Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
20 Ocak 1952, Pazar
Saat: 10.00-10.45

JOHANN SEBASTİAN BACH

Bach musikisine bütün kalbiyle bağlı olan sanat adamlarından biri, Waldemar von Bauszner şöyle demişti: “Günün birinde Tanrı bana: Bak beni dinle, dünyaya musiki sanatını getiren kullarımdan yalnız bir tanesine, hayatının sonuna kadar, bütün gün bağlanabilme fırsatını sana versem, bunlardan hangisini tercih edersin? diye sorsa, ona şu cevabı verirdim: Bana Johann Sebastian Bach’ı bahşet. İşte benim için ölçülmez adam o. Fakat bana sonsuz bir hayat ta ver ki, onu iyice tanıyabilme imkânını elde edeyim.”

Yüzyılımızın ileri Bach uzmanlarından biri olan bu zat sözlerinde çok haklı. Çünkü musiki sanatında bu günün zevk ve anlayışının olduğu kadar, uluslararası ortak müzik bilim ve tekniğinin de kurucusu olan Bach, zamanında değil de, daha çok son zamanlara doğru tanınmış, bizlere her gün sanatında yepyeni bir tarafını tanıtmıştır. Ne gariptir ki, 18. yüzyılın başında Almanya’da Leipzig şehrinde organist olarak hizmete girmek isteyen Bach’a, herhangi sıradan bir kişi tercih edilmiş, Hamburg’da ödenen 4000 marklık rüşvet, onu hakkı olan bir mevkiden mahrum etmiştir. Gene o tarihlerde yayınlanan bir yazıda Bach, devrinin 10 üstadından biri olarak gösterildiği gibi, onun “Clavecin bien temperé” adlı eserindeki Füg’lerden ancak birkaçını beğenen eleştirmen Friedrich Rochlitz, nihayet bu eserin bütün Füg’lerini eşsizlikle nitelendirmek zorunda kalmıştır. Ne acayip tezatlar! (Plak 1: Bach, Fantasia C moll; Plak 2: Bach, Prelüd ve Füg Cis dur)

Fakat her şeye rağmen, günün birinde Bach’ın isminin asıl anlamı olan “dere” tabiriyle değil de “umman” ile kıyaslanması durumu, sanatçının büyüklüğünü gösteren ilk hüküm olarak sanat dünyasına yayıldı. Bach’ın zamanla unutulan eserleri, romantizmin kurucularından Mendelssohn’un gayretiyle yeniden hayata gözlerini açtı ve 50 cildi bulan eserleri, gene Mendelssohn’un Bach sanatı sahasındaki keşiflerinden sonra, toplu olarak basılabildi.

Bach’a musikide modern ve ortak tekniğin babası gözüyle bakanlar olduğu gibi, belli başlı üstatlar onu musikinin son merhalesi olarak tanıdılar. Sanatta ahlak motifi, ilk olarak Bach musikisinde dile geldi. Yüzyılımızın baş döndüren çalışma ritmiyle dopdolu olan modern insan, ancak Bach sanatında aradığı huzura kavuştu; yalnız gayeyi hedef bilen en sert, en bükülmez ruhlar bile, saf ve samimi bir idealizmin zevkine Bach sanatında ulaştılar. Duygudan yoksun olan insanların ruhunu, çok kere Bach’ın bir Füg’ü yumuşatmaya yetti. Müzikolog Ernst Decsey’in dediği gibi: “Romantikler, onun sanatında, insan heyecanının yaratabileceği uçsuz bucaksız bir âlemi sezmekte gecikmediler. Biyologlar, sımsıkı kapalı bir tohumun yeşerip filizlenmesinde karşılaştıkları ahengin aynına, onun sanatında da şahit oldular. Tanrıya yönelenler, onun yazdığı bir aryada bile, protoplazmadaki tabiatüstü kudretin aynını gözlemlediler; ve “Faust” faciası ile Michelangelo’nun “Mahşer” adlı kompozisyonundaki içeriği aynen bu eserde de görüp, yaradılışın sırrına yaklaştılar.” (Plak 3: Bach, Arya, sol telinde)

Tevekkeli Bach sanatına hayranlıkla bağlanan şair Goethe, onun eserlerini dinlerken şu sözleri söylememiş: “Sanki ebedî ahenk, dünya yaratılmadan biraz önce, uluhiyetin göğsünde nasıl taşındığını kendi kendine anlatıyor…”. Onun içindir ki, Bach’ın bütün eserlerinde olduğu gibi, 3 numaralı sol majör Brandenburg Konçertosu’nda, insanı sonsuzluğa çekip götüren bir içerikle karşılaşılır. (Plak 4: Brandenburg konçertosu No.3, G Dur, 1. Kısım)

17. ve 18. yüzyıl insanını Ortaçağ zihniyetinden duygusal bir doğa kavramına Goethe ile Rousseau’nun götürdüğü bir gerçek olmakla beraber, bugünkü modern insanın doğayı ihmal etmesi durumu, Bach devri insanının kesinlikle bilmediği bir şeydi. Bu takdirde, Bach’ı dinleyip anlayanlar, zamanın akışı içinde, doğaya hiçbir zaman yüz çevirmediler; ve ancak doğa hayranlığından gelen bir sevginin rehberliği altında, Bach’ın sanatına yaklaşabildiler.

Bach’ın, “Clavecin bien temperé” adlı eserini henüz 37 yaşındayken meydana getirdiği sıralarda, Avusturya tahtını büyük bir endişeyle işgal etmekte olan Kaiser VI. Karl’ın Avrupa dengesinde oynadığı rol, hiç kimsenin gözünden kaçmıyordu. Ancak 1722 yılında imzalanan dörtlü ittifakın, Utrecht barış anlaşmasıyla ile Avusturya’ya Milano, Napoli, Sardunya ve Niederland’ı garanti etmesine rağmen, VI. Karl, imparatorluğun korunamayacağı endişesinden kendini bir türlü kurtaramadı, çünkü Kaiser erkek evlattan mahrumdu. Ülkesinin bütün haklarını baştan aşağı kızına devrettikten başka, memleketinin geleceğini kupkuru bir kâğıda yazılmış cümlelerle güvence altına aldığını sandı. Nitekim, kararlarındaki isabete delil olarak, imparatorluk varislerinin saptanmasını, yeniden çıkardığı Veraset Fermanı’na henüz bağlamıştı ki (Sanction Pragmatique), bu hal devletin kudretini temelinden sarstı. Hatta aradan iki yüzyıl bile geçmeden, hükümranlığından eser bile kalmadı. Artık parşömen üzerine yazılmış mühürlü antlaşmalar da bir anlam ifade edemez oldu.

Buna karşılık imparatorun genç dostu Johann Sebastian Bach’ın aynı tarihlerde meydana getirdiği “Clavecin bien temperé”nin hatta I. kısmı bile, Bach dehasının varislerine rehberlik etme şerefini sonsuza kadar korudu; ve büyük sanatçı Bach, dehasının mirasına konacak olanların kaderini böylece kendine özgü bir Veraset Fermanı’na bağlamış oldu! Ne yazık ki bu eserin 1722’de bizzat Bach tarafından kaleme alınan ilk kısmına ait orijinal el yazısı kaybolmuş, elde bulunan birkaç kopya ise çeşitli akıbetlere maruz kalmıştı. Bunlardan biri, tesadüfen Budapeşte’ye gidip, Tuna nehrinin alışıldık taşkınlarından birine maruz kalmak suretiyle biraz hasar gördü. Diğer bir kopya, 19. yüzyılın tanınmış piyano bestecisi Clementi’nin eliyle Londra’ya kadar gidip, British Museum’a mal oldu. Diğer iki nüshası ise, Zürih ve Berlin müzelerinde yer aldı. Bu büyük eserin, her tonalitede içerdiği Prelüd ve Füg’lerde, yalnız Bach’ın modern müziğe temel olan tezi doğrulanmış olmakla kalmamış, aynı zamanda insanoğlunun neşe, keder, yakınma ve gülümseme türünden ruhsal farklılıkları da gerçek ifadelerini bu Füg’lerde bulmuştur. Nitekim bu özlü eserin Prelüd ve Füg’lerini dinleyen her insan, huzurdan mahrum bir âlemden kurtulup, barış ve sükûn dünyasına kavuşmaktadır. (Plak 5: Bach, Prelüd ve Füg B dur; Plak 6: Bach, Prelüd ve Füg D dur)

Bach’ın bu yaratışlarını hayranlıkla dinleyen bir eleştirmen, Ernst Decsey, şu sözleri söylemektedir: “Görülüyor ki, tarihin seyri içinde rastlanan bir sürü insandan ancak bir düzinesi akılda kalıyor; büyük şöhretlerden bazen donuk bir ışık, sansasyonlardan kuru bir ad, uzun destanlardan bir cümle, dramlardan tek bir söz hatırlanabiliyor; ve çok kere herhangi bir cümlenin veya kelimenin hangi kitaba veya hangi mezar taşına ait olduğu kestirilemiyor; insanı vaktiyle cezbeden bir şey, günün birinde iç sıkıntısı halinde gelebiliyor; ve zamanın sarsıntısına ancak yaşlı dağlar göğüs gerebiliyor.” Yazar bu sözlerle Bach sanatının sonsuzluğunu anlatmakta ve zamanın akışı içinde kaybolan zekâlar yanında Bach’ın dehasını ancak ağırbaşlı dağlara benzetmektedir. (Plak 7: Bach, Konçerto F moll, Largo, 2. Kısım, piyano)

17. yüzyılın sonlarında imzalanan Vestfalia barışından bir müddet sonra (1685’te) dünyaya gelen Bach, sayısız müzisyen yetiştiren bir ailenin oğluydu. Zamanla kendisi de çok sayıda erkek evlada sahip oldu. Bu durumu önemle ele alan bir yazar şöyle demektedir: “Yalnız dâhi serseri Friedmann ile Philipp Emanuel yahut Christoph veya babasından daha büyük bir şöhrete ulaşan Christian değildi onun oğulları... ondan çok daha sonra dünyaya gelen Felix Mendelssohn da Bach’ın oğluydu. Bach’ın başka oğulları da vardı… Johannes Brahms, Anton Bruckner. Bunların başka başka aile adlarıyla anılmalarına şaşmamalıdır. Tıpkı Richard Wagner’in de bu türden oğulları olduğu gibi; nitekim hayatlarının sonuna kadar evlenememiş olmalarına rağmen, Eflatun ile Kant’ın da oğulları vardı. Bu takdirde, herhangi bir insanın sulbünden gelmiş olmanın da kıymeti yoktur, çünkü doğa, büyük adamların yaratılmasında oldukça kaprislidir…”. Görülüyor ki yazar, bu sembolik ifadede, gerek Bach’ı, gerek sanatın öteki şöhretlerini aynı ailenin çocuklarıymış gibi kabul etmektedir. (Plak 8: Bach, Süit D dur, Bourré ve Gigue, orkestra)