
İnsanın insanı akıl yoluyla etkileyişi kadar güçlü bir alışveriş düşünülemez. Onun için kişiye ve topluma, yerine göre, “physique-psychique” açıdan biçim veren böylesine bir alışverişten daha sağlam bir etkenle karşılaşmak olanaksızdır. Ne var ki, bu değişmez gerçek olumlu ya da olumsuz yönleriyle de olsa, yaratıklar arasında sadece insanoğluna yöneliktir, yani insanın, akıl ve ruhun olumlu ya da olumsuz yolda etkilenişi açısından, iki karşıt güçten biriyle etkilenmesi, doğal bir zorunluluktur. Bu böyle olunca, insanda doğuştan özgür olan aklın, ancak yararlıya yönelme yeteneğine sahip olabilmesiyle, akılsal gelişimin olumlu yolda biçimlenmesi imkânı sağlanmış olur. Buna karşıt bir tutum ise, kişide ya da toplumda aşırı oranda tehlikeli bir uyumsuzluğa kolaylıkla yol açabilir. Tarihin akışı içinde olduğu gibi, bugün bile sık sık karşılaştığımız binlerce olay, bu karşıt eylemin değişmezliğini kanıtlayacak niteliktedir.
İnsanların bir arada yaşaması doğal bir gerçek olduğuna göre, böylesine bir gerçeğin olumlu yolda bilincine varabilmek de moral bir mutluluk olmanın niteliğini taşır. O halde insanın, kendine ve topluma yararlı olma yolunda yücelme istek ve çabasını besleyen iki doğal kaynaktan güç alması gerekir ki, bunlardan biri Akıl Gücü, öteki de Ruh Gücü’dür. İnsana, ön planda doğa eliyle düşünme ve duygulanma yeteneklerini kazandıran bu iki kaynağın, yani akıl ya da ruhun, ya da her ikisinin eşit katkısından doğan ortak-bileşimin yardımıyla, doğa dışı yeteneklerimizi, yani sırf kendi istek ve inisiyatifimizle elde edebileceğimiz yetenekleri kendimiz oluştururuz.
İnsanın, sayılamayacak kadar çoğalan, dallanıp budaklanan doğa dışı yetenekleri arasında, örneğin aşağıda belirtilenler, kişiye ve topluma sağladıkları yararlar açısından, verimli etkinliklerin aksiyonların yaratıcısı olmanın niteliğini taşırlar ki, bunlar da insanoğlunun özellikle şu tür yetenekleridir: araştırma, bulma, bilme, tanıma, öğrenme, öğretme, duygulanma, sevme, sayma, sorumluluk, doğruluk, özgürlük, bağımsızlık, disiplin v.b.
Düşünüşte yücelme çabasını binlerce yıl önce ele alan büyüklerden Platon (M.Ö. 427-347), insanoğlunun kendisinin bulup geliştirdiği “doğa dışı ahlâki yeteneklerin” sayılmakla bitirilmezliğini göz önüne alarak, olumlu yolda gelişen moral yeteneklerin tümünü dört temel ilkede özetlemiş ve şu 4 ilkeyi, insanoğlunun “Ana Erdemler”i olarak adlandırmıştır: 1) Bilgelik, 2) Yiğitlik, 3) Sağduyu, 4) Doğruluk.
19. yüzyılın karamsar filozofu Arthur Schopenhauer (1788-1860) ise, insan ve doğa üstündeki görüş ve kanısını özellikle eleştirel açıdan yorumlamış, Platon’un saptadığı 4 Ana Erdem’i akıl ve ruh için tek sığınak olarak benimsemiş, ama bu 4 ilkeyi şu 2 erdemle özetlemekten kendini alamamıştır: 1) Doğruluk, 2) İnsanseverlik.
Madde ile aklı, ya da ruhu, insanda ayrı ayrı bağımsız güçler olarak değil de, birbirini tamamlayan tek bir bileşim olarak benimseyen “monist” (teklikçi) düşünürler, tüm yaratıklar arasında insanı “identité” (tam eşitlik) felsefesine göre yorumlamışlardır, ve bu yorum kısaca şöyledir: “…Madde, ruh ya da akıl, bedensel ya da akılsal belirtiler, düşünce ya da nesne, düşünüş ya da var oluş gibi kavram ve görüntüler, birbirlerinden ayrı şeyler olmalarına rağmen, bir bütün halinde oluşan dünyanın iki ayrı belirtisi olmanın niteliğini taşırlar…” (Benedict Spinoza, 1632-1677; Friedrich Wilhelm Schelling, 1775-1854; Georg Wilhelm Friedrich Hegel, 1770-1831).
Dünyayı, tek bir bütün olarak tanıyan “monist” filozoflar, yukarıda açıklanan görüşlerini deney yoluyla da kanıtlamak için, aklın ve ruhun, madde ile sürekli ve salt bir bütün halinde oluştuğunu ileri sürerek, insanda beyin mekanizmasının oluşum ve gelişimini örnek olarak göstermişlerdir; ve akılsal ya da ruhsal belirtilerin, maddesel unsurun görevi olarak meydana geldiği tezine bağlanmışlardır ki, bu da bilim dünyasını, inkârı olanaksız bir gerçekle karşılaştırmaktadır; şöyle ki: insanoğlunun akılsal ve ruhsal gelişimi, ancak nesnesel bir varlık olan beyin kabuğunun zamanla büyüyüp gelişmiş olmasıyla, yani maddenin, insanda düşünsel gelişimi oluşturma yolunda değişikliğe (modification) uğramasıyla mümkün olabilmiştir. Onun için bu eylem, maddenin görevsel yönü olarak nitelenmiştir.
Deney yoluyla elde edilen böylesine bir sonuç açıkça ortaya koymaktadır ki, doğa ile akıl ve ruh, birbirinden ayrı şeyler olmayıp, birbirini ancak tamamlayan bir bütündür; ve bu nedenle de bunların hepsini “doğa” ya da “tüm-doğa” olarak nitelemenin yerinde olacağı kanısı ağır basmaktadır. “Monist” filozofların tek varlık olarak niteledikleri bu madde-enerji bileşimi, aynı zamanda yöntemsel çeşitliliği kapsayan tüm-doğa-bir-bütün’dür de; yani sonsuzla ilgili her konuda, bilimsel gerçekten beslenen aynı yöntem geçerlidir. Bu gerçek, arayıp, tanıyıp, ilgilenmesini, öğrenmesini, öğretmesini, sevmesini ve daha nice nice özellikleri elde etmesini başaran insanoğlunun, evrene ortak olması ve dokusal yapısı açısından madde-enerji bileşiminden oluşan kendine özgü bir sistem olduğunu da açıkça ortaya koymuştur.
Bu böyle olduğu içindir ki, tüm-doğa, insanı ancak böylesine bir bileşimde (madde-enerji bileşimi) kendini bilmenin, kendini tanımanın bilincine ulaştırmıştır; yani insan, evrenin (kosmos) madde-enerji bileşimli bir yaratığı olarak kültür dünyasına mal olmuştur; ve insanlığın ortak eseri olan böylesine bir pota içinde, sonu olmayan bir gelişme ve yücelme yeteneğini elde etmiştir. O halde “kültür” nedir? Ve nasıl elde edilmiştir? Şurasını kesinlikle unutmamak gerekir ki, insanın sırf kendi istek ve ilgisiyle oluşturduğuna yukarıda da değinilen doğa dışı yeteneklerine sürekli gelişimi sağlayacak tek kaynak, eğitim-öğretim ve dolayısıyla kültür’dür; ve insandan insana yansıyan sürekli düşünsel akışıma devamlı gelişimi sağlayacak tek etken de sadece kültürdür.
İnsanlar arasındaki kültürel alışverişe ışık tutan büyük düşünürler, insanın ve toplumun kanıda ve yargıda ileri aşamalara ulaşma çabasına yardımcı olan temel faktörün kültür olması gerekeceği konusunda birleşmişlerdir; aklın ve ruhun sürekli gelişimi için, kültürün yüceltici gücünden yararlanılması prensibinde görüş birliğine varmışlardır.
Bugün değişik yorumlarla tanımlanan “kültür”ün, her şeyden önce insanoğlunun, düşünce ve eylemde üstün düzeye ulaşmasını sağlayan özgür bir eğitim-öğretim mekanizmasının işler halde olmasıyla elde edileceği şüphe götürmez bir gerçektir. Yani kültür, insanın yetişme, gelişme ve erişme çabasında, verimli sonuçlar elde etmesine akıl yoluyla olanak sağlayan bir “düşünüş sistemi” olarak nitelenmektedir, ve bu sistemin, insandan insana yansıyan kültür akışımlarındaki önemi büyüktür. Onun için, insanoğlunun düşünüşte elde ettiği üstünlüğü, ancak kültürün yardımıyla sürekli bir gelişim aşamasında tutabilmesi mümkündür.
Ünlü psikolog Wilhelm Wundt’a (1832-1920) göre, kültürün yüceltici gücünü şöyle bir yorumla açıklayabilmek mümkündür: “…Kültürde erişmişlik, insanoğlunun, her şeyini olduğu gibi, kanı ve yargı güçlerini de gereğince işleyip geliştirme yolunda, önce kendini bilmesi, kendine egemen olması, doğayı tanıması ve daha ileri aşamada, doğayı insanlığa yararlı olma yolunda etkilemesiyle mümkündür…”. Görülüyor ki, insanın insana, dolayısıyla topluma yararlı olabilmesi için, yargıda, eylemde ve uygulamada sağlam bir düzeye ulaşma yolunda çaba harcaması ve sadece bilimden (kültürden) güç alan bir ideale sahip olması gerekmektedir. Böyle bir ideali gerçekleştirmede başarı ise, ancak ve ancak uygarlığın gelişiminde binlerce yıllık emeğin verimi olan “kültürel birikim”i daha da yoğunlaştırmak, gelişim zincirine yeni ve taze halkalar katmakla mümkündür.
Bakınız, “monizm” felsefesinin ünlü düşünürü Friedrich Jodl (1849-1914), insanın insanı yüceltme çabasında temel etken olan kültür için ne diyor; kısaca gözden geçirelim:
“…Biz, insanları, bu güçlü eyleme (kültüre) saygı besleme yolunda eğitmeliyiz; işte böylesine bir davranıştır ki, insan kuşaklarını… duygulu bir toplum düzeyine, ilkel bir düşünüş gücünden sınırsız bir düşünüş yeteneğine… ulaştırmıştır. Binlerce yıllık birikim zenginliği yalnız kültürle elde edilmiştir ve gene kültürle dünyamıza mal edilecektir. Biz ki o kültürün içinde yaşayıp kaynaşıyoruz, onun dışında kalınca … bir hiç oluveriyoruz… Unutmayalım ki, sadece sübjektif akılda varlığını sürdürebilen, tarihin eseri önünde objektif düşünüşle oluşup kuşaktan kuşağa aktarılan bu bilgiler bile, en büyük bir küçükten başka bir şey değildir; çünkü bu küçük büyüğün, insanlığın öteden beri elde edebildiklerine bir yenisini katabilmesi, … görünmeyen binlerce el onu yükseltmeseydi, geçmişteki binlerce kafa onu daha da verimli kılmasaydı, nasıl mümkün olurdu?... Çünkü tek tek başarılan binlerce, ama binlerce işle, büyük bütün sağlanabilmiştir. Kişinin kendine düşenin en doğrusunu yapması ve düzenli bir toplumun muhtaç olduğu şeyleri elde edebilme yolunda yeterince çaba harcaması, değerli, hattâ vazgeçilmez bir davranıştır. İşte yeni bir din gibi nitelenebilecek olan böylesine bir davranışın, yani bu yoldan elde edilen bilginin ve kültürün, daha doğrusu İnsanlık-Dini’nin içerdiği sırlar bunlardır…”.
Friedrich Jodl’un yukarıda geçen yorumu da gösteriyor ki, insanın insana kültür, yani akıl yoluyla verdiklerinin, toplumsal yaşamı verimli yolda etkilemesi, özgürlük, sorumluluk ve disiplinle mümkündür; ve bütün bu yapıcı faktörlerin, sağlam bir uyum prosedürü içinde gerçek değerini elde etmesi, gelişim yasasının gereğidir. Gelişim yasasının egemen olmasında, özgürlük kadar disiplinin de yardımı büyüktür. Bu nedenle, ünlü filozof Hermann Keyserling’in (1880-1946), “…Özgür olan ruhlar, disiplinli ruhlardır!...” sözünün daima göz önünde olmasının büyük yararı vardır. Uyum diye nitelenen evrensel bütün, insanoğlunun doğayla bütünleşmesidir; ve böylesine bir oluşum ise doğa ve kültür gibi iki karşıt gücün tek bileşime dönüşmesiyle meydana gelmiştir; insan zekâsı böylelikle doğayı tanıma, hattâ etkileme yeteneğini elde etmiştir. Unutmayalım ki, insanlığın bu tür bir yeteneği elde etmesinde, doğa olaylarını Tanrısal amaca bağlama eğilimiyle yapılan araştırmaların (teolojinin) büyük rolü olmuştur; ama bu yoldan da olsa, insan insana binyıllar boyunca çok şey vermiştir ve vermeye devam edecektir. Çağdaş kültüre giden yol, her şeye rağmen gene bu yoldur.
Cevad Memduh ALTAR
(Ankara, 1976)