatlar Birliğinin sergisidir. Halen 38 yaşına basmış olan bu eski sanat kurulumuzun şimdiye kadar memlekette 72 sergi açmış olması da gösteriyor ki, Birliğin bir geleneği vardır ve gene bu gelenek onu sanat dostlarına tanıtıp sevdirmiştir. 18 Kasım 1946 Pazartesi günü Ankara Halkevinde sayın Millî Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’in demeciyle açılmış olan Güzel Sanatlar Birliği sergisinde gördüğümüz 152 parça eser, bizleri her yıl olduğu gibi bu yıl da yurdumuzun tarifsiz güzelliğiyle karşılaştırdı; Türk ressamının sanatta klasiğe olan sevgisine hepimizi inandırdı.
Birliğin kıymetli sanatçıları arasına katılan gençlerin her yıl çoğalmakta olduğuna bakılırsa, bu sanat kurulumuzun da devamlı olarak gelişip gençleşmekte olduğu anlaşılır. 10 Aralık 1946 Salı gününe kadar herkese açık olan bu sergiyi, Ankara’mızdaki bütün sanatseverlerin zevkle gezeceklerine eminim.
Sanat yolculukları
Güzel sanatları, bu arada daha çok müzik sanatını tanıtan ve sevdiren âmillerden [sebeplerden] biri de, mevsiminde yapılan geniş ölçüdeki yolculuklardır. Müzik ve sahne sanatçıları tarafından yapılan yolculuklar için olduğu gibi, güzel sanatların hemen her bölümüne mensup sanatçıların yaptıkları yolculuklar da, milletlerarası bir terim olan “turne” sözü ile vasıflandırılabilir. Sevinçle öğreniyoruz ki, İstanbul’daki Filarmoni Derneği, son günlerin önemli bir sanat organizasyonu olarak çalışmalarına başlamış bulunan “Kontiya = Konser ve Tiyatro Tertip İşleri Şirketi” eliyle, Batının tanınmış müzik büyüklerini yurdumuza davet ediyormuş. Bu arada tanınmış Fransız viyolonisti Jacques Thibaud ile Wilhelm Backhaus ve Alfred Cortot gibi büyük çaptaki piyano üstatları da memleketimizi ziyaret edeceklermiş.
Cevad Memduh Altar
“Ülkü”
16 Aralık 1946
Yeni seri: 126
SANAT DÜNYASI
Manuel de Falla ölmüş
İstanbul sanat dünyasının büyük kaybı, şüphesiz tanınmış besteci Manuel de Falla’nın ölümüdür. Falla, halk arasında yetişmiş, İspanya halk sanatından aldığı ilhamla folklor hudutlarını aşıp, milletlerarası kıymette yaratıcılığa namzet olduğunu az zamanda bütün dünyaya ispat etmiştir. Gene Falla’nın azmi ve yaratıcılık iradesiyledir ki, İspanyollar dünyanın birinci sınıf sanat müziği yaratan milletleri arasında yer almanın zevkini de tatmışlardır.
Bütün milletler için sanatta biricik ideal, halk sanatını teknik ve estetik olgunluğa ulaştırmak ve bu arada halk müziğinden sanat müziği yaratmak olduğuna göre, Falla’nın sanat tarihindeki önemi derhal anlaşılır. 23 Kasım 1876’da Cadiz’de doğan, 11 Kasım 1946’da Arjantin’de ölen Falla, ilk müzik tahsilini Madrid’te yaptıktan sonra, Fransız sanatının, Debussy, Ducas ve Ravel gibi üstatlarıyla dostluk etmiştir. Dünya müzik repertuvarına kattığı geniş ölçüdeki sanat müziği eserleri arasında, en çok “İspanya Bahçelerinde Geceler” adlı senfonik yaratmasıyla kendini bütün dünyaya tanıtmış olan Manuel de Falla’nın ölümü, sanat dünyası için büyük kayıptır.
Cenevre dönüşü
Geçen nüshadaki sanat haberlerimiz arasında, Cenevre’de yapılan milletlerarası müzik müsabakasına iştirak etmiş olduklarını bildirdiğimiz soprano Şadan Candar ile tenor Vedat Gürten, yurda dönmek üzere Ekim 1946’da Cenevre’den ayrılmışlardır. Şadan Candar, 21 Ekim 1946 Perşembe günü Ege vapuruyla İstanbul’a gelmiş ve 25 Kasım Pazartesi sabahı, meslek arkadaşları ve yakın dostları tarafından Ankara istasyonunda karşılanmıştır. Tenor Vedat Gürten halen İtalya’da bulunmaktadır. Kendisinin bir müddet daha İtalya’da kalıp, meslek tetkiklerine devam edeceği öğrenilmiştir. 1946 Cenevre Müzik Müsabakasında diploma almak suretiyle takdir edilmiş olan her iki artistimize hoş geldiniz der, devamlı başarılar dileriz.
Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası
ve Devlet Konservatuvarı konserleri
Son haftalarda yıllık konserlerine başlamış olan Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası, 30.11.1946 Cumartesi günü saat 15.00’te Cebeci’deki Konservatuvar salonunda, şef Ferit Alnar’ın idaresinde verdiği senfonik konserde, Ankara müzikseverlerine, şu eserleri dinletmiştir: Rossini, “Il signor Bruschino” uvertürü; Haydn, mi-bemol majör senfoni No.3; Zoltan Kodaly, “Marosszek dansları”; Bela Bartok, Romen halk havaları; Bedrich Smetana, “Vivata” senfonik şiiri. Bu konserler, aynı gün radyo ile yayınlanmaktadır.
Devlet Konservatuvarı sanatçıları tarafından tertip edilen solo konserler de Ankara’da ilgiyle takip edilmektedir. Bu arada, viyolonist Enver Kapelman, 7.12.1946 Cumartesi günü saat 15.00’te Konservatuvar salonunda, mevsimin ilk solo konserini vermiş, keman edebiyatının tanınmış örneklerinden seçilen eserlerle meydana getirdiği programını, müzik meraklılarına zevkle dinletmiştir. 11 çeşitli parçayı ihtiva eden bu programda, Corelli’nin La Folia adlı eseriyle, Wieniawski’nin Capriccio – Vals Chaminade, Kreisler’in İspanyol Serenadı, Sarasate’nin Zigeunerweisen adlı eserleri de bulunuyordu.
Paris’te Türk resim sergisi
Geçen nüshadaki sanat sayfasında da bildirildiği gibi, Paris’te “UNESCO” tarafından açılan milletlerarası resim sergisinin modern Türk ressamlarına ait olan kısmı, ilgili Fransız makamlarının teşebbüsüyle, başka bir müze binasında yeniden teşhir edilmeye başlanmıştır. Paris sanat muhitinin ileri gelenleri ve kordiplomatik mensupları önünde, Gernuschi Müzesinde açılan (1.12.1946) bu sergi için, önemli bir makale yazmış olan Akademi üyesi Rene Groussel şöyle demektedir: “Gençliklerinde 50 yıllık kökleşmiş bir ananeye uyarak, Fransız mektebinin üstatları yanında çalışarak mesleklerinde ilerlemek için buraya gelmiş olan Türk ressamlarını, tekrar aramızda görmekle bahtiyarız.” Bu sergide eserleri teşhir edilen sanatçılarımız arasında, Fahrinüssa Zeyd, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Nurullah Berk, Cemal Tollu, Zeki Faik İzer ve Turgut Zaim gibi ressamlarımız bulunmaktadır.
Tanınmış Yunan artistleri memleketimizde
Türk-Yunan kültür münasebetlerinin gün geçtikçe genişlemekte olduğuna seviniyoruz. Geçen yıl, Yunanlı piyanist bayan Hereyorgou ile viyolonist Niko Dikeos’u Ankara’da zevkle dinlemiştik. Bir müddet sonra, tanınmış Yunan piyanisti Lila Lalauni, İstanbul sanatseverlerini hayrette bıraktı. Bundan iki ay kadar önce de, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası şefi Ferit Alnar’ın Atina konserlerindeki başarısından bahseden Yunanca makaleleri gördüğümüz vakit, büyük bir sevinç duymuştuk. Şimdi de, Millî Eğitim Bakanlığının misafiri olarak halen Ankara’da bulunan Atina Operası baş sopranosu bayan Vlahopulo Haciouano’nun, Devlet Konservatuvarı artistleriyle birlikte, Madam Butterfly ve La Boheme operaları temsillerine başlamak üzere olduğunu memnuniyetle işitiyoruz. Bu temsillerde bayan Vlahopulo Haciouano’nun, teganni edeceği parçaları, teamül gereğince Yunanca okuması, Türk artistlerinin ise Türkçe teganni etmeleri lazım gelmektedir. 13, 14, 15 ve 17 Aralık 1946 akşamları Ankara Halkevinde saat 21.00’de verileceği ilan edilen bu temsillerin satışa çıkarılmış olan biletlerini halkın büyük bir ilgiyle tedarik etmekte olması, sanatçılarımızı ayrıca sevindirecektir. Bayan Vlahopulo, Ankara Palas salonunda, 10.12.1946 Salı akşamı, Ankara Kız Lisesi Talebe Derneği yararına verdiği şan konserinde büyük başarı göstermiştir. Hele bu büyük artistin programının en sonunda okuduğu iki halk türküsü uzun uzun alkışlanmıştır; kendisine piyanoda Konservatuvar öğretmenlerinden Walter Schlössinger refakat etmekte idi. Bayan Vlahopulo ayrıca Ankara radyosunda da bir konser verecektir. Diğer taraftan, Yunanistan’ın tanınmış piyanisti Papayuano, 6 Aralık 1946’da temsil vermek üzere İstanbul’a gelmiştir. 1934 yılında da İstanbul’da konser vermiş olan Papayuano’nun, Türkiye, Filistin, Mısır, Fransa, İngiltere ve Amerika turnelerine çıktığı öğrenilmiştir.
Dünyanın her yerinde sanat meraklıları, bu çeşit turneleri dört gözle beklemektedir.
Cevad Memduh Altar