
(Cevad Memduh Altar’ın, 26 Mart 1952 günü, Beethoven’in ölümünün 125. yıldönümü vesilesiyle Ankara Devlet Tiyatrosu’nda düzenlenen anma toplantısında verdiği konferansın metni.)
1789 yılı, Fransız İhtilalinin koptuğu, bu yüzden de Ren’deki dinsel prensliklerden Bonn Başpiskoposluğu’nun tarihe karıştığı bir yıldı. İhtilalin sarsıntısından kurtulamayan başpiskoposluklar arasında özellikle Bonn’un tarihte işgal ettiği yer çok önemlidir.
Almanya’nın Bonn şehri, 13. yüzyıl boyunca, bir rastlantı olarak Köln Başpiskoposluğu’nun başkenti olmuş, 1257 yılında, halkı ile arası açılan Piskopos Engelbert’in, şehrin içinde her seferinde üç günden fazla kalmasına izin verilmemesine halk tarafından oybirliğiyle karar verilmesi, hükümet merkezinin Köln’den Bonn’a taşınmasını gerektirmişti. Demek oluyor ki, Başpiskopos, halkla arasında geçen kanlı bir çekişmenin sonunda, Köln’de kapadığı sarayı Bonn’da açmak zorunda kalmış, böylelikle Bonn, bir geleneğin değil, ancak bir çekişmenin sonucu olarak başkent, daha doğrusu prenslik merkezi haline gelmişti. Dinsel bir kimliği olan hükümdarla halkı arasında ne türlü bir ilişkinin kurulmuş olması gerekir ki, halkla sarayın arası açılsın da, yönetimi altında bulunan şehri vakit vakit ziyaret etmek isteyen hükümdar, bu işi her defasında en fazla üç gün içinde bitirip yeniden sarayının duvarları arasına çekilmek zorunda bırakılsın ve günün birinde öfkelenip, uzun yıllar başkentlik eden Köln’deki sarayını Bonn’a taşımak zorunda kalsın. İşte Ludwig van Beethoven’in 1770 yılında hayata gözlerini açtığı şehir olan ve prenslerle piskoposların saygınlığını sarsan Bonn’un, hiçbir yere benzemeyen acayip durumu!
Bonn’un bu durumunun, belli başlı üç önemli nedeni vardı: (1) Avusturya (Reich), Papalık ve Fransa arasında kime kul olacağını bilemeden bocalamış durmuş olan bu küçücük kilise devletinin, veraset yoluyla değil, atanma yoluyla Habsburg’lardan gelen, değişik mizaçlı piskopos-prenslerin elinde oyuncak olması, (2) Halkın ve kilisenin sağladığı gelirin yetmemesinden doğan açığı, bağlı oldukları Kaiser’e kafa tutma pahasına, Fransa krallarından aldıkları rüşvetlerle ancak kapatabilen prenslere karşı büyük bir düşmanlığın duyulması, ve (3) Atanması Kaiser’e, onayı Papa’ya, bütçesinin takviyesi de Fransa Kralı’na ait olan bir piskopos-prensin seçilmesinde hiç oyu bulunmayan halkın refah ve mutluluğuna ilgisizlik gösterilmesi ve bu üç önemli faktörün yarattığı ölçüsüz bir demokrasi ve özgürlük aşkı.
İşte bunlar ve daha başka irili ufaklı nedenler, yüzyıllardır özgürlüğe hasret çeken Ren halkını, Fransa ihtilalinden çok önce, sarayın istibdadına karşı cephe almaya ve Katolik olmasına rağmen dinî reforma özendirmişti. Bu uyanış sayesinde, Fransız İhtilalinden 20 yıl önce, 1769’da, Bonn’da Cizvit kurumu kaldırılarak, tarikatın taşınır ve taşınmaz mallarına el konulmuştu. Sonunda 1789 Fransız İhtilali de kopunca, bu ve buna benzer sarsıntıların doğal sonucu olarak, Ren’deki büyüklü küçüklü bütün prenslikler kısmen birbirlerinden ayrılmış, Reich dağılmış, bu arada Bonn Başpiskoposluğu ve Prensliği de kaldırılmıştı. Böylelikle eski bir birliği oluşturan küçük kilise devletleri de tarihe karışmış oluyordu.
Ne gariptir ki, Reich’e bağlı olan ve Ren Birliği’nin geleceğinden içtenlikle kaygı duyan Habsburg ailesinden bazı piskopos-prenslerin, halkı tutmak, fikir özgürlüğüne yer vermek ve dinsel bağnazlığa karşı mücadeleye girişmek türünden kişisel çabaları da boşa gitmiş ve kader önlenememişti. Gerçekten de Bonn’da, 1774 yılında Cizvit tarikatini kaldırıp, yerine ilk bilim akademisini kuran kişi, devletin sondan bir önceki hükümdarı Piskopos-Prens Maximilian Friedrich idi. Onun tuttuğu yolda yürüyüp, akademiyi geniş bir bilimsel yetkiye ve fikir özgürlüğüne kavuşturarak 1786’da Bonn’da ilk üniversiteyi açan kişi de, Bonn’un son hükümdarı Piskopos-Prens Maximilian Franz oldu (1784-1794).
Böylelikle, fikir özgürlüğüne karşı kapanan tüm kapıların açılmasında çoktan gecikilmiş olduğunu fark eden Prens Maximilian Franz, hükümranlığının Bonn Devleti’nin yalnızca son on yılıyla sınırlı kalacağını bilmeden, özgürlük ve demokrasinin savunulması seçeneğini yeğleyerek, Bonn Üniversitesi’ni açmıştı. Avusturya imparatoriçesi Maria Theresia’nın en küçük oğlu ve Kaiser II. Joseph’in kardeşi olan Avusturya Arşidükü ve Bonn şehri Piskopos-Prensi Maximilian Franz, Bonn halkının, birçok vesilelerle kanıtlamış oldukları özgürlük ve aydınlanma kararlılığını ve iradesini tatmin için, kardeşi İmparator II. Joseph’ten aldığı ferman uyarınca, 20 Aralık 1786’da Bonn Üniversitesi’ni büyük bir törenle açmış ve saray kayıtlarına göre, bu üniversiteye 6 hukuk, 6 ilahiyat, 10 kadar tıp, edebiyat, estetik vesair dallarla ilgili profesörü, kimilerini dışarıdan getirterek atamıştı.
Son derece liberal anlayışı, kısa sürede üniversitedeki Yunan edebiyatı, Estetik ve Güzel Sanatlar alanlarında verilen derslerin uyandırdığı yankılarda da kendini hissettirmeye başlamıştı. Gerçekten de, üniversite öğretim üyeleri arasında önemle yer almış olan profesörlerden, özellikle Ren’li ve Fransız kökenli eğitmen Eulogius Schneider, Yunan edebiyatı ve sanat felsefesiyle ilgili derslerinde ve yayımladığı kitaplarda, özgürlük ve aydınlanma konularını enine boyuna incelerken, her şeyden önce Eflatun’un demokrasi ve cumhuriyet ilkelerini temel olarak ön plana çıkarıyor, din konusunda ise, Hıristiyanlığı, o zamana kadar din adamlarının fanatik bir zihniyetle açıkladıkları bir din olarak kabul etmeyerek, üniversite derslerinde Hz. İsa’yı, akıl ve mantığın kabul etmediği hurafelerin dışında, akılcı bir biçimde açıklıyor ve modern bir din felsefesine ilk olarak yol açan bu eğitmen, böylelikle ruhban sınıfını sürekli kendi aleyhine kışkırtıyordu.
Bu durum, Papa VI. Pius’un da gözünden kaçmamıştı ve Schneider’in tuttuğu yolun yanlış ve tehlikeli bir yol olduğunu Papa’nın şahsen Bonn Prensliği’ne yazıyla bildirmesine rağmen, Piskopos-Prens Maximilian Franz, üniversite özerkliğine kesinlikle karışmıyordu. Schneider’in dışında bütün öteki profesörler, Bonn Prensliği’nin kaldırılması tarihine kadar kürsülerini muhafaza etmişlerdi. Bu arada, demokrasiyi ve cumhuriyeti savunmada kendi koruyucusu Prens Maximilian Franz’a bile hakaret edecek kadar ileri giden Schneider’in ise, bir yıllık maaşı peşin olarak ödenmek ve kendisine prens tarafından ayrıca 100 Louis altını hediye edilmek üzere görevine son verilmişti. Fransız İhtilalinden 2 yıl sonra, 1791’de, önce Strasbourg’a kaçan Schneider, sonunda 1794’te Paris’te giyotin altında can verdi.(1)
Özgürlük ve aydınlanma mücadelesinde heyecanının dozunu bir türlü ayarlayamamış olan Schneider’e, Bonn Piskopos-Prensi’nin gösterdiği yakınlığın ve hoşgörünün nedeni neydi acaba? Prens Maximilian Franz’ın, seleflerinden hiçbirinde görülmedik biçimde hoşgörülü olması ve bilime, sanata, düşünce özgürlüğüne özel bir değer vermesi, acaba neden ileri geliyordu? Ve son olarak, Habsburg Sarayı’nın açıkça düşmanı ve Fransız İhtilalinin yandaşı olan eğitmen Schneider, İmparator II. Joseph’i neden o kadar övmüş ve İmparatorun 20 Şubat 1790 tarihinde ölümü nedeniyle Bonn Üniversitesi’nde 19 Martta yapılan anma törenini bizzat düzenleyip anma konuşmasını yaptıktan başka, neden Beethoven’i II. Joseph için bir “Ölüm Kantatı” yazmaya özendirmişti?
Bunların nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, bilinen bazı şeyler de yok değildi. Örneğin İmparatoriçe Maria Theresia’nın kocası, yani Bonn Prensi Maximilian Franz’ın babası, düşünce özgürlüğüne inanan bir insandı. Oysa İmparatoriçe bunu onaylamıyordu; gerçekten de kocası ölür ölmez, onun düşünce özgürlüğüne dayanan uygulamalarına engel olmuştu. Bu kez de cumhuriyet rejiminin aşırı savunucusu Schneider’in istisnai olarak çok saygı gösterdiği İmparator II. Joseph, annesinin özgürlük savaşçılarına karşı olumsuz uygulamalarını engellemiş, Maria Theresia’nın 1780 yılındaki ölümünün ardından yönetimi kendisi ele alıp, özgürlükçülere büsbütün serbestlik vermişti. Bu nedenle, Bonn’daki özgürlük savaşçıları arasında bulunan eğitmen Schneider’in, insan haklarına saygılı bir hükümdar olan Kaiser II. Joseph’e sevgi ve saygı besleyeceği kesindi.
Maximilian Franz’ın Ren’deki öteki bağımsız prensliklerle boy ölçüşürcesine giriştiği fikir reformu, ayrıca özel kurumları da zenginleştiriyor, bu arada bilim ve sanat adamlarına gerçek bir sığınak olan Breuning Ailesi’nin himayesi altındaki toplantılar, dikkate değer bir nitelik taşıyordu. İşte yüzyıllar boyunca saray baskısı altında bunalan Bonn, eninde sonunda taç taşıyan hükümdarların bile katıldığı özgürlük ve demokrasi mücadelesine, 18. yüzyıl boyunca sürekli olarak sahne olmuştu. Gerçekten de, 14 Temmuz 1789’da Paris’te Bastille Kalesi’nin halk tarafından zaptedilerek yakılıp yıkılması haberini, yine Bonn Üniversitesi eğitmeni Schneider, şu dizelerle kutlamaktan çekinmemişti:
Koptu artık zinciri istibdadın,
Ey mutlu halk, kollarından senin;
Özgürlük yuvası oldu tahtı prenslerin,
Bizlere vatan oldu ülkesi kralın.
İstediğimiz odur ki, artık değiştirmesin
Hiçbir şey kaderini bu halkın.
İşte orada Bastille, yakılıp yıkılan,
Her bir Fransız artık hür bir insan…
İşte bu hürrüyet ve demokrasi mücadelesinin en şiddetli zamanında, 1770 yılında dünyaya gelen bir sanat kahramanı da Ludwig van Beethoven’dir. Orta halli müzisyen bir aileden gelen sanatçı, hürriyet özlemiyle çırpınan Bonn’da, Cizvit tarikati yok olup yerine bilim akademisi açılırken 4, Bonn Üniversitesi kurulurken 16, Bastille kalesi zaptedilirken 19, Napolyon’un henüz hürriyet kahramanı sanıldığı bir dönemde ise 23 yaşındaydı. Daha çocukken istibdattan nefret etmiş, hürriyeti özlemiş, kendi öğrenme ve aydınlanma arzusuna dilediği yönü verememenin etkisi altında vakit vakit ezilmişti. 1781 yılında Bonn’da ilkokulu henüz bitirmişti ki, kendisiyle aynı yaşta olan arkadaşı Wurzer liseye devama başlamış, hayatını daha o yaşlarda kendisi kazanmak zorunda kalan küçük Ludwig içinse öğrenimini sürdürme olanağı kalmamıştı, çünkü Ludwig’in, babası Johann gibi müzisyen olması kararlaştırılmıştı.
Delikanlılık çağlarına henüz ayak basmak üzere olan Ludwig’e, Breuning Ailesi’yle ilişki kurmak, edebî konularla da ilk olarak temasa geçmek bakımından çok yararlı olmuştu. Gerçekten de, şair Klopstock, Lessing, Gleim ve Gellert’in şiirleriyle ilk olarak bu toplulukta karşılaşıp, klasik bir sanat zevkini yine bu toplulukta elde etmişti. Goethe, Schiller ve Matthisson gibi şairlerin gençlik eserleri ilk olarak yine o tarihlerde basılmaya başlanmıştı. Dönemin kültür çalışmaları arasında, coşkulu çeviri etkinlikleri de olanca hızıyla sürüyordu. Yunan ve Latin klasiklerini, Milton ve Shakespeare’in o sıralarda ilk olarak yapılan Almanca çevirilerini okumak adeta moda olmuştu. Genç Beethoven de, Yunan klasikleriyle ilgili ilk izlenimlerini, Homeros’un “Odiseia” adlı eserinin aynı yıllar içinde ilk kez yapılan Almanca çevirisinden edinmişti ve sık sık okumaktan eskittiği bu çevirinin basılı metnini, hayatının sonuna kadar kütüphanesinden eksik etmeyecekti.
İşte gençlik çağlarına başlangıç olan son çocukluk yılları sanatçıya yeni ufuklar açarken, Fransa’dan kopup gelen reform haberlerine daha o yaşta ruhunu açık tutan Beethoven, 1789 yılında kurulan Bonn Üniversitesi’nin felsefe tedrisatından yararlanmayı ihmal etmemiş, çok sevdiği çocukluk arkadaşı Wegeler’le birlikte bazı derslere devam ederek, eğitmen Eulogius Schneider’in de öğrencisi olmuştu. Bonn’da geçen mücadele yılları içinde, üniversite derslerinden elde edilen ilk izlenimler, Beethoven’in bütün yaratılarında, hürriyet uğrunda mücadele kavramını ezeli bir motif olarak seçmesine neden olacaktı.
Bonn’da geçen çocukluk ve delikanlılık çağlarında ve Haydn’a öğrenci olma uğrunda Viyana’da geçirdiği çok kısa bir dönem boyunca Beethoven, önemli kararlar arifesinde bulunuyordu. Gerçekten de öyle oldu. Bonn’daki arkadaşı Wegeler’in aracılığıyla, Breuning Ailesi’nin düzenlediği toplantılarda döneminin bilim ve sanat adamlarını tanıma fırsatını daha çocuk denecek yaşlarda elde eden Beethoven, bir yandan üniversite derslerinin bazılarına devam ederken, bir yandan da Yunan klasiklerini inceleme hevesine kapılmış, hattâ çok sevdiği annesinden ayrılma pahasına da olsa, Viyana’ya tahsile gitmeye karar vermişti. Bonn’da geçen ilk 17 yılın çevrede bıraktığı izlenimler dikkati çekecek kadar önemli olduğundan, 17 yaşını dolduran Beethoven, günün birinde Viyana’ya gönderilmiş, ancak birkaç ay içinde, annesinin ağır hastalanması nedeniyle yeniden Bonn’a dönmüş ve hayatta kendine en yakın dost bildiği annesini kaybetmişti. Bu durum, Beethoven’in karşılaştığı acıların kuşkusuz en büyüğüydü. Aynı yıl Augsburg’daki aile dostu Dr. Schaden’e gönderdiği mektubun bir yerinde, acılı sanatçı şöyle diyordu:
“…Anneme daradar yetişebildim, ama sağlık durumu çok kötü gidiyordu, veremi, arka arkaya gelen sıkıntı ve acılardan sonra, yaklaşık yedi hafta önce vefat etti. O benim için öyle iyi, öyle müşfik bir anne, o derece yakın bir dosttu ki, ah! O tatlı anne adını ağzıma aldığım ve ona sesimi duyurduğum zaman, acaba benden daha mutlu bir kimse var mıydı: Şimdi artık kime anne diyeceğim?...”
Henüz 17 yaşındayken dostların en yakını demek olan anneden yoksun kalan sanatçı, Bonn’da geçecek daha beş yılının kalmış olduğunun ve babasını da kaybettikten sonra, 1792’de 22 yaşındayken Viyana’ya yapacağı ikinci bir yolculuğun, kendisini anavatanını görmekten sonsuza dek mahrum bırakacağını bilmiyordu. O tarihlerde çok kederli olan sanatçı için lirik bir yaratma dönemi başlamıştı. Öte yandan, Kuzey Amerika’daki bağımsızlık savaşlarının (1775-1783) iyi sonuçlarından ders alan ve Fransız İhtilali’nin başladığı yıldan Fransa’da krallık rejiminin kaldırılıp cumhuriyetin ilan edildiği 1791 yılına kadar geçen süredeki olayları ilgi ve sabırsızlıkla izleyen üniversite, kültür ve sanat çevrelerine tam bir cumhuriyetçi olarak katılan Beethoven, Washington ve Lafayette gibi hak ve hürriyet savaşçılarının yaptıklarıyla çok yakından ilgileniyordu.
Bir süre sonra da sanatçının kafasını, hürriyete susamış bütün Renliler gibi, Napolyon sorunu kurcalamaya başlamış, Napolyon’un tutsak uluslara örnek oluşturan bir hürriyet kahramanı, hattâ bir kurtarıcı olduğuna, herkes gibi o da inanmıştı. O tarihlerde Beethoven, yalnız lirik şarkılar yazmakla kalmıyor, aynı zamanda şair Hölty, Pfeffel, Gleim, Mathison, Schiller ve Goethe’den seçtiği şiirlerle sanat ve özgürlük şarkıları da besteliyordu. Böylelikle Kuzey Amerika’nın bağımsızlığına olduğu kadar, Fransa’daki hürriyet mücadelelerine de öteden beri sempati göstermiş olan Beethoven’in, 1790-91 yıllarında, 20 yaşındayken, şair G. Konrad Pfeffel’in (1736-1809) bir şiirini besteleyerek yarattığı “Özgür İnsan” adlı şarkı (Op.52), gittikçe zenginleşen özgürlük edebiyatının yeni bir eser daha kazanmasına neden olmuştu. Tek sesli bir erkek korusuyla tek bir solist arasında sırayla okunan ve özgün elyazması halen Londra’da British Museum’da bulunan bu şarkının dizeleri şöyleydi:
Kime denir özgür insan?
Yalnız kendi iradesine dayanan,
Zalimin keyfine hizmet etmeyen
İnsana denir özgür insan.
1792 yılında 22 yaşını dolduran Beethoven’in, ikinci kez Viyana’da gidip yerleşmesi, hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştu, çünkü genç sanatçı, bir yandan anavatanı olan Ren bölgesine sonsuza dek veda ederken, bir yandan da, kişisel gelişmesi bakımından olduğu kadar, sanatta büyük çapta işleri başarma yolundaki azim ve kararıyla da geçmişe göre geniş farklılıklar gösterecek bir olgunluğa yönelmişti. Bu tür bir değişim içinde, sanatına temel olan sosyal ve ahlaki görüşleri de, Eflatun’un “Devlet” felsefesi üzerine kurulu siyasi bir ahlak anlayışına dayanmakta, bu derece kendine özgü bir olgunlaşma içinde, kurtarıcı Bonaparte’ın kendisi bile zamanla despot ve zorba bir Bonaparte’a dönüşmekteydi.
İşte böyle bir düşünsel yükseliş içinde Viyana’da geçen ilk yedi yıl, sanat tarihine, öteki eserler arasında, özellikle 1., 2. ve 3. Senfoni’leri kazandırdı. Bunlardan 1789 yılında kahraman Napolyon’a ithaf edilerek yazılmış olduğu söylenen 3 numaralı Mi bemol-majör Op. 55 Eroica Senfonisi’nin üzerindeki ithaf satırları, Bonaparte’ın 1804’te kendisini Fransa İmparatoru ilan etmesi üzerine, hakkında altı yıl önce verilmiş olan “kahraman” yargısının, altı yıl sonra “despot” yargısına dönüşmesiyle, bizzat Beethoven tarafından silinmiş ve eser, “meçhul bir kahramana”, yani insanları istibdattan kurtaracak bir kahramana ithaf edilmişti.
Oysa üzerinde kuşkuyla durulması gereken bu dikkate değer konunun içyüzü incelenince, belirgin bazı çelişkilerle karşılaşılır. Şöyle ki, Beethoven’in çok yakın dostu olan Schindler, bu senfoninin, aynı tarihlerde Fransa’nın Viyana elçisi olan General Bernadotte’un teşvikiyle, o zaman her yerde sempati uyandırmış olan General Bonaparte’a ithaf edilmiş olduğundan kitabında söz etmektedir (1789). Oysa Beethoven’in tanıdığı müzisyenlerden Andreas Bartolini’nin, Beethoven edebiyatıyla uğraşan Otto Jahn’a (1813-1869) gönderdiği bir mektupta, sanatçının 3. Senfoni’yi, Napolyon’un Mısır Seferinden esinlenerek yazdığından, ancak Abukir Deniz Savaşı’nda Amiral Nelson’un yaralanıp ölmüş olduğu yolundaki yanlış bir haberin yayılması üzerine de, aynı Senfoni’nin Marche Funèbre (Cenaze Marşı) bölümünü Nelson’un anısına ithaf ederek yazdığından söz edilmektedir. Böyle bir durumda, Beethoven gibi bir sanatçının, birbirinin düşmanı olan bu iki askerden yalnız birini, yani ya Napolyon’u ya da Nelson’u tutması gerekirdi. O halde bunlardan kahraman olan hangisiydi?
Oysa Beethoven, İtalya’da parlak başarılar kazanan Napolyon ordularının Reich’ı tehdit etmesi üzerine, İmparator II. Franz’ın yaklaşmakta olan tehlikeyi önlemek amacıyla almış olduğu askerî önlemleri, Napolyon’un Mısır seferinden iki yıl önce bestelediği savaş ve vatanseverlik şarkılarıyla taçlandırmaktaydı. Aradan birkaç yıl daha geçmiş, Avusturya istila edilmiş, bir süre sonra İspanya’yı da istila eden Napolyon’un Vitoria Savaşı’nı yönettiği sıralarda ise, o zamanki müttefik ülkeler safında Napolyon tehlikesini yok etmek üzere Hanau’da savaşırken ölen Avusturya ve Bavyera birliklerine mensup askerlerin dul ve yetimleri yararına olmak üzere, 8 Aralık 1813’te Viyana’daki Süvari Okulu salonunda, bizzat Beethoven, büyük bir vatanseverlik konseri düzenlemişti.
Görülüyor ki, sanatçının ruhunda, daha 1796 yılında ölüme mahkûm edilmiş olan Napolyon, 1804’te tümden ölmüş, hele 1813’te Napolyon’a karşı açılan “Uluslar Savaşı” sırasında bu anı yalnızca bir nefrete dönüşmüştü, çünkü Napolyon savaşlarının 20 yıl süreyle Orta Avrupa’yı bir kan gölüne çevirdiği 19. yüzyılın hemen başında, istilacının elbirliğiyle ortadan kaldırılmış olmasının, bir aralık taç sahibi hükümdarlarla uyruklarını bile birbirlerine yaklaştıran genel bir sevinç yarattığı, kimsenin gözünden kaçmamıştı. Kaldı ki, Fransa’ya bile örnek olan Kuzey Amerika bağımsızlık savaşlarını yönetenlere olduğu gibi, çiğnenen Prusya ile aynı akıbete uğrayan Avusturya İmparatorluğu’nun kurtuluş mücadelesini yönetenlere de büyük sempati gösteren Beethoven, Orta Avrupa uluslarına, istibdadın ne olduğunu eserleriyle öğretmişti.
Bir aralık, Alman ulusunun kurtuluşunu sağlama yolunda alınan önlemler, yurdunu ve ulusunu seven her Orta Avrupa vatandaşını, bu arada bütün fikir ve sanat adamlarını da seferber etmişti. Gerçekten de, 1811 yılında, Prusya’da Napolyon işgal kuvvetlerinin eline geçen gizli bir beyannamede, “…bütün gerçek dostlar ve ulusların haklarına saygılı olmayı bilen her insan, bu arada her Alman…” vatanını kurtarmaya davet edilmekte ve “…birleşiniz, her şeyden önce yekvücut bir ulus haline geliniz, bu ulusun adı ne Saksonya, ne Schwaben, ne Prusya, ne Bavyera, ne de başka bir şey olmalı, hayır, bu ulusun adı, yalnızca Alman ulusu olmalıdır!” denmekteydi.
Prusya vatanseverlerinin ulusa seslenen bu gizli bildirisini gerektiren nedenler, bilindiği gibi çok önemliydi. Gerçekten de, zafer kazanmış bir general olan Napolyon’un baskısı altındaki Alman ulusunun kurtuluşu ve Prusya devletinin canlandırılması uğrundaki bütün gizli girişimleri Napolyon’a bildirmekle yükümlü olan Fransız devlet adamlarının, Almanya’daki seçimler ve polis baskısı altında cereyan eden olaylar hakkında verdikleri bilgiler, bir bakıma dikkate değer gözlemlere dayanıyordu. Hattâ o sıralarda, İmparator I. Napolyon’u Almanya’da temsil eden Fransız Olağanüstü Komiseri Kont Beugnot, 14 Ekim 1811 tarihinde, yukarıda sözü edilen gizli bildiri hakkında Napolyon’a verdiği raporda, bu hareketi, “halkın heyecanının ve hümanizma etkinliğinin” birleşmesinden oluşan bir alaşım olarak nitelendirmekteydi.
Bu durumda, kendisi de bir vatansever olan genç ve ateşli sanatçı Beethoven’in, bu tür baskı ve tehditler karşısında, Napolyon dostu kalmasına olanak var mıydı? Zaten sanatçının yaşadığı Viyana çevresinde olduğu kadar, Prusya karşısında bağnaz bir Katolik çevre oluşturan Avusturya (Reich) sınırları içinde ve Alman dilinin konuşulduğu öteki bölgelerde, hükümete ve kiliseye dayalı basının, bütün olanaklarıyla düşünce özgürlüğü aleyhindeki yayınları sürdürmesi gibi olaylar bile, kendisi de Katolik olan Beethoven’i asla idealinden vazgeçirmemiş, ölümüne kadar Avusturya’da geçen 35 yıllık bir yaratma dönemi içinde, hürriyet ve aydınlanma uğrundaki mücadelesini yorulmadan sürdürmüştü. Zaten her şeyden önce filozof Lessing ile Herder’in eserlerini izleyerek özgürlük ülküsüne bağlanmış, büyük şair Goethe’ye ve Schiller’e bütün kalbiyle yaklaşmış olan Beethoven’in, böylelikle Batı uygarlık tarihinde başlayan yepyeni bir düşünce sisteminin tamamlanması mücadelesine bizzat kendi sanatını adaması gerekeceği doğaldı. Ne çare ki, sanatçının, çevresiyle bir an önce bağlantı kurması gereken bir sırada, insanlarla arasında aşılmaz bir duvar oluşmaya başlamıştı. Bu duvar, hiçbir engelle kıyaslanamayacak olan sağırlıktı ve bunun verdiği üzüntüyle insanlardan kaçmayı yeğleyen sanatçı, yine aynı nedenle Viyana’daki entelektüel çevrenin aktif bir üyesi olamamıştı.
Beethoven, Viyana’da 3. Senfoni’yle başlayan yepyeni bir dönem içinde, gerek sanatındaki stili, gerekse bu stilin oluşmasında başlıca neden olan kişiliği bakımından köklü bir gelişme elde etmişti. İlk eserlerinde belirgin biçimde gözlemlenen Haydn ve Mozart etkisi kısa zamanda yok olarak, sanatçının kendi kişiliğinden doğan bir üslûp belirmeye başlamış ve bu üslûp, dinî ve felsefi görüşlerinde kesin bir açıklığa neden olmuştu. Sağırlığının gitgide artmasıyla, toplum içinde görünmektense kendi iç dünyasına çekilmeyi yeğleyen sanatçının, gençliğinden beri dikkatle ve düzenli olarak sürdürdüğü edebî okumalara Homeros, Plutarkhos ve Shakespeare metinlerinin de katılması, yalnızca kişiliğini ve hayal âlemini pekiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu eserleri incelerken karşılaştığı tipler, hayatını düzenlemesine örnek oluyordu. Ne çare ki, sanatçının koymaya çalıştığı ilkeler arasında vakit vakit göze çarpan çelişkiler, telafisi kolayca mümkün olabilecek türden değildi.
Beethoven’in, tutkularına, Tanrı’yı, doğayı ve insanla aklı bir bütün olarak tanıyan “Stoacılar”a özgü bir huzur ve tevekkül içinde egemen olması mümkün değildi. Gençlik yıllarından başlayarak, duygularını dilediği biçimde yönlendirecek bir alışkanlıktan yoksun kalmış olan Beethoven’in hayatını inceleyenlerin hemen hepsinin kabul ettiği gibi, istek ve tutkularını güçlükle zaptedebilmesini bilen acılı sanatçı, her işte iyiliksever olmayı yeğlemiş ve en acayip hareketleri bile çevresinde sempatiyle karşılanmıştı. Sanatçının günün birinde Tanrı ve doğa hakkında edindiği değişmez kanılar, Katolik Beethoven’i, Tanrı’yle kulu ilgilendiren bu tür yorumların mahremiyetine inandırdığı kadar, bir bakıma yalnızlığı yeğlemeye de zorlamıştı. Böylece Beethoven, Tanrı’yı ve hattâ muhtaç olduğu teselliyi, doğanın kendisinde bulduğu kanısında ulaşmış, zamanla Panteizm felsefesine bağlanarak, Panteist filozoflardan biri olan Bryant’ın, “Doğa, kendisine bağlanan ve göze görünür biçimlerine alışabilen kimseye, her seferinde değişik bir dille seslenir…” yolundaki düşüncesini kanıtlarcasına, bazı önlemlere başvurmuş, hattâ Plutarkhos ve Homeros ile avunamayan Beethoven, kederli günlerinde sanatıyla aradığı huzuru yalnız ve yalnız doğayla baş başa kalmakta bulmuştu.
Beethoven’in sağırlığının nedeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, 1825 yılında sanatçıyı Baden’deki evinde ziyaret eden ünlü İngiliz besteci Sir George Thomas Smart’ın (1776-1867) anı defterinde şu satırlara rastlanmaktaydı:
“…Sonra birlikte gezmeye çıktık. Beethoven, herhangi bir temayı kendi kendine mırıldanarak, çok kere önden yürüyordu. Schuppanzigh’in bana anlattığına göre, eserlerinin temalarını hep açık havada bulmak alışkanlığındaymış. Günün birinde yine aynı amaçla açık havada dolaşması, sağırlığına neden olmuş. Bir bahçede yazı yazıyormuş, önündeki kâğıtlar ıslanıp yazıya devam edemeyecek bir hale gelene kadar boşanan yağmurun farkına varmamış. O günden itibaren sağırlaşmaya başlamış; ne sanatı, ne de zaman önleyebilmiş bu sağırlığı…”
Sağırlık yıllarının başlamasından sonra Beethoven’le sık sık bağlantı kuran piyanist Czerny’nin Otto Jahn’a anlattıklarına bakılırsa, 1812 yılından 1816’ya kadarki süre içinde sağırlığının gittikçe artması yüzünden, sanatçıyla bağırarak konuşmadan anlaşmaya olanak yoktu.
Beethoven’in sağırlığı 1817 yılında o derece artmıştı ki, artık müziği de duyamaz bir hale gelmiş ve bu durum ölümüne kadar yaklaşık 8-10 yıl daha sürmüştü. 1816’ya kadar, piyanoda kendi çalışını özel aletlerle duyabilen sanatçının, zamanla böyle bir araçla çalışması da güçleşmişti ve besteci artık içten gelen bir seziş ve deneyime dayanan bir anlayışla yetinmek zorundaydı. 1818 yılından sonra eserlerini yalnızca bir kez kendisi yöneterek halka dinletmiş olan sanatçı, hayatının sonuna kadar kompozisyonlarını çalmaktan ya da orkestrayı kendisi yönetmekten vazgeçmişti. Bu süre içinde başkalarıyla konuşmak için artık not defterleri kullanmaya başlamıştı. Yine de bu yıllardan çok daha önce, henüz 31 yaşındayken başlamış olan sağırlığının etkisi altında ezilen ve toplum içine zorunlu olmadan çıkmamaya karar veren sanatçı, Bonn’da oturan çocukluk arkadaşı Dr. Wegeler’e yazdığı 1801 tarihli bir mektupta, vatan hasreti ve sağırlıktan gelen üzüntüsünü şu cümlelerle anlatıyordu:
“…Vatanım, dünya nuruna göz açtığım o güzel ülke, sizleri terk ettiğim günden beri hâlâ gözümün önünde¸bütün güzelliğiyle, olduğu gibi canlanıyor; kısacası, sizleri yeniden göreceğim ve hepimizin babası Ren’i yeniden selamlayacağım günü, hayatımın en mutlu olaylarından biri sayacağım. Bunun ne zaman olacağını sana henüz söyleyecek durumda değilim. Sizlere şimdilik şunu söyleyeyim ki, beni oldukça ilerlemiş bulacaksınız; tabii beni sanatçı olarak değil, insan olarak daha gelişmiş, daha düzelmiş bulacaksınız; o zaman vatanımızdaki refah durumu da biraz düzelmiş olacağına göre, artık sanatım, yalnızca yoksulların yararına adanmış olarak. Ah o mutlu an, seni bulmak, sana ulaşmak, beni ne kadar sevindirecek… şimdi kendimi daha güçlü, daha iyi hissediyorum; yalnız kulaklarım, işte onlar gece gündüz vınlayıp duruyor. İtiraf edeyim ki, hayatım çok feci bir biçimde geçiyor, iki yıldır insan içine çıkmadım, çünkü insanlara ben sağırım dememe imkân yok. Başka bir meslekten olsaydım, bu olabilirdi, ama benim mesleğim için feci bir durum; kaldı ki, adedi hiç de az olmayan düşmanlarım buna ne demez?! Bu acayip sağırlık hakkında bir fikir verebilmek amacıyla sana şu kadarını söyleyeyim ki, tiyatroda aktörü işitmek için orkestra yerinin yemen yanında oturmak zorundayım. Biraz uzak kalsam, çalgıların ve şarkıcıların tiz seslerini işitemiyorum…”
Bu tarihten bir yıl sonra, 1802’de, 2 numaralı Op.36 Re Majör Senfoni’sini yazdığı sıralarda, bir yandan artan sağırlığının etkisiyle, bir yandan da erkek kardeşlerinin neden olduğu üzüntüyle, hayatına son vermeyi bile düşünen sanatçıya, en acılı ânında bile yaşama ve yaratma cesaretini yine kendi sanatı vermişti. Gerçekten de, Beethoven’in aynı yıl Viyana civarındaki Heiligenstadt’ta yazdığı ve uzun yıllardan sonra, ölümünün ardından meydana çıkan, kardeşlerine hitaben düzenlenmiş olan bir vasiyetname, sanatçının o zamanki ruhsal durumunu bize açıkça göstermektedir. “Heiligenstadt Vasiyetnamesi” diye anılan bu belgede Beethoven kısaca şöyle demekteydı:
“Ey beni haşin, usandırıcı ya da mizantrop bilen ya da tanıyan insanlar, bana karşı ne kadar haksızlık ediyorsunuz! Sizlere böyle görünen bu hallerin gizli nedenlerini bilemiyorsunuz. Ruhum ve duygularım, çocukluğumdan beri en ince iyilikseverlik arzusuyla doluydu; büyük işler başarma gücüne sahiptim, ama düşününüz ki, altı yıldan beri ehliyetsiz doktorlar elinde daha beter olan, tedavisi imkânsız bir hastalığa yakalandım. Yıldan yıla iyi olacak umuduyla aldatıldım ve sonunda sürekli bir felakete uğrayarak (ki iyileşmesi belki yıllar sürecek, belki de hiç iyi olmayacak), ateşli ve canlı bir insan olarak dünyaya gelmiş, toplum hayatının her tür gösterilerine karşı duygulu yaratılmış olmama rağmen, hayatımı tek başıma geçirmek üzere kendimi vaktinden önce toplumdan ayırmak zorunda kaldım. Bazen içinde bulunduğum durumdan sıyrılıp çıkmak istediğim anlar da oldu, ama ne yazık ki işitme duyumun bozukluğunu bilmenin verdiği korkunç bir keder içinde öyle sert bir darbeyle geriledim ki, bu durumda insanlara, ‘yüksek sesle konuşun, bağırın, çünkü ben sağırım’ dememe de imkân yoktu. Ah, başkalarına göre bende daha kusursuz olması gereken bir organın zayıflığını açığa vurmama imkân var mıydı? Öyle bir organ ki, vaktiyle tam ve kusursuz olan bir organ, öylesine bir kusursuzluk ki, benim mesleğimdekilerden bugün çok azında görülen ya da vaktiyle çok azına nasip olmuş olan bir kusursuzluk. Ah, işte dayanamadığım şey de bu… Duygularımı anlatamamak, bana bir kat daha acı veriyor. Benim için insanların bulunduğu bir çevrede gelişmek, insanlarla sohbet etmek, coşup taşmak artık imkânsız. Artık yalnızca mecbursam toplumla temas edebiliyorum, yoksa bir sürgün gibi yaşamak zorundayım; topluma yaklaştığımda durumumun anlaşılacağı kaygısına kapılarak o kadar büyük bir korkuyla sarsılıyorum ki, işte sayfiyedeki son altı ayım da böyle geçti… Yanı başımdaki bir kimsenin ta uzaklardan gelen bir flüt sesini duyması ve benim duyamamam ya da herhangi bir kimsenin çobanın söylediği şarkıları işitmesi ve benim yine işitememem, ne küçük düşürücü bir şey. İşte neredeyse bu türlü olaylar beni büsbütün üzüntüye sürükleyecekti ve hayatıma kendim son vermeme bir şey kalmamıştı, ama yalnızca o, sanat, böyle bir şey için harekete geçmemi önledi. Ah, gerçekleştirmeye gücümün yeteceğini gördüğüm şeyleri yapamadan dünyadan uzaklaşmaya imkân göremedim ve bu feci hayatı işte bu yüzden uzattım durdum… Tanrım, sen benim içimi görürsün, tanırsın, benim insan sevgisinden ve iyilik etme arzusundan yoksun olmadığımı da bilirsin… Her iki kardeşim Karl ve Johann’dan ricam, ben ölür ölmez, eğer Profesör Schmidt hayattaysa, hastalığımı saptamasını ona benim adıma rica edin ve bu yazımı, hastalığımın seyri hakkında onun vereceği yazıya ekleyin ki, ölümümden sonra da olsa, dünya benimle mümkün olduğu kadar çabuk barışsın… Bütün arzum hayatınızın benimkinden daha iyi ve üzüntüsüz geçmesidir. Çocuklarınıza fazileti öğretin: parayı değil, yalnızca fazilet insanı mutlu etmeye yeter…”
Beethoven, 1802 yılında yazılan bu vasiyetnameden sonra ölmediği gibi, hayatının ikinci yaratma dönemine girmiş (1803-1815) ve daha yirmi beş yıl yaşamıştı. On iki yıl süren bu ikinci dönem içinde, yalnızca kendine özgü bir üslûbu eserlerinde etkili kılan sanatçı, düşünsel olarak da olgunluğa ulaşmıştı. Bu süre içinde hayatındaki belli başlı olaylar şunlardı: Pek çok enstrümantal eserden başka, 4. ve 8. Senfoni’lerin yazılması; ilk ve son operası olan “Fidelio”nun yaratılması ve bu eserin, 9 yıl içinde, büyük bir üzüntüyle birkaç kez değiştirilip yinelenmesi; Osmanlı tarihi yazarı ünlü Hammer’le tanışıp, büyük bir ilgiyle başlanan Doğu (Türkiye, İran ve Hindistan) tarihi, edebiyatı ve felsefesi etüdlerinin tamamlanması; Türk müziğine (Mehter müziğine) ilgi gösterilip, Türk marşları bestelenmesi; Goethe’yle şahsen tanışma.
Ancak, ikinci yaratma dönemi içinde, sonunda elde edebildiği “Leonore ya da Eş Sevgisi” adlı bir opera librettosunu (Sonnleithner) 1805 yılında (Fidelioolarak) besteleyen sanatçının, bu operayla, gençliğinden beri kafasını meşgul etmiş olan “hürriyet” uğruna bir anıt meydana getirdiği sıralarda, vaktiyle Kaiser II. Joseph’i korkutan olay gerçekleşmiş, Napolyon orduları Viyana’yı işgal etmişti. 1805 ve 1806 yıllarında değiştirilerek temsil edilen bu opera, belli başlı değişikliklerden sonra, ne gariptir ki, Napolyon’un gözden düştüğü yıl olan 1814 yılında, büyük bir başarıyla sahneye konmuş ve halkın candan ilgisini kazanmıştı. Hürriyetten yoksun bırakılarak hapse atılan siyasi bir mahkûmun, erkek kılığına giren sadık hayat arkadaşı tarafından nasıl kurtarıldığını anlatan bu kurtuluş operası, yalnızca istibdat konusuna değinmekle kalmıyor, aynı zamanda 40 yaşına yaklaşan ve hayatının sonuna kadar mutlu bir yuvanın özlemini çekmiş olan Beethoven’in, eş sevgisine verdiği değeri de anlatıyordu.
Beethoven, mutlu bir yuva kurma kararıyla kendilerine el uzattığı kadınların kimliklerini, ölümünden sonra bile meydana çıkmayacak biçimde gizli tutmuş ve bütün biyografilerinde adı meçhul kalmaya mahkûm olan “ölmez sevgili”nin kim olduğu, bugüne kadar keşfedilememiştir. Gerçekten de sanatçı, ölümünden sonra ele geçen 8 Temmuz 1812 tarihli ve “Ölmez sevgiliye” başlığını taşıyan üç bölümlü bir mektupta, kısaca şöyle demekteydi:
“…Şu anda yatıyorum, düşüncelerim beni hep sana çekip götürüyor, ölmez sevgilim; böyle anlarımda acaba dileklerimiz gerçekleşecek mi diye kaderi beklerken, kâh neşeleniyorum, kâh kederleniyorum. Ben ya hep seninle yaşarım, ya da hiç yaşamam, evet, sana kavuşacağım âna kadar, senin yanında kendimi öz yuvamda hissedeceğim âna kadar, ellerinle sardığın ruhumu ruhlar diyarına iç huzuruyla götüreceğim âna kadar, burada, uzaklarda sürünmeye ahdettim… Sana olan sadakatimi anladıkça, bütün bunlara tahammül edeceğin kesin. Kalbimde hiçbir zaman bir başkası yer almayacak… Tanrım, insan bu kadar sevdiği bir şeyden neden bu kadar uzak kalmalı?.. Senin sevgin, beni mutlu ettiği kadar mutsuz da ediyor… Kaygılanma, ancak huzur içinde geçmesi gereken bir hayat, günün birinde bizi birlikte yaşama amacına ulaştırabilir… Kaygılanma, beni sev… Sana ne hasret gözyaşları döktüm… Ah beni durmadan, dinlenmeden sev. Sakın seni seven bu sadık kalbi küçümseme. Ebediyen senin, ebediyen benim, ebediyen bizim. L.”
Bu mektup kime yazılmıştı? Kontes Brunswick’e mi, Giulietta Guicciardi’ye mi, Amalia Sebald’e mi, yoksa şair Bettine Brentano’ya mı yazılmış, bilinmiyor. Ancak şurası kesin ki, Beethoven’e olan ilgi ve hayranlıklarını gizlemeyen sevgililerin hepsi, bu konuda duydukları gurur ve heyecanı mektuplarında bile açıklamaktan çekinmemişlerdi. Hattâ sanatçıyı 1812 yılında büyük şair Goethe’yle tanıştıran ve döneminin ünlü kadın şairlerinden biri olan Bettine Arnim (Brentano), Beethoven’i tanımak amacıyla, 1810 yılında Viyana’ya kadar gidip amacına eriştikten sonra, yine aynı tarihte Goethe’ye yazdığı mektubun bir yerinde şöyle demekteydi:
“…Şimdi sana anlatmak istediğim insanı görür görmez bütün dünyayı unuttum, zaten o anı aklıma geldikçe, dünya da benden uzaklaşıyor… Ayaklarımın ucunda biten ufkum beni kubbesiyle örterken, kendimi, senin yarattığın bir nur denizinde buluyorum ve sessizce sana doğru uçuyorum… Ama sana burada anlatmak istediğim insan Beethoven’dir ki, onun yanında seni de unuttum; evet, belki de bunları anlayacak durumda değilim, ama onun insanın gelişiminin fersahlarca üstünde olduğunu söylersem ve acaba ona yetişebilir miyiz? diye sorsam, yanılmamış olurum… yalnız o, zekâsındaki güçlü ve soylu gizem en yüksek olgunluğa erişinceye kadar yaşasın, evet o, en son amaca varsın ki, bizleri gerçek mutluluğa bir basamak daha yaklaştıracak olan tanrısal bilimin anahtarını elimize versin…”
Bütün görgüsünü, edebî başarısını, hattâ sevme gücünü bile yalnız Goethe’ye borçlu olan bir kadını, şair Goethe’ye âdeta isyan edercesine seslenmek zorunda bırakan şey, acaba neydi? Bu mektup, olgunluğun doruğuna ulaşma yolunda bulunan Goethe’yi çileden çıkarmış, yanıt mektubunda Bettine’ye biraz da vefa tavsiye eden şair, Beethoven dehasını doğrulamaktan da kendini alamamıştı. Goethe, Bettine’ye verdiği yanıtta kısaca şöyle demekteydi:
“…Kuşkusuz bana göre çok fazla seziş ve sağgörü sahibi olan Beethoven’e bir şey öğretmeyi istemek cinayettir, çünkü onun yolunu kendi dehası aydınlatıp, ona şimşek gibi ışık verirken, karanlıkta kalan bizler, daha günün nereden doğacağının farkında değiliz… Kısacası, haberlerine bir kez daha teşekkür ederim. Her istediğinde gönlünce başarılı olurken ve her yararlı şey sana mutluluk verecek bir zevk yaratırken, bu durumun, senin tarafından dostlarının arasında sayılmamın bilincinde olan benim için de sonsuza kadar sürmesini dilemekten başka ne yapabilirim? Öyleyse yerini ne kadar değiştirsen ve çevrendeki şeyler ne kadar değişip güzelleşseler de, beni o her zamanki büyük vefanla unutma…”
O yıllarda (1812’de) Beethoven, bütün hayal kırıklıklarına, acılarına ve yokluklara rağmen sürekli olarak olgunlaşmakta, 1808 yılında önce eserleriyle, sonra da şahsen tanımış olduğu, “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”nin yazarı ünlü Hammer’in Türkiye, İran ve Hindistan hakkındaki basılı ve elyazması halindeki eserlerinden özellikle “Doğunun Hazineleri” (Fundgruben des Orients) adlı eserini okuyarak, Doğu edebiyatı ve felsefesi üzerine bilgisini arttırmaktaydı. 10 Eylül 1808’de İran’ın Viyana elçisi Hacı Hussan Bey’le birlikte uzun bir Doğu yolculuğundan Viyana’ya dönmüş olan 33 yaşındaki Hammer’in dillere destan olan yayınlarıyla yakından ilgileniyordu. Sanatçı, bu oryantalist tarihçiyi şahsen de tanıdıktan sonra, 1809 yılında ona yazdığı ilk mektupta şöyle diyordu:
“Henüz tanınmamış olan değerli yazılarınızın elyazması halinde gönderilmesi suretiyle bana öncelik vermiş olmanızdan ve bu alicenaplığınızdan dolayı mahcubiyetimi arz ederken, her iki müzikli temsili iade eder ve zat-ı âlinize en derin şükranlarımı sunarım; mesleki uğraşlarımın çokluğundan, hele şu sıralarda, Hindistan’a ait müzikli temsillerle gereği gibi uğraşabilmem olanaksız; vaktim müsait olur olmaz, hem bu iş, hem de “Tufan” oratoryosu hakkında görüşmek üzere sizi ziyaret edeceğim. Her zaman büyük hizmetlerinizin hayranları arasında sayılmama müsaadelerinizi rica ederim.”
Beethoven, 1809-1810 yıllarında, dönemin Osmanlı padişahı II. Mahmut’un hükümdarlığı zamanında, bir yandan Doğuyla ilgili eserleri ve Herder’in “Doğudan Seçme Şiirler” (Morgenländische Blumenlese) başlıklı eserini incelemekte, bir yandan da bazı şarkılar bestelemekteydi. Sanatçı, Hammer ve Herder’den başka, her zaman ilgiyle okumuş olduğu Goethe’nin “Batı-Doğu Divanı” (West-Östlischer Divan) adlı eserinin de etkisi altında kalmış ve kahramanlık konularıyla uğraşırken hep Türk müziğinden yararlanmayı düşünmüştü. Gerçekten de, 1809 yılında, belki de Mozart’ın La Majör Piyano Sonatı’nın “Alla turca” bölümünü örnek alarak, Re Majör Op.76 Piyano Varyasyonları’nı yazan Beethoven, bu çeşitlemeleri, kendince hayal ettiği bir Türk marşını işleyerek bestelemişti. Sanatçı, bu tarihten iki yıl sonra, 1811’de Budapeşte’de yeni yapılan bir tiyatronun açılış töreni için sipariş edilen “Atina Harabeleri” adlı bir eser için yine aynı varyasyondan esinlendiği bir marş bestelediği gibi, bundan yaklaşık 13-14 yıl sonra da, yine Türk müziğinden esinlenerek bazı eserler yazma isteğini göstermişti.
Bu arada, Beethoven’in, öteden beri sürdürdüğü hazırlıklarını 1823 yılında tamamladığı Op.125 Re Minör 9. Senfoni için kullandığı müsveddeler arasında, şöyle bir nota da rastlanmıştı:
“Alman Senfonisi, ya önce varyasyon başlayacak, arkasından koro gelecek ve daha sonra esere girilecek, ya da varyasyonsuz olacak. Senfoninin sonu, Türk müziği ve koroyla bitecek.”
Burada sanatçının bir Alman senfonisinden de söz ettiğine bakılırsa, hayatının en son senfonik yaratısı olarak iki büyük eser meydana getirmek istediği, bunlardan birinin 9. Senfoni, ötekinin ise Alman Senfonisi adı altında 10. Senfoni olarak düşünülmüş olduğu, ancak bu iki projenin de yalnızca Op.125 Re Minör 9. Senfoni olarak sonuçlandığı anlaşılıyor. Yine de burada üzerinde durulacak en önemli nokta, Beethoven’in, hayatının en olgun çağında, en son eseri olarak yaratacağı bir senfoninin final bölümü için hamasi bir karakter oluşturmak amacıyla, Türk stilinde bir müzik yaratmayı arzu etmiş olmasıdır.
Öte yandan, büyük sanatçı, 1823 yılından itibaren Türk tarihi, Türk sanatı ve Türk müziği ile kafasını o derece meşgul etmiş, Hammer, daha başka oryantalistler aracılığıyla Türkiye’yi o kadar yakından tanımış ve bazı Osmanlıca kelimeleri öylesine büyük bir dikkat ve ilgiyle öğrenmişti ki, hayatının en önemli eseri olan 9. Senfoni’yi yazarken, en yakın dostu Schindler’in bile, çalışma enerjisini sekteye uğratmaması için evine gelmemesini mektupla rica ederken, kendi mektubunu da -kuşkusuz şaka olarak- aynen Osmanlı Türkçesiyle “Hattı Scherif” diye nitelendirmişti. Gerçekten de Beethoven, bu mektubun bir yerinde, arkadaşı Schindler’e şöyle demekteydi:
“…Hattı Şerif sâdır olana [şerefle çıkana] kadar, ilham perilerini ürkütmemek için, sakın buralara gelmeye kalkmayın… Başkalarını da getirmeyin…”
Sanatçının, Osmanlı İmparatorluğu’na duyduğu yakın ilgi bununla da bitmemiş ve bu tarihten iki yıl sonra, 1825’te, yeniden Türk marşları yazmıştı. Gerçekten de eserlerinin basımcısı olan Schott firmasına 1825’te yazdığı bir mektupta aynen şöyle demekteydi:
“Az miktarda meydana getirdiğim eserler arasında, özel bir vesileyle yazdığım Türk müziğine ait 4 marş ile ayrıca bir kutlama menüeti de bulunmaktadır.”
Bütün bu belgelerden de anlaşılıyor ki, Beethoven, Türkiye’ye karşı 1808 yılında Hammer aracılığıyla başlayan ilgisini, 1809, 1811, 1823 ve 1825 yıllarında, Türk karakterinde bestelediği Türk marşları vesair eserlerle sürekli olarak geliştirmişti.
Ludwig van Beethoven’in üçüncü yaratma dönemi olan 1815-1827 yılları, hayatının son 12 yılına rastlamaktaydı. Sanatçının, daha ikinci yaratma dönemi içinde, 1807-1809 yıllarında başlayan felsefi araştırmalar merakı, 15 yıl önce Bonn’da çocukluk arkadaşı Wegeler’ın ısrarına rağmen yarım kalmış bir etüdün, ileri yaşlarda tamamlanması niteliğindeydi. Bu yolda gösterilen ilgi ve harcanan çaba, sanatçının görüş ufkunu genişletmiş ve üçüncü yaratma döneminde meydana gelen “Misa Somemnis” ve 9. Senfoni gibi dinsel ve din dışı iki büyük esere giden yola başlangıç olmuştu. Bu nedenle Beethoven, 1807-1809 yılları arasında, bir yandan filozof Kant’ı etüd ederken, öte yandan tarihçi Hammer yoluyla Doğu felsefesini incelemişti. Dahası, aynı tarihlerde okuduğu belli başlı edebî ve felsefi eserlerde satırların altını çizmesi ve seçtiği bazı bölümlerden yaptığı özetler, sanatçının, yüksek duyguların açıklanması açısından düşünsel olarak çok ileri bir düzeye ulaşmış olduğunu göstermekteydi.
Beethoven’in, bugün müze ve arşivlerde korunan birtakım eşyaları arasında kendi eliyle yazılmış olarak bulunan çok kısa bir not, şu cümleyi içermektedir:
“İçimizde ahlak kanunu ve üstümüzde yıldızlı sema. Kant!!!”
Sanatçının, 1816 yılına ait anı defterine, Hint edebiyatından alarak kopya ettiği bir cümle ise, kendi seçtiği başka metinler arasında belki de en güzelidir. Bu cümle şöyle diyordu:
“Tanrı maddi bir varlık değildir, onun için her türlü tanımlama ve nitelendirmenin ötesindedir; gözle görülmediği içindir ki, ona bir biçim atfetmeye de olanak yoktur. Ancak, eserden, o eserin sahibine bakarak, onun ebedî, her şeyi bilen ve her yerde var olduğuna inanırız. Her şeye kadir olan Tanrı, her türlü istek ve tutkudan da uzaktır. Kendinden daha büyük olamayan da yine kendisidir.”
Doğu ve Batı felsefeleri ve edebiyatlarından yaptığı bu tür özetlemeler göz önüne alınırsa, arkadaşı Schindler’in de Beethoven hakkındaki kitabında belirttiği gibi, sanatçının, Kilise’nin öğrettiği, imana dayanan bir din anlayışına değil, daha çok “deist” bir kanıya bağlanmış olduğu kendiliğinden anlaşılır. Öte yandan, o yaşlara kadar edindiği felsefi ve ahlâki bir görüşün sonucu olarak her şeyden çok fazilete değer veren sanatçı, eserlerine konu seçme bakımından karşılaştığı güçlükler yüzünden, yalnızca senfonik müzik yazmayı yeğlemiş, hattâ Mozart’ın “Don Juan” ve “Figaro” operalarının konularını ima ederek şöyle demişti:
“Don Juan ve Figaro gibi metinleri ben besteleyemezdim. Bu gibi konulara karşı içimde bir nefret duygusu var. Ben bu türden konuları seçmezdim; bunlar bence çok hafif konular.”
Onun içindir ki eserlerini her zaman ahlaki bir temele dayandıran Beethoven, insanı yücelten bir sanatın erişilmezliğini anlatmak için şöyle demişti:
“Söylendiğine göre, sanat uzun, hayat kısaymış –asıl uzun olan hayat, kısa olan sanattır. Onun, bizi tanrılara ulaştıran bir nefesi bile, her an Tanrı’nın büyük bir lütfudur.”
İşte bütün bu düşüncelerle eserlerine anlam, kavram ve program atfetmekten son derece çekinmiş olan Beethoven, başkaları tarafından kendi eserlerini tahlil yolunda yapılan yorumlara hiç dayanamamış ve 1819 yılında arkadaşı Schindler’e yazdığı bir mektupta, eserlerini açıklamaya yeltenen bir eleştirmeni nazikçe ama sert cümlelerle hırpalayarak sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Eğer bir eserin kesinlikle açıklanması gerekiyorsa, bu açıklama, müzik eserinin genel olarak yalnızca karakteristik yanını tahlille sınırlı kalmalıdır, aydın bir müzisyen için de eserine “karakteristik” sağlama durumu pek o kadar güç olmaması gereken bir şeydir.”
İşte bu tür bir olgunluğun doruğuna ulaşmış olan Beethoven’in, tam ve kopkoyu bir sağırlıkla geçen üçüncü yaratma dönemi içindeki etkinliklerinin en yüksek noktasını, Op.125 Re Minör 9. Senfoni oluşturmaktaydı. O tarihlerde sayısı pek sınırlı olan birkaç yakınından başka hiç kimseyle temas etmeyen sanatçı, insan sesine ve insan yüzüne olan özlemini, ancak hayatının en son eseri olan 9. Senfoni’de telafi etmek istemiş ve o zamana kadar sırf enstrümantal yaratılara bağlanan Beethoven, yalnız orkestra için yazılan senfoniye ilk olarak koro ve solistler bölümlerini de eklemekle, son sözü, özlemini çektiği ‘insan’a vermişti.
İnsanoğlunun alınyazısı olan her acının, irade gücüyle her zaman neşeye dönüştürülebileceğine inanan Beethoven, karanlık hayatını aydınlatan gerçek neşeyi, bu senfonide dile getiriyordu. Onun içindir ki, koroya en uygun metni bulma isteğiyle yıllarca aranmış durmuş olan sanatçı, sonunda Schiller’in ünlü “Neşeye Şarkı” (Lied an die Freude) adlı şiirini seçmiş ve kendi hazırladığı kısa ama özlü bir seslenişle dinleyenleri çalgılara değil, insan sesine davet eden Beethoven, eserin sonundaki koro ve solistler bölümlerinde, Schiller’in bu ilahisinden alınmış bazı dörtlükleri, hayal edilemeyecek bir açıklık ve sadelik içinde müziğe uyarlamıştı.
1817 yılında başlanmış olan 9. Senfoni hazırlıkları, yedi yıl içinde tamamlanmış ve eser Viyana’da 7 Mayıs 1824’te, geniş bir dinleyici kitlesi önünde çalınmıştı. Beethoven, 52 yıllık bir ömrün en olgun eseri olan 9. Senfoni’yle, neşe ve sevgi ülkülerinin ancak sanatta gerçekleşmesine çalışmış, hele eserin son bölümünde koroya Schiller’in “Neşeye Şarkı” adlı şiirini metin olarak seçmekle, bu büyük mizantrop, kardeşçe bir sevgiye olan hasretini ifade etmek istemişti.
9. Senfoni’yi çözümlemeye çalışan tanınmış estetikçiler arasında, eseri felsefi içeriği bakımından çok ilginç bir tahlile bağlayan Prof. Otto Baensch, “Beethoven’in 9. Senfoni’sindeki Korolu Final’de Edindiği Amaç” başlıklı yazısında (1930), Schiller’in, “Neşeye Şarkı” adlı şiirinde, sanatçıların cenneti olan “Elysium”dan söz etmesini ve insanları mutluluk içinde oraya yönlendirmesini, insanlık için ideal bir gelişimin simgesi olarak nitelendirmekte, ancak Yunan mitolojisinden alınan “Elysium” simgesinin, Schiller’e göre “ahlâki bir devlet” olarak kabul edilmiş olmasına karşılık, Beethoven’in 9. Senfoni’sinde, Eflatun’un üç topluluğun sentezi olarak hayal ettiği “devlet” kavramını eserine temel olarak aldığını ifade etmektedir. Bu duruma göre, tıpkı Eflatun’un devletinde olduğu gibi 9. Senfoni’de de, aydınlar, savaşçılar ve halk mevcuttur ve senfonide bu üç topluluğu solistlerle koro temsil etmektedir. Öte yandan Schiller’e göre “neşe”, akla yakın bir düzen ve ahengin zevkine ulaşmanın verdiği sevinçtir ve Beethoven, Schiller yoluyla bu tür bir neşeyi eserinde etkili kılmak istemiştir. Böylece, yaratıcı bir neşenin kıvılcımı altında toplanan halk, aydınların ve savaşçıların elbirliğiyle hedefe er geç ulaşacaktır, çünkü burada fikir aydınların, irade ise askerlerindir.
9. Senfoni, ilk olarak 13 Mayıs 1824’te, Viyana’daki Saray Tiyatrosu’nda düzenlenen büyük bir konserde çalınmıştı. Orkestranın yanı başında, hiçbir şey duymadan, yüzü halka dönük olarak ayakta duran Beethoven’in, eserin en sonunda kopan şiddetli alkış tufanını duymadan orkestraya döndüğünü görenler arasından solist Caroline Unger, büyük sanatçıyı kolundan tutup halka çevirmiş ve o anda Beethoven, Saray Tiyatrosu kurulduğu günden beri eşi görülmemiş bir alkışla karşılaşmıştı. Dönemin eleştirmenlerinden Sammler, aynı tarihli yazısında, o günün unutulmaz anısını şu satırlarla ebedileştiriyordu:
“Bu akşam, büyük üstadın bütün dostları için bir bayram akşamıydı… Onun, sanatın sırrına ulaşma yolunda harcadığı çabayla vaktinden çok önce ağaran başına baktıkça, önümüzde yayılan ses kitleleri, o taptaze güç, yaratılarındaki o sonsuz ateş, bizleri hayretten hayrete düşürdükçe, içi önlenemez bir coşkuyla yeni yaratılara hazırlanan, zirvesi karlı bir volkanın hayali, ruhumuzda ansızın canlanıyor…”
Beethoven, 26 Mart 1827’de hayata gözlerini yumdu. Öldüğü yıl ancak 57 yaşına ulaşmış olan sanatçı, ne gariptir ki, yine Bonn’da oturan o ünlü çocukluk arkadaşı Dr. Wegeler’e, ölümünden bir yıl önce, sağlık durumunun verdiği binbir acıya rağmen gönderdiği uzun bir mektupta şu sözleri yazmaktan kendini alamamıştı:
“…Sanat perilerinin uykuya dalmalarına izin vermem, sırf daha büyük bir kudretle uyanmalarını sağlamak içindir. Umut ettiğim gibi, birkaç büyük eser daha meydana getireyim de ondan sonra şu ölümlü hayatı, nasıl olsa yaşını başını almış bir çocuk gibi, iyi insanlar arasında tüketmeye vaktim kalır.”
Bu mektubun üzerinden henüz bir yıl geçmişti ki, Beethoven ölümlü hayatını, kendisine gerçekten bağlı bir iki dostunun yanında tüketti. Bu ‘yaşını başını almış çocuğu’ da sonunda Viyana’da toprağa verdiler. Dönemin tanınmış şairi Franz Grillparzer, altı ay sonra Beethoven’in mezarında yapılan taş dikme töreni için kısa ama özlü bir söylev hazırlamış ve bunu 1827 yılı Eylülünde Viyanalı ünlü aktör Anschütz, sanatçının mezarı başında okumuştu. Söylevin en sonunda şöyle diyordu:
“Eğer bu karmakarışık zamanda içimizde biraz olsun birleşme duygusu varsa, onun mezarı başında toplanalım… Âşıklarla kahramanlar, şarkıcılarla peygamberler, öteden beri, zavallı ve perişan insanlar kendilerine dönsünler, nereden gelip nereye gittiklerini anlasınlar diye yaratılmışlardır.”