
Ankara Radyosu
7 Haziran 1966’da
banda alındı.
Ölümünün 200üncü dönüm yılında
(28 Temmuz 1950)
Sayın dinleyenlerim,
İnsanoğlunun yoktan var ettiği tek şey sanattır; sanatçı düşünür, tasarlar, sanatına vücut verecek maddeye hükmeder, ona biçim verir, sanat eseri de ortaya çıkar. Ama diyeceksiniz ki, bilimsel buluşlar da öyle değil mi?: bilim adamı da düşünür, tasarlar, sonra eser ortaya çıkar. Evet, bu da doğru, ama müspet ilimde, hattâ sosyal bilimler ve manevi bilimlerde bile, uzun bir geçmişe dayalı düşünü, tasarıyı ya da teknik deneyleri işleyen bilginler, hemen her seferinde, eski uygulamalardan gelen sonuçlar dizisine bağlanarak emeklerinin verimini elde ederler. Sanat ise, sanatçının hayatı boyunca gösterdiği olağanüstü çaba ve gayrete rağmen, ancak düşünüldüğü anda başlar ve bu hayal edişin ne getireceğini sanatçının kendisi de bilmez. Ama gerçek olan başka bir şey daha var ki, o da bütün sanatların müspet ilim taraflarının da olmasıdır. Nitekim sanatların, amaçlarını belirtmek için aldıkları biçim, beden varlıklarını elde etme yolunda yararlandıkları madde, araç, işleniş özelliklerinden gelen metod, sistem, düzen ve kurallar, sanat yaratışlarının bilimsel yönleridir.
O halde sanatın kişiliği, önce mahallî, millî olan ruhtadır ve sanatı uluslararası değerdeki eşit düzeyde tutan temel ise, sanatın millî ve mahallî ruhla işbirliği yapan bilimsel yönüdür. Çünkü uluslararası değerdeki uygulama metod ve sistemine bağlı olan ortaklaşa bilim ve teknik iledir ki sanatın yalnız bir yerde değil, her yerde sayılıp, sevilip anlaşılması, hele müzik sanatının karşılıklı olarak icrası da mümkün olur; bu türlü bir yaşama şartından yoksun olan sanatlar mahallî sınırları aşamazlar: tek kelimeyle, millî-uluslararası değere ulaşamazlar. Onun içindir ki, hele bugünün sanatçısının gerekli bilgi ve kültüre sahip olması, dünyayı tanıması, dünyaca tanınması lazımdır.
İşte biz Türkler de bu sebepten, 85 yıl önce İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ni, 30 yıl önce Ankara Devlet Konservatuvarı’nı kurmuşuz; millî sanatlarımızı da müspet ilmin feyzinden yararlandırma seçeneğini öngörmüşüz; güzel sanatlarımıza uluslararası değerde kişilik verebilmek için büyük hamleler yapılması gerektiğine inanmışız; ondan dolayı Beethoven’i, Bach’ı, Mozart’ı ve Brahms’ı sevmişiz. Böyle olmasaydı, Atatürk inkılaplarından bu yana, yüksek öğrenimlerini konservatuvarlarımızda ya da Batı ülkelerinde bitiren, sanatın uluslararası ortaklaşa bilimini ve tekniğini öğrenip bilgi ve kültürleriyle millî sanatımızı değerlendiren kompozitör ve virtüozlarımız olur muydu?
Sizlere sayıp döktüğüm bu gerçekler, bu şaşmaz zorunluluklardır ki bizleri de “Sanatın en millî olanı, en uluslararası değerde olanıdır!” prensibine bağlamış ve onun için bizler, dünyanın kalburüstü sanatçılarını, meselâ sanatı sınır tanımayan Beethoven’i, her millî topluluğa olduğu gibi bize de örnek olması için sevmişiz, saymışız, onu da kendimize hoca yapmışız.
Sayın dinleyenlerim, bugün sizlerle karşılaşmama konu olan sözlerimin içyüzünü eser üzerinde araştırabilmemiz için, üstün bir sanattan bizlere düşen payın neler olabileceğini hep birlikte arayıp bulmaya çalışalım:
Roma tarihinde geçen Coriolanus olayını, büyük İngiliz yazarı Shakespeare gibi, Avusturyalı şair Heinrich Joseph von Collin de (1772-1811) dram şeklinde işlemiştir. Beethoven’in Coriolan Uvertüsü ise, Collin’in bu dramına dayanmaktadır. Gerçek vakaya gelince: Romalı bir soylu olan Gnaus Marcius Coriolanus, Patricii denen aristokratlar sınıfındandır ve Plebs sınıfı diye adlandırılmış olan büyük bir Roma topluluğu ile mücadele halindedir. Patricii’ler Plebs’leri küçümsemektedirler ve egemenliği onlara kaptırmamaya çalışmaktadırlar. Nitekim böylesine bir rekabet içinde Coriolanus, Miladın 491’inci yılında, Plebs’ler tarafından yakalanıp sürgün edilir. Bir süre sonra, gittiği yerde büyük bir topluluğun başına geçen Coriolanus Roma’ya yürür, fakat yaşlı annesi ile kendisini çok seven eşinin yalvarıp yakarması karşısında Roma’yı almaktan vazgeçer ve geri döner, ne çare ki bu sefer de kendi adamları tarafından öldürülür.
Sayın dinleyenlerim, Coriolan Uvertürü’nün Beethoven uvertürleri arasında en üstün yeri aldığı bir gerçektir. Bu eserin yazılışı yalnızca tarihsel bir olaya dayanmakla kalmaz, aynı zamanda Coriolan’ın ruhsal durumunu etkin bir anlatımla dile getirme esprisine de gereği gibi yer verir. Bu uvertür için çok değerli bir yorum yapmış olan, geçen yüzyılın ünlü müzikoloğu ve tanınmış Beethoven’ci Adolf Bernhard Marx, 1902 yılında: “Beethoven, Hayatı, Eserleri” adıyla yayımladığı kitapta aynen şöyle demektedir: “…Collin’in meydana getirdiği Coriolan dramı, edebî değeri bir yana, Beethoven gibi bir sanat büyüğünün yazma gücünü harekete getirmede başarı kazanmış bir yaratma olma bakımından da önemli bir eserdir. Eğer Beethoven, bilindiği gibi, çok sevdiği Shakespeare’in Coriolan ilhamına bağlanarak bu uvertürü yazmış olsaydı, müzik sanatının gelişimine hizmet yolunda gerekli tasarrufta bulunacak, böylece yaratma görevinin amacı, daha da geniş bir alana yayılmış olacaktı. O halde Beethoven, bu uvertürde yalnızca siyasal temanın karşılığı olan Coriolan tipini karakterize etmekle kalmayacak, Romalı bir ananın yüce ruhu ve acı çeken bir eşin temiz sevgisi de ayrıca dile gelecekti. Halbuki Collin’in eseri, yaratma işinin genişlemeyip, daha sade bir sınır içinde kalmasını sağlamıştır. Esere hükmeden temel unsurdan bu uvertürde yalnız iki figür doğmakta, insan ruhunun hiddet ve kaynayışına dayanan bu öz unsur, doğrudan doğruya Coriolan tipinde gereği gibi kendini göstermektedir. Onun içindir ki, gene bu temel unsur, ancak esasa girmekten korkan zayıf bestecilerin başvurdukları uzun lafa, uzun söze hacet bırakmadan, eserin daha başında ansızın karşımıza çıkıvermiştir…”.
(Plak 1: Ludwig von Beethoven, Coriolan Uvertürü, Londra Senfoni Orkestrası, Şef: Bruno Walter)
Sayın dinleyenlerim, müzikte geç-romantizmin büyük bestecisi Richard Wagner’in, 1846 yılında Dresden’de ilk olarak 9. Senfoni’yi idare ederken, dinleyicilere hitap ederek söylediği o büyük sözleri, Coriolan uvertürünün etkisi altında olduğumuz şu anda hatırlamamaya imkân yok. Bakınız Wagner, Coriolan bestecisi Beethoven için ne demiş, hep birlikte dinleyelim: “Vaktiyle bir adam vardı, bu adam bütün düşündüklerini, bütün duyduklarını, seslerin diliyle … anlatmak isterdi; bu dille konuşmak onun için içten gelen bir ihtiyaçtı … Fakat onun biricik mutluluğunun da elinden alınması mukadderdi, sağır oldu ve kendisine ait olan o yüce dili de anlayamaz hale geldi … o artık neleri duyuyorsa yalnız onları anlatmaya devam etti; fakat bu seferki duyuşlar, her zamankinden başka, mucize nevinden duyuşlardı; … artık onun danışabileceği biricik yer, yalnız kendi iç dünyası, ulaşacağı yer ise, duyuların, özlemlerin en derin köşeleriydi, demek ki o ne olağanüstü bir dünyaya göçmüştü. Fakat o, bu âlemde etrafını görebiliyordu, bu âlemde işitiyordu da … ama ne yazık ki bu âlem yalnızlığın âlemiydi; … Onu anlayınız, … dilindeki mucizeyi hayretle dinleyiniz … bu dilin yepyeni zenginliği içinde, şimdiye kadar duyulmadık olgunluğu, asilliği hemen bulacaksınız, çünkü bu adam Beethoven’dir ve sizlere hitap ettiği dil, onun en son senfonisinin sesleridir ki, bu büyük insan, bütün ıstırabını, bütün özlemini, bütün sevincini, bugüne dek eşi görülmemiş bir sanat eseri halinde bu senfonide dile getirmiştir…”.
Sayın dinleyenlerim, buraya kadar olan konuşmam, işitme gücü gibi büyük bir nimetten yoksun kalmış ünlü bir sanat adamının, Beethoven’in, neler yaratabileceğini hep birlikte gözden geçirmemizi hedef tutuyordu. Richard Wagner’in yorumu ise, bu büyük insanın iç ve dış portresini zannedersem sizlere gereği gibi çizmeye yetti. 9. Senfoni için dile getirilirken, yaratıcısının gerçek kişiliğini sunmakta da olağanüstü başarı elde etmiş olan bu yorumun arkasından, 9. Senfoni’yi olduğu gibi dinlemek şüphesiz hepimiz için yararlı olurdu. Ne çare ki bu büyük eseri şu küçücük zamana sığdırmaya imkân yok. Onun için sizlere kısa bir uvertür dinleteceğim; öyle ki, Beethoven’in yaratma gücünü daha büyük eserlere yöneltmeye, yani Coriolan’a, Fidelio operasına, büyük senfonilere ve nihayet 9. Senfoni’ye kadar ulaştırmaya başlangıç olmanın önemini taşıyan başka bir eseri daha sizlere şimdi dinleteceğim: bu da Prometheus uvertürüdür.
Sanatçının çok sevilen ve sık çalınan bu ünlü uvertürü, büyük yaradışlara başlangıç olarak, daha ilkel bir planda kalmış olmasına rağmen, bir bakıma, gittikçe gelişen bir dehanın müjdecisi olmanın önemini taşımaktadır; ve bu eseri dinlerken, yalnız kendi çağını değil, gelecek çağları da etkileyecek bir sanatın doğmak üzere olduğunu sezmemeye imkân yoktur. Beethoven’in, Prometheus adlı uzunca bir balenin uvertürü olarak 1801 yılında yazdığı bu eserin (Op.43), zamanında, bale kısımları fazla uygulanmadığı için, sadece uvertür kısmı basılmış ve bu bölüm, konser programlarında yer almıştır.
O halde Beethoven’in yaratma dehasını müjdelemesi bakımından büyük önemi olan bu geçiş eserini, yani Prometheus uvertürünü dinleyelim ve incelememizi onunla sona e
erdirelim.
(Plak 2: Ludwig von Beethoven, Prometheus uvertürü, Op.43, Viyana Filarmoni Orkestrası, Şef: Felix Weingartner)