
“Sanat ve Sanatçılar” Dergisi
Şubat 1965
Yıl: 1, Sayı: 3
Cevad Memduh ALTAR
Sanatta “gelenek”, süreli bir gelişimin ilkel hücresi olma değerini, modern estetik yönünden de kaybetmemiştir. Bununla beraber, son elli yılın uluslararası değerdeki yaratma çabası, sanatı, lokal özelliklerden ayrılan ortak bir kavrama yöneltmiştir. Buradaki sübjektiflik (kişi deyişleri arasındaki ayrılıklar), eskiden olduğu gibi, daha çok, devri karakterize eden stili değil de, kişilerin “individuel” [bireysel] üslûplarına bağlı bir yaratmanın estetiğini açıklamaktadır. Modern sanatta bu durumun, Rönesans’a benzeyen çeşitli sürelerin (époque) hepsinde olduğu gibi, devir üslûplarına bağlı kişi stilleri yönünden de geçerli olmasına karşılık, kişi üslûpları, zamanla époque [dönem] üslûplarını yıkıp, sanatta kişi stilleri egemenliğine giden yolu açmıştır. O halde günün sanatı, ister gelenekten, ister yaşadığımız zamanın ortak yaratma kavramından gelsin, kişisel yaratış hegemonyaları halinde gelişmiş, lokal, yani millî varlık, etnik topluluklarda yer alan sanatçıların her şeyden önce uluslararası çalışmalara katılıp tanınma güçlerinde belirmiştir.
Yaşadığımız devir, birbirinden farklı etkin geleneklerin, sanatın ortak kavram potasında kişi stillerine doğru şekillenmekte olduklarını açıkça belirtmekte ve elde edilen verim, hangi kaynağa dayanırsa dayansın, “günün sanatı” olmanın önemini taşımaktadır. İkinci Dünya Savaşından sonra tabiatteki biyolojik bölünmezliğe her zamandan çok yönelme zorunluluğunda kalan insan zekâsı, sanatta da kişi stillerinden gelen ortak anlamı elde edebilmenin inancına bağlanmıştır. Nitekim Birleşmiş Milletler düşününde, ileri bir anlayışla realize edilebilmiş olan bu üstün kavramlı gelişim, önemli sonuçlar doğurmuş ve yeni sanatın kişi üslûpları halinde olgunlaşan yaratma gücü de, aynı espriden faydalanmayı ihmal etmemiştir.
Her şeyde olduğu gibi sanatta da ilerilik, yaratmada doymuşluğun yepyeni bir gelişime yol açması gerçeğidir. Yaratmada doymuşluk ile yeniden yaratışa geçiş arasındaki devrelerden ise sanat tarihi meydana gelmektedir. İnsanda bir bakıma gene biyolojik güçten beslenen idrak olayı da, bu zincirleme gelişimi desteklemekten geri kalmamıştır. Bazen çeşitli aksamalarla duraklayan bu akış, sanat yaratıcılığında önlenmesi güç boşluklara yol açmıştır. Bu durum, Ziya Gökalp’in dediği gibi, “zamanla kurallaşıp değişmeyen kültür statizminin doğmasını” gerektirmiştir. Ancak Atatürk devrimlerinin gertirdiği kültür dinamizmi iledir k, kesintiler önlenmiş, açık kapanmış, sanatta ortak kavrama dayanan kişi üslûplarının memleketimizde de gelişip olgunlaşma imkânları sağlanmış ve yeni Türk sanatı, milletlerarası planda layık olduğu yeri alabilme gücünü ispat etmiştir.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de tabiatı ve düşünü, kapalı bir anlatım içinde (abstré) yorumlama esprisinden beslenen yaratma eylemi, müzik sanatı gibi gittikçe soyut bir deyiş olmanın önemini benimsiyor, o yolda gelişiyor ve böylelikle âdeta “müzikleşmiş” oluyor. Kaldı ki, bizim sanatımızı da günün yenilenme esprisine yönelten bu türlü bir anlayışın, öteden beri Türk sanatlarına hükmetmiş geleneksel gerçek olduğunu savunan bir eleştirinin de var olduğunu unutmamak gerekir. Günün sanatındaki bu tabii gelişimin özü –hangi kaynaktan gelirse gelsin–, bir yandan da çağdaş bilimin milletlerarası değerdeki ortak tekniğinden yararlanarak günün anlatım gücüne ulaşmakta, böylece varılan her nokta, gene Ziya Gökalp’in edebiyatımız için düşünmüş olmakla beraber, sanatların tümüne de uygulanabilmesi mümkün olan şu ilkesine dayanmaktadır: “…(içinde yaşanılan) yüzyılın kavramlarından meydana gelmiş bir iç dili vardır ki, her dil ona uymak zorundadır”. Sanatta böylesine bir gelişim, dünyanın hemen her yerinde, sınırlı bir lokal anlatımın kapasitesini aşıp, milletlerarası değerdeki ortak etkileme stadına [aşamasına] ulaşabilir; günün sanatçısına uluslararası kültür ve uygarlık savaşında üstünlük veren yaratışlar ise, ancak günün sanatında elde edilebilir.