
Max Diez – Cevad Memduh Altar
(İstanbul Matbaacılık Okulu, 1965)
Bu tür hatırlamaların, hayvanların yapılarına ve ilerilik vasıflarına göre değişen doğuştan (soyaçekişten) alışkanlıkları yanında, bütün hatırlama alışkanlıkları, deney yoluyla sonradan elde edilen davranışlardır. Bu türlü davranışlar, en ilkel hayvanlarda bile deneyle öğrenme olayına dayanır. Köpeğin, parmaklıklar arasında bulunan gizli çıkış deliğini zamanla öğrenmesi, yem kabını görünce yiyeceğini hatırlaması; atın, köyün yolunu bulması; ileri yapılı hayvanların, kendilerini seven veya döven insanları görür görmez tanıyıp ona göre olumlu ya da olumsuz davranış göstermeleri, bu türlü hatırlamalardandır. Oysa orada herhangi bir olay olmadığı halde, en ilkel hayvanların, hattâ tek hücreli ve büyüteçle görülebilen varlıkların bile, tehlikeli ve zararlı şeyleri uzaktan sezip, önlem alma davranışına sahip oldukları görülmüştür. Örneğin, büyüteçle görülebilen tek hücreli canlı varlıklardan suda üreyen Paramaecium Cadendatum’ların, mikroskop camı üzerinde, kendilerinden çok uzak olan bir noktaya sonradan konan zehirli maddeyi sezerek hemen aksi tarafa kaçıp bir araya toplanmaları, bu küçücük hayvanlardaki yaşama ve var olma davranışının dikkate değer bir örneğini ortaya koymaktadır. Böylesine bir davranış, bütün canlı varlıklar için ileri bir seziş olma önemini taşımaktadır. Hayvanda çeşitli etkiler altında meydana gelen sonuçları (tepki, davranış, seziş, v.s.), hayvan ruhbilim ile uğraşanlar “doğal güdü” olarak adlandırırlar. Bu arada hayvana özgü doğal güdü ya da öğrenme alışkanlıklarının, en ileri basamağı sayılan hatırlama, sadece “korku tepkisi” ya da yem ihtiyacına bağlı bir “çekim” olarak kabul edilmektedir.
Hatırlamanın benzeri gibi görünen “bellek”, hem geçmiş bir olayı anmak, hem de hiçbir etki altında kalmadan bu türlü olayları vakit vakit düşünebilmek gibi bir ruh hareketine bağlıdır. Sırf insana özgü olan bellek, herhangi bir şeyi görerek ya da görmeyerek, herhangi bir düşünceye ya da düşünceler dizisine bağlı olarak ya da olmayarak, insanı belirli bir süre içinde ya da ansızın, geçmiş üzerinde düşündürebilir. İnsan, yaşadığı zaman ve yaşayacağı zamanla ilgili olarak da düşünür, yargılar ve karar verir. Hayvanda daha çok açlık ve korku tepkilerine bağlı olduğu kabul edilen olumlu ve olumsuz davranışlar arasında, bazı hayvanlarda sahiplerine karşı görülen aşırı bağlılık, çözülmesi oldukça güç bir içgüdünün meydana gelmesine yol açmaktadır. Bazı hayvanların, ölen sahiplerini bekleye bekleye yemekten içmekten kesilip öldükleri bir gerçektir. Bu tür olaylar da, acıkma duygusunun yarattığı olumsuz davranış çeşitlerinden biri olan nitelendirilmektedir.
Saf İstek (estetik istek) ya da Sanat İsteği
Güzelliğin anlamı ve sorunları (Güzelliği beğenme; Güzel ile hoş, faydalı, iyi, doğru, amaca uygun ve yücelik yargıları ve güzellik yargısı ile bu yargıların arasındaki ayrılıklar)
Güzelliği doğuran koşullarla güzellik anlamı ve sorunları, güzelliği beğenme, bazı önemli iç olaylara dayanmaktadır. Güzelliği beğenme, bir yargıyla açıklanır ve böyle bir yargıya neden olan madde ya da düşünce, insanda bir hoşnutluk ve istek yaratır. O halde herhangi bir sanat eseri karşısında ansızın meydana gelen hoşnutluk, gene o anda beliren bir istek duygusu ile açıklanır.
Ancak güzellikten gelen yargı ile öteki yargılar arasında çok büyük farklar vardır. Örneğin, bir cismin renginin, biçiminin ya da ağırlığının açıklanması ile o cismin bütününe bağlı özellik (sıfat) değil de sadece o cismin değerlerinden biri açıklanmış olur. Kırmızı renkle yazan bir kalemin böyle bir imkânı sağlaması, kaleme herhangi bir sıfat vermeyip, yalnızca kalemin kırmızı renkte yazabilme değerini açıklar. Meyvelerden karpuzun daha çok yuvarlak biçimde oluşu, karpuzun bütünüyle ilgili bir sıfatı değil de bu meyvenin ancak yuvarlaklık değerini ortaya koyar. Demirin bazı cisimlerden daha ağır oluşu, sırf demire özgü bir sıfatı değil de bu madene esas olan değerlerden yalnız ağırlık değerini açıklar. O halde bütün bu saydığımız değerler, cisimlere bağlı özellikleri (sıfatları) değil de, cisimlere temel olan değerlerden herhangi birini ortaya koyuyor demektir.
Oysa bir şeyin ya da bir düşüncenin beğenilmesinden doğan yargı, renk, biçim ve ağırlık gibi görünen ya da ölçülebilen değerlerin yargısı değildir. Herhangi bir şeyin ansızın meydana getirdiği beğenme duygusu ile bu duygunun aynı anda yarattığı istek, sadece iç yaşayışımıza bağlı bir “değer yargısı” olma niteliğini taşır. Bundan dolayıdır ki bir rengi, bir biçimi ya da herhangi bir ağırlığı açıklayan yargılar, içten gelen bir değerin yargısı olamazlar. Bunlar, örneğin kırmızı bir rengin, yuvarlak, dörtköşe ya da sivri biçimli bir cismin, ya da belirli ölçüdeki bir ağırlığın açıklanmasını sağlayan, görünür değer yargılarıdır. Bu takdirde “renk değeri”, “biçim değeri” ve “ağırlık değeri” diye de adlandırılmaları uygun olan bu türlü değer yargıları karşısında, sırf Estetik Beğenişi ve Estetik İsteği açıklamak için bir anda verilen yargıların (filozof Kant’a göre “a priori” yargı) sadece “değer yargısı” olarak nitelendirilmeleri, bu türlü yargı ile söz konusu öteki yargılar arasındaki ayrılığın içyüzünü açıklamaya yeter.
O halde “estetik değer yargısı”, kırmızı, dörtköşe ya da bir kilogram ağırlık gibi gözle görülebilen şeylere ya da elle tutulabilen cisimlere özgü değerlerden birini açıklayabilen bir yargı olmayıp, herhangi bir estetik beğenişin ansızın doğurduğu hoşnutluk ve istek gibi, sırf iç değerlere dayanan ve insanın iç dünyasına bağlı estetik duyguyu açıklayan bir yargı olma niteliğini taşır. Estetikte, gene buradan gelen başka yargılar da vardır. Örneğin, bir şeyin hoş ya da yararlı, bir düşüncenin iyi, bir şeyin doğru ya da gerçek olarak tanınması yolunda açıklanan yargılar da iç yaşayışa dayanan bir “değer yargısı”dır. Böyle bir yargı da, bir şeyin ya da bir düşünüşün içimizde bir hoşnutluk duygusunu yaratmış olduğunu açıklar. Ancak birbirine yakın gibi görünen bu estetik yargılardan yalnızca “güzel” yargısının, çok tipik ve çok karakteristik olan nitelikleriyle ötekilerden ayırt edilmesi gerekir. Bu yargının kendine özgü özelliğini, önemli araştırmalarla ortaya koyan fikir adamlarının en başında filozof Kant gelir.
“Hoş” yargısı, kesin olarak bir maddenin yarattığı yargıdır, ancak gözle görülen ve elle tutulabilen bir şeyin hoşa gitmesi bakımından açıklanan yargı da estetik bir yargıdır, çünkü bu tür yargıların meydana gelmesine, herhangi bir maddenin yarattığı hoşnutluk duygusu neden olur. Şu farkla ki, güzelliğin yarattığı hoşnutluk yargısına, yalnız bir maddenin değil, bir tasarı ya da bir düşüncenin de neden olabilmesi karşısında, hoşlanma eyleminin yarattığı hoşnutluğa, kesin olarak bir eşyanın, bir maddenin neden olduğu görülür. Bununla beraber hoşnutluk duygusu, çeşidi çok olan bir duygudur. Bundan dolayıdır ki her güzel olan şey hoşa gitmeyeceği gibi, her hoşa giden şey de güzel olmayabilir. Örneğin, sanatta acıklı bir konu (trajedi) güzeldir de hoş değildir; lezzetli bir yemek hoşa giden bir şeydir, ama güzel değildir. Bunun nedenini hoşlanma, memnuniyet duyma yargılarının, hoşa giden şey ile kişisel doğamız, güzel yargısının ise, güzel olan şey ile genel doğamız arasındaki bağ ile ilgili olmasında aramak gerekir. Burada söz konusu olan kişisel doğa (sübjektiflik), insanın yalnız kendini ve sübjektif mizacını ilgilendiren görüş, anlayış ve alışkanlıklardır. İnsanın genel doğası (objektif mizacı) ise, daha çok topluma yönelen ve genel olarak başkaları ile de paylaşılması gereken düşünüş, görüş ve anlayıştır. Onun için estetik duygular arasındaki güzellik duygusu, kesin olarak insanın objektif doğasına bağlı olan, yani başkaları ile de paylaşılması gereken haz ve hoşnutluk duygularıdır. O halde kişisel doğaya dayanan hoşnutluk sübjektif yargıyı, genel doğaya dayanan hoşnutluk ise objektif yargıyı doğurur. Sanat eserleriyle ilgili görüş, anlayış ve tartışmaları, objektif yargı yönünden ele alındıkça, estetik amaca yönelme imkânı sağlanmış olur.
Bütün bu açıklamalar karşısında herhangi bir şeyin (eşyanın, maddenin) hoşumuza gittiğini açıkladığımız takdirde, o şeyin sırf kendi ihtiyacımızı, alışkanlığımızı gereği gibi karşıladığını, yani kişisel doğamıza uyduğunu açıklamış oluruz. Oysa durum başkaları için böyle olmayabilir. Örneğin bazı insanlar yemeği tuzlu yemekten hoşlanırken, bazıları tuzdan hiç hoşlanmazlar. Bugün hoşa giden bir şeyden yarın hiç hoşlanmayabiliriz. Çok hoşlandığımız şekerli maddeleri, vücudumuz için zararlıysa yemeyiz ve belki de günün birinde bunlardan hiç hoşlanmayabiliriz. Buna karşılık, “güzel” diye nitelendirilen bir şey, kişisel ihtiyaç ve alışkanlıkla hiçbir ilgisi olmayan, herkes için güzel olan, herkesin objektif mizacına yönelen ve büyük bir çoğunlukla herkes tarafından beğenilmesi gereken şeylerdir. Onun içindir ki insanın kişisel alışkanlığına bağlı olan gelip geçici zevkleri “hoş” olarak nitelendirirken, güzelliği kabul edilen bir şeyin, elle tutulan ve gözle görülen bir maddesi olması, ya da böyle bir şeyin düşünce yoluyla tasarlanması gerekir. O halde “güzel” ile “hoş” arasındaki ayrılık, güzelliğin genel olarak hoşa giden, hoşnutluk yaratan bir maddeye ya da böyle bir şeyin tasarlanmasına bağlı olmasıdır ve böylelikle elde edilen “güzellik” anlamı ise, herhangi bir şeyin güzelliği ya da meydana gelişiyle ilgili bir değerin belirtilmesine yol açmaktadır.
“Yararlı” yargısının verilmesini gerektiren şey ise, insanın yaşama amacıyla ilgili olan ve varlığını kolaylaştıran bir iş, bir durum, bir olay ya da bir madde olma önemini taşır. Bu itibarla bir şeyin güzel olduğunu açıklayan yargının, hele insanın hayatını ve varlığını devam ettiren yararlı oluş ile hiçbir ilgisi yoktur. Hattâ “yararlı” ile “güzel” arasında çok kere zıt bir durum göze çarpar. Güzel bir manzarayı ikiye bölen demiryolu yararlıdır. Bu durumda, doğayı ikiye bölen söz konusu tren hattı, güzel ile yararlı arasındaki karşıtlığa dikkate değer bir örnek olarak gösterilebilir. Ancak güzel olan bir şeyin özelliği, kişisel irade ve ilgi dışı bir haz ve hoşnutluk vermesindendir. Ondan dolayı güzellik, ilgi ve iradenin etkisi olmadan meydana gelen bir hoşnutluğun açıklanması olarak da nitelendirilebilir. Bu duruma göre, estetik anlayışı gelişmiş bir kimsenin güzellik karşısında duyduğu hoşnutluk ve bu alanda verdiği yargı, herhangi bir ilgi ve iradeye dayanmadan ansızın meydana gelen bir yargıdır ve bu yargı, böylesine bir esasa dayandığı için de kişisel olmayıp, genel ve toplumsal (objektif) bir yargı olmanın önemini taşır. O halde güzellik yargısının daha çok toplum ölçüsünde ve toplumu ilgilendiren bir yargı olması gerekeceği anlaşılır.
Öte yandan, filozof Kant’ın, böyle bir görüşe dayanarak, güzellik yargısını “ilgidışı yargı” diye nitelendirmesi, güzellik duygusunun tamamen insan ilgisi dışında bir duygu olarak kabul edilmesini gerektirmez çünkü ilgi olmayınca, güzel olan şeyin insanda istek yaratmasına imkân olmaz. Ancak şunu da kesin olarak bilmelidir ki, sanata, yani güzele yönelen ilginin, insanın doğal ihtiyaçlarıyla herhangi bir bağı olmadığı gibi, bu tür bir ilgi, insanlığın dayandığı temel şartlar arasında “iyi” ve “doğru” kadar da yer almaz. İşin gerçek tarafı şudur ki, güzellik ilgisi, doğrudan doğruya insan yararına bağlı olmamanın yarattığı düşünce asilliği içinde, sırf süse yönelişten doğan bir ilgidir; ve hayat gerçeğiyle hiçbir bağı olmayan bu tür bir ilgi ise, aksine olarak bir oyun ya da özgür bir haz ve hoşnutluk olma vasfını taşır.
“İyi” ve “doğru” yargıları da, “güzel”de olduğu gibi, genel ve ilgidışı bir hoşnutluğun doğmasını gerektiren özelliğe sahiptirler, çünkü “iyi” ya da “doğru” olan bir şey, toplum yararı bakımından olduğu gibi, genel olarak da iyi ve doğru olan bir şeydir. Soyut anlamda kişisel bir iyiliğin ya da bir doğruluğun var olmaması gerekir. Çok kere iyi olarak kabul edilen bir şey, yalnız bir kişinin mutluluğunu ve yararını karşılayan bir şey değildir. “Doğru” (gerçek) ise, hiç şüphe yok ki, en azından geçici bir süre zararlı ve çok kere hoşa gitmeyen bir şeydir. Örneğin bulaşıcı bir hastalık yüzünden okulların belirli bir süre için kapatılması, insan sağlığına dayanan bir gerçeğin gereğidir ki, bu gerçek, öğrencileri derslerinden alıkoyma bakımından geçici olarak zararlı bir durum yaratır. Bir kimsenin kendine ve çevresine zarar veren bir huyundan dolayı eleştirilmesi, çok kere ilgili kişide hoşnutsuzluk yaratır. Onun için Latinler, “Yalan dost, gerçek düşman kazandırır” demişlerdir. Kaldı ki, bir kimsenin herhangi bir kararı, ahlâk yönünden en iyi bir karar, ya da söylediği sözün en doğru söz olduğunu kabul ettirebilmesi için, kendisini dinleyenlerin, ileri sürülen görüşleri aynen kabul edebilecek karar ve düzeyde olmaları şarttır. Görülüyor ki, güzelliğin şartları da aynıdır ve güzelliği duyurma yolunda açıklanan yargının gereği gibi kabul edilebilmesi için, “iyi”de ve “gerçek”te olduğu gibi ortada söz konusu yargıyı anlayabilecek düzeydeki insanların bulunması gerekir. Bununla beraber, “güzel”, “iyi” ve “doğru” arasındaki bu yakınlık bazen de birtakım yanlış değerlendirmelerin meydana gelmesine yol açmaktadır. Örneğin iyi bir ruh, güzel bir ruh olarak nitelendirilmekte, estetik değerinin açıklanması istenen bir şey ise “gerçeklik” niteliğiyle yargılanmaktadır. Oysa gözle algılanabilen bir görünüşü olmayan ruhun ve gözle görülmeyen bir iyiliğin, “iyi” ile, gözle görülen bir tablonun ise, görünen ve elle tutulan ve tasarlanabilen şeylerin yargısı olan “güzel” ile nitelendirilmeleri gerekir. İyi ruhlu (iyi kalpli) bir insan ve güzel bir tablo gibi.
Gerçek güzellik, “iyi” ve “doğru” ile yalnızca ilgili olmayıp, aynı zamanda kendine özgü etkileri elde etme yolunda insanı duygu bakımından egoizme düşmekten kurtaran bu iki kaynaktan yararlanmaktadır da. Bununla beraber güzelin, kendine göre bir ülkü (ideal) olarak, “iyi” ile “doğru”dan ayırt edilmesi gerekmektedir.
“İyi”ye gelince: Ahlâk bakımından “iyi”, sırf insanın içyüzünü anlatan ve insanın yalnız iç yaşayışını açıklayan bir yargıdır; çünkü bir insanın ahlâk durumu bazen o insanın kendinden başka hiç kimse tarafından bilinemez. Buna karşılık “güzel”, daima bir şeyin görünüşünden, anlatılışından ya da tasarlanışından doğan bir yargıdır. Ancak bir şeyin dıştan görünüşü ile içten görünüşünün, sanıldığı gibi her zaman birbiriyle ilgili olmadığı da bir gerçektir. Tanınmış bir politikacının, “Diller, düşünceleri gizlemeye yarar!” demesi gibi, bazen de güzel sayılan bir şey, gerçekten güzel olmayabilir; kötü bir şey de güzel olabilir. Bu durumda güzel olması gereken herhangi bir sanat eserinin sıkıcılığı ve beceriksizce meydana getirilmiş olması nasıl ki güzel bir etki yaratmazsa, güzel sanatlardan birine temel olan zayıf bir konunun estetik yönden yücelticiliği ya da mizaha kaçışı da, her şeye rağmen güzel bir etki yaratabilmesi bakımından mümkündür.
Bu her iki sonuç da, sanattan birer örnek olarak açıklanabilir. Örneğin bir şiirin, bir hikâyenin, bir romanın sıkıcılığı ve hiçbir edebî değere dayanmadan beceriksizce yazılmış olması, aslında güzel bir etki yaratmasını gerektiren böyle bir eserin aksine olarak, kötü etki yaratmasını gerektirir. Gerçek hayatta işlenen ağır bir suçun çok kötü bir sonuç yaratmasına karşılık, tiyatro ve opera konularında yer alan benzeri olaylar, sanatın yardımıyla idealize edildikleri için “güzel” olarak nitelendirilirler. Hattâ gerçek hayatta ahlâk bakımından kötü diye bilinen bir şey, yalnızca sanatta estetik yönden yer alabilir ve böylelikle daha az zararlı olma niteliğini kazanabilir. Sanat eserlerinde katilin hırsıza karşı daha az zararlı bir tip olarak yer alması, estetiğin bu anlayışına açık bir örnek olarak gösterilebilir.
Gerçekten de şair Schiller, estetiğe ait yazılarında bu konuya değinerek, tiyatro eserinde yer alan kötü ruhlu insanlar için şöyle demiştir: “Kötü bir insan, kötü niyetlerini uygulama yolunda hayatı ve mutluluğu bozmaya başladığı anda, bizde ilgi uyandırır; erdem sahibi ve talihli bir kimse ise, o kötü insanı ahlâka davet etmeye başladığı anda, gene aynı yoldan dikkat ve ilgimizi kaybeder.” Görülüyor ki, yalnız sanat güzelliği karşısında, gerçek hayattaki ahlâka bağlılık duygularımıza rağmen, suçlu ile ilgileniriz ve böyle bir ilgi karşısında elde edilen “güzel” yargısı ise, toplum yararına yönelen genel bir ahlâk anlayışına dayanmayıp, tamamen özgür ve kişisel bir “estetik ilgi” olmanın önemini taşır; çünkü herhangi bir tiyatro eserinde suçlunun ya da kötü kişinin, merakla, hattâ acı duyarak peşinin bırakılmaması, aynı zamanda artistin sanat gücünden gelen estetik heyecana da bağlıdır. Bu yüzden de başka bir artistle, aynı olay üzerinde aynı heyecanın duyulmaması da mümkündür. Normal hayatta karşılaşılan benzeri kötülüklerle, hafifletici sebeplere dayansın dayanmasın, sahne sanatının yarattığı sanat heyecanıyla değil de daha çok toplum yararına yönelen gerçek ahlâk açısından ilgilenilmektedir. Bu iki türlü ilgilenişten birincisi, yani sanata bağlı olanı, insanı hazza ve hoşnutluğa, ikincisi, yani gerçek hayata bağlı olanı ise, insanı daha çok ahlâka ve ahlâk kaygısına yöneltir. Görülüyor ki, güzellik heyecanına dayanan yargı ile gerçek ahlâk anlayışı arasında beliren bu karşıt durum, sırf kişiselliğe, yani akıl ve idrake dayanan genel düzenden -geçici olarak- sıyrılan bir kişiselliğe dayanmaktadır. Öte yandan mizah sanatına hâkim olan komik yapıdaki anlamsız ve delidolu görüşlere dayanan neşe ve memnuniyet de aynı kaynaktan beslenmektedir.
“Güzel” ile “doğru” arasındaki bağ da, yukarıda açıklanan sonuca eşittir. Gerçeği, var olan bir şeyin karşılığı olarak kabul ettiğimiz takdirde, yalnız sanatta gerçeğin hiç de var olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Sanatın bu dikkate değer durumu, güzelliğin de gerçekten var olmayıp, yalnızca varmış gibi benimsenmesi gerektiğini bize öğretir; hattâ bununla da kalmayıp, daha iyi bir görüşle, güzelliğin sadece gerçekten maddesi olmayan bir varlığa bağlı olduğunu belirtir. Onun içindir ki bizler yalnız sanatta, gerçek ahlâk kanunlarıyla ilgili bütün yargıların yardımından kolayca vazgeçebiliriz. Bu arada sanata konu olup da bize yalnızca varmış gibi görünen şeylerden bazılarının, hayatta mutlaka gerçek bir varlığa sahip olmaları da gerekmez. Örneğin daha çok resim ve heykel sanatlarına konu olan mitolojik tipler (tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar, devler, denizkızları, kentorlar v.s.), bu gerçeğe en doğru örnek olarak gösterilebilirler. Hattâ hayattan örnek alarak işlenen roman, hikâye, dram, trajedi ve saire türünden edebî metinlerdeki hayalî tipler ve sırf hayale dayanan olaylar da böyledir. Sanatçının eserinde belirttiği olay ve bu olayı yaratan kişiler gerçekten yaşamamışlarsa ve bu konu da gerçek bir olay değilse, bunların tümü, sadece hayaldir ve bu durum eserin sanat değerine en ufak bir zarar getirmez.
Reşat Nuri Güntekin’in (1892-1956) “Çalıkuşu” romanındaki ya da Schiller’in “Messinalı Gelin” adlı eserindeki genç kızın, her iki eserin yazarları tarafından hayalden bulunmuş roman ve dram tipleri olduklarının bilinmesi, her iki genç kızın hayalî olarak yaşanan varlığına ve güzelliğine en ufak bir aksaklık getirmez. Bu böyle olduğu gibi, bazı tarihsel kişilerin yazarlarca sadece romanlarda birbirleriyle karşılaştırılıp konuşturulmaları da, söz konusu kişilerin gerçek hayatlarında bir kere bile karşılaşmamış olmalarına rağmen, eserin ve hattâ eserdeki kahramanın hayalimizde canlanan güzelliğine zarar getirmez. İnsanlar, gerçek hayatta, şiir ya da şarkı ile konuşmadıkları halde, opera ya da manzum dram sanatları, estetik bakımından tamamen mümkündür. Onun içindir ki, gerçeği, bir bakıma yalnız bize göre var olan bir şeymiş gibi kabul edince, masalın doğuşuna sırf kişisel bir gerçeğin neden olduğu, yani insanın temsil ya da tasvir edilen şeyleri sanki gerçekten varmış gibi kabul etmesi şartının masalı meydana getirdiği kendiliğinden anlaşılır. Böyle bir sonucun elde edilebilmesi için de, bu tür bir eserin meydana gelmesine neden olan esas elemanlardan birinin ortaya çıkması gerekir. (Masal yoluyla, dünyaya gerekli olan ahlâk düzeninin sağlanması, ya da resim sanatında, gölge-ışık uyumu ile elde edilen bir görünürlüğün gerçeği gibi.)
Bu da gösteriyor ki, güzel olan şey, önce kişisel hoşnutluk yaratan bir şeydir. Ve böyle bir hoşnutluk ise, herhangi bir şeyin gerçekten var oluşuna değil de sadece tasarlanışına bağlıdır, çünkü güzeli tasarlama ve düşünme gücümüzü harekete geçiren şey, gerçekten bir varlığa ya da böyle bir varlığın genel olarak sahip olabileceği bir ahlâk değerine dayanmama prensibidir. Burada en önemli olan taraf, sanat eseri karşısındaki tasarlama gücümüzün harekete geçmesini kendiliğinden sağlayan bir etkinin varlığıdır. Ondan dolayıdır ki, Grek tanrılarından herhangi birinin gerçekten var olmaması ve böyle bir tanrıya yöneltilen iyilik vasfının ise sırf mitolojik bir değer taşıması, söz konusu tanrının resim ya da heykelinin sanat değerini açıklama yolunda verilen yargıyı hiçbir zaman zedelemez.
Bu estetik sonuçları, örnek vermek suretiyle de açıklamak mümkündür. Örneğin gerçek hayatta, yargıçlık mevkiine yükselmiş olan akıllı bir kimsenin rüşvet almasıyla meydana gelen ahlâk çöküntüsünün içyüzünü iyice duyabilmek için, aşağıdaki hususların göz önüne alınması gerekmektedir: 1) Böyle bir suçu işleyenin hayatta gerçekten var olan bir insan olup olmadığının, rüşvet almanın da gerçekten işlenmiş bir suç olup olmadığının kesin olarak bilinmesine dayanan bir düşünce; 2) Böyle bir suçun ahlâka aykırı olduğuna, bizzat tasarladığımız ve kendi kişiselliğimiz için de yasa tanıdığımız bir moral anlayışla bağlanıma. Bu şartlar ortada oldukça, artık ne meydana gelen olayı küçümsememiz, ne ilgilinin bu suçu işlemedeki ruh halini araştırmamız, ne de ilgiliye bir sempati duymamız mümkündür.
Durumun bilimsel bakımdan, yani doğruluğu açısından incelenmesinde bizi ilgilendiren hususlar ise şunlardır: Olayın meydana geldiği süredeki gerçek deliller ile bunların dayandığı kişisel nedenler; delillerin, sanıktan yana olan ve olmayan tarafları ile zaman bakımından bize yakınlık ve uzaklıkları v.s. Delillerin inanılır nedenlere dayanıp dayanmadıklarını anlamak için, bütün bunların göz önüne alınması gerekmektedir. Sonra işi genel bir psikoloji kanunu yönünden de incelememiz gerekir ki bu kanuna göre, ruhsal hayatın çeşitli görünüşleri ile zekâ ve karakter, birbirine orantılı olarak bağlı olmayan şeylerdir. Nihayet işin gereği gibi açıklanabilmesi için, zamanın örf ve âdetleri ile zorlayıcı unsur ve sebepleri de bilmemiz gerekir. Bütün bunları incelemekle, bilimsel ilgi tatmin edilmiş olur.
Rüşvet alan yargıç, bir dramın kahramanı olduğu takdirde iş değişir. Bu durum karşısında yargıcın iç dünyasının bize olduğu gibi açıklanması gerekir. Ancak böyle olduğunda bizler yargıcın iç yaşayışını hayalimizde canlandırarak olayı onunla birlikte duyar ve onun trajik kaderine acırız. O halde insan için böyle bir kaderin de mümkün olabileceğini düşünmekle yetineceğimiz yerde, bu gerçeği kendi içimizde de bizzat yaşarız. Görülüyor ki, sanatta ilgi, büsbütün başka bir yöne çevrilmiştir. Burada ilgi, olayın doğruluğuna ya da yanlışlığına değil de sadece bizzat kendi içimizde de yaşanıp gerçekleşmesine, olayın kötülüğüne değil de sadece içimizdeki yaşanışına ve sahnedeki temsiline, nihayet ilgiliyi kötü bir insan olarak bize yaklaştıracak, onu bize sempatik gösterecek olayların bulunup bulunmamasına yönelmektedir. Onun için olayın gerçekten olmuş ya da olmamış olmasının bizce hiçbir önemi yoktur. Kaldı ki, sanatta eserin, doğruymuş gibi benimsenmesi de ancak olayın içimizde hayalen yaşanmasıyla mümkündür.
“Güzel”, iyi ve doğrudan daha çok, “amaca uygun” ve “mükemmel” ile yakından ilgilidir, çünkü bu her iki anlam da, yalnız genel ve ilgidışı bir hoşnutluğu açıkladıkları için, güzellik anlamına yaklaşmakla kalmazlar, aynı zamanda söz konusu hoşnutluğun, tasarlama gücümüzü kesin olarak maddesi var olan bir şeyin görünüp kavranmasına yöneltmesi bakımından da “güzel” anlamına yaklaşırlar. O halde “iyi” ve “gerçek” yargılarının verilmesinde, gözle görülür maddeye bağlı olmayan bir tasarlayışın gerekmesine karşılık, “amaca uygun” ve “mükemmel” yargılarının, tıpkı “güzel” için de olduğu gibi, görünen ya da görünmeyip yalnızca tasarlanan bir maddeye dayanması gerekir.
Amaca uygunluğun yarattığı hoşnutluk, mantık bakımından en mükemmel bir uygunluğun elde edilmesi nedenine dayanmaktadır. Şöyle ki, bir bütüne bağlı olan çeşitli parçaların gerek ayrı ayrı varlıkları, gerek her birinin ayrıca sahip olduğu biçim bakımından -bütün organik kuruluşlarda gördüğümüz gibi- nitelendirilebilmeleri, bunların tümünün meydana getirdiği asıl bütünle ilgi ve uyarlıkları yönünden mümkündür. Bu sonuca örnek olarak, insan ve insanın anatomisini ele alabiliriz. İnsan vücudu ile onun el, kol, kafa ve ayak türünden çeşitli organları, insana özgü düşünme ve hareket etme özellikleri bakımından, amaca olağanüstü bir uygunlukta yaratılmışlardır. Örneğin bir kimsenin elinin, kolunun ya da herhangi bir organının tek başına var olmasının, ya da şu veya bu biçimde yaratılmış bulunmasının amaca uygun olup olmaması, bu organların ancak bağlı oldukları bedenin bütününe olan ilgi ve uyarlıkları bakımından ölçülebilir. Yani bu organlardan herhangi biri, bağlı olduğu bedenin bir bütün olarak amaca uyması halinde, tek başına da amaca uygun sayılabilir. Yoksa amaca gereği gibi elverişli olmayan bütüne bağlı bir organın yalnız başına var oluşu, ya da şu veya bu ölçü ve biçimde yaratılmış bulunması, asıl bütünün yöneldiği amacın aksaması karşısında hiçbir değer taşımaz.
Öte yandan, amaca uygunluğun her zaman kesin olarak görünür bir gerçeğe dayanması, yani gözle görülebilen bir varlığı ya da bir sonucu olması da gerekmez. Bu böyle olunca, herhangi bir bütünlük kavramının gerçek bir bütün olarak düşünülmesi ve böylesine bir özelliğin tasarıya temel olarak kabul edilmesiyle elde edilecek hayal gücü de, amaca uyma hoşnutluğu yaratabilir. Örneğin güneş ile gezegenler arasındaki çekimin, aynı aileye bağlı dünyaların boşlukta durabilme dengesini sağlama bakımından olan amaca uygunluğu, sadece düşünebilme gücüne bağlı bir çekim bütünlüğünün kavranmasını, çekim ve denge bütünlüğü yoluyla da, amaca uygunluk hoşnutluğuna ulaşılmasını gerektirir.
Esasen estetik yönden “mükemmellik”, düşünce ile gerçek arasında hiçbir ayrılığın bulunmamasıdır. Bu da gerçek ile tasarı arasında elde edilen uygunluktur ki, insanda araştırma yolunda istek yaratan da budur. Başlangıcı sırf düşünceye dayanan bir görüşün zamanla gerçekleşmesi, bu sonuca en güçlü örnek olarak gösterilebilir. Bilim ve sanat dallarındaki buluşlar, önceleri hep düşünce yoluyla tasarıya dayanan görüşlerdir ki, günün birinde görünen ya da görünmeyen birer gerçek haline gelirler ve insanı sürekli olarak düşünme ve yaratma isteğine yöneltirler.
O halde “amaca uygunluk” da “güzel” ile arasındaki yakın akrabalık bağından doğan “amaca uygun” yargısı ile açıklanır. Buna göre, doğa unsurlarından herhangi bir varlık, yani çeşitli organların birleşmesiyle meydana gelen bir doğa unsuru, estetik bakımdan en yüksek değere ulaşmış olan organik bir varlıktır. İnsan anatomisi, insan yapısının amaca uygunluk bakımından yarattığı organik bir güzelliğe dayanmaktadır. Öte yandan, insanların herhangi bir amaca yönelen bütün işlerine güzelliğin de katılmış olması, gene aynı görüşe dayanan bir gerçektir. Tanınmış bir İngiliz şairi ve ressamı olan William Morris’in (1834-1896), “Güzel, insanın kendi işinden doğan sevincin ifadesidir” demesi, bu anlayışa örnek olarak gösterilebilir. Sanat eseri ile elişlerinin kendi yaratıcısında meydana getirdiği hoşnutluk da bu görüşü açıklar. Hattâ son zamanlarda güzelin sırf amaca uygunluktan başka bir şey olmadığının ileri sürülmesi de aynı nedene dayanmaktadır. Ev eşyalarının (mobilya, mefruşat, döşeme, kap kacak v.s.) günün birinde Rönesansı idrak etmiş olmaları, bu konuya örnek olarak gösterilmektedir, çünkü evlerimizde kullandığımız eşyalar bir yandan amaca uygundur, öte yanda sanat zevkiyle yapılmışlarsa, güzel oldukları için ayrıca memnunluk da yaratırlar.
Bununla beraber, “amaca uygun” ile “güzel” anlamları arasındaki ilgi derecesini araştırmadan önce, göz önüne alınması gereken başka bir gerek daha vardır ki o da, doğadaki “güzel” ve “amaca uygun” ile insan tarafından yaratılan eserlerdeki “güzel” ve “amaca uygun” arasında hiçbir ilginin bulunmamasıdır. Filin en güzel hayvanlar arasında değil de, amaca en uygun biçimde yaratılmış hayvanlar arasında yer alması; az kömürle çok iş gören bir makinenin sırf bu özelliğinden dolayı daha güzel bir makine olarak nitelendirilmemesi türünden gerçekler, bu görüşün en dikkate değer örnekleri olma niteliğini taşırlar. Oysa insan, amaca uygun olmadan meydana getirdiği iş ile büyük bir estetik haz yaratabilir.
“Amaca uygun” olan bir şeyin güzel de sayılabilmesi, doğrudan doğruya kişisel görüşe, ya da amaca uygunluğun, sırf güzellik yaratmak için meydana getirilmiş olmasına bağlıdır. Örneğin yavrularını karnındaki torbada taşıyan kangurunun durumu, şüphesiz amaca en uygun bir durumdur. Bu hayvanın organik yapısındaki acayipliğe, hattâ oransızlığa rağmen, amaca tamamen uygun olan yaradılışını “güzel” olarak nitelendirecek kişisel bir görüş de pekâlâ bulunabilir.
Grek mitolojisinde, tanrı Apollo tarafından yakalanmak üzere kovalanırken, ansızın açılan yere saplanıp birdenbire defne ağacına dönüşen ve kendini böylelikle Apollo’dan kurtarabilen iffetli bakire Daphne’nin el ve ayak parmaklarıyla saçları, resim ve heykellerde, ince ve narin defne yaprakları halinde tasvir edilir ki, mitoloji bakımından amaca tamamen uygun olan bu görünüşüyle Daphne, sanatta doğrudan doğruya bir güzellik yaratmakta ve “güzel” olarak nitelendirilmektedir.
Herhangi bir şeyin gerçekten amaca uygun olup olmadığının anlaşılması, o şeyin üzerinde ancak deney yapma, kıyaslama ve hesaplamayı mümkün kılabilecek bir araştırma sisteminin kurulabilmesiyle, yani bir düşünceler dizisinin doğmasıyla mümkündür. Amaca uygun olup olmayışı yalnız görünüşe göre yargılamak ise, büyük aldanışlara yol açar. Buna karşılık “estetik değer”, doğrudan doğruya ve bir an için elde edilen görüşle, yani ansızın beliren bir isteğin neden olduğu duyuşla açıklanır. Onun içindir ki güzel, hiçbir şeye bağlı olmadan, doğrudan doğruya ve ansızın meydana gelen bir hoşnutluğun yargısıdır; Kant bunu, “anlamsız haz” olarak da adlandırmıştır.
“Güzel, yüceliğe “amaca uygun”dan daha çok yakındır, çünkü güzel olan şeyin bir bakıma yüce olması doğaldır. Onun için vaktiyle filozof Leibnitz’in (1646-1716) etkisi altında estetiğin, “güzel”i “yüce”ye eşit olarak göstermesi, sonradan yanlış görülmüş olduğu gibi, modern estetiğin bu görüşü benimsememesi de daha başka bir yanlışlığın meydana gelmesini önlemiştir. Örneğin böyle bir anlayışın, yüce olarak nitelendirilen bir karakterin gerçek bir estetik karakter olarak tanınmasına yol açması da mümkündür. Oysa karakterin ya da ahlâkın, estetik bir karakter ya da ahlâk olarak değil de, “iyi”, “doğru” ya da “yüce” bir ahlâk olarak nitelendirilmesi daha doğru olur, çünkü ahlâk ve karakter yüceliği, sanattaki “güzel” gibi, ulaşılması tamamen imkânsız bir ideal değil, irade gücüyle insanın daima ulaşabileceği bir moral yükseliştir.
Öte yandan ahlâk ve karakter yüceliğinin estetik yücelik ile karşılaştırılmasında, yukarıda “amaca uygunluk” ile “güzel” arasında yapılan kıyaslamadan doğan ayrılığa eşit bir ayrılık meydana gelir. Yani “amaca uygun” yargısı, yalnız genel ve ilgidışı bir hoşnutluğu açıkladığı için “güzel” yargısına yaklaşır. O halde estetik yüceliğin de “güzel” yargısı ile olan ilgisi, “amaca uygun” ile “güzel” arasındaki ilginin aynıdır. Öte yandan gerçekten yüce olan bir karakter, hiç yüce değilmiş gibi de görünebilir, çünkü aslında yüce bir karakterin, herhangi bir nedenle bizi ilgilendirmemiş ve gizli kalmış olması da mümkündür ki, böyle bir karakter, bizde kuvvetli bir sempati de yaratmamış olabilir. Bir insandaki ahlâk yüceliğinin estetik bakımından “yüce” sayılabilmesi, o kimsenin karakterinin bizim üzerimizde sağlam bir gerçeklik etkisi yaratmasına bağlıdır. Nitekim böyle bir etki meydana gelmediği takdirde, herhangi bir ahlâkın yüceliği, estetik yönden sanki hiç de yüce değilmiş inancını yaratabilir. Aslında yüce bir karaktere sahip olan bir kimsenin bu durumunu anlayıncaya kadar geçen süre içindeki karşılaşmalarımızın bizde hiçbir hoşnutluk yaratmamış olması, söz konusu kimsenin ahlâk yüceliğinden yoksun olduğu düşüncesini yaratabilir ve böylelikle esasen var olan bir ahlâk yüceliği gizli kalmış ve estetik bakımdan yücelik etkisi yaratmamış olabilir. Oysa estetik yüceliğin, yani güzelliğin, sanatta gizli kalmasına imkân yoktur ve insanda sırf sanata yönelen Saf İstek, böyle bir güzelliği er geç meydana çıkarabilme gücüne sahiptir.
“İyi” ve “doğru” yargılarında, “güzellik” anlamından en ufak bir iz bulunmaması, bir yandan “doğru” ve “iyi”de duygu yoluyla biraz olsun mevcut olan güzellik payına, öte yandan “doğru” ve “iyi” olarak benimsenmiş bir şeyi hatırlama suretiyle evvelce yaşanmış estetik bir hazzın tekrar duyulabilmesi imkânına tam bir tezat oluşturur; tıpkı Lotze (1817-1881) ve Ruskin’in (1819-1900) kabul ettiği gibi. Şimdi bunların her birine birer örnek verelim: Bir ahlâkın “iyi”, bir görüşün “doğru” olarak nitelendirilmesinin, estetik hazzın insanda ansızın yarattığı “güzel” yargısıyla doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur. Yani “iyi”yi ve “doğru”yu, sürekli bir zaman içinde yaptığımız inceleme ve deneylerden sonra elde ettiğimiz bir görüşle sonradan benimsememize karşılık, “güzel” yargısını ansızın ve ilgidışı bir hazla veririz; ancak “iyi” ve “doğru” olan bir şeyde, yalnız duygu yoluyla da olsa biraz da güzellik bulunacağı kesindir. Onun içindir ki iyi bir ahlâkı ya da doğru bir görüşü, estetik yönden yerinde bir yargı olmasa bile, “güzel ahlâk” ya da “güzel bir görüş” olarak nitelendirmemiz mümkündür. Bundan başka, geçmiş bir tarihte, “iyi” ve “doğru” yargılarıyla bir arada yaşanmış estetik bir hoşnutluğu, günün birinde gene aynı yargıları hatırlayıp yeniden yaşayabiliriz. Örneğin ahlâkını ve görüşlerini iyi ve doğru bulduğumuz başarılı bir insanın bu her iki davranışını herhangi bir nedenle yeniden hatırlarken, onun bizde vaktiyle yaratmış olduğu estetik bir hazzı da tekrar hatırlayıp yeniden yaşamamız mümkündür.
Güzelin, “iyi” ve “doğru” yargıları yanında biraz da hafife kaçan tarafı yok değildir. Bu durum, edebî bir örnekle açıklanabilir. Sahne sanatının önemli eserlerinden biri olan “Falstaff” operasının şahısları arasında en önemlisi Sir John Falstaff’tır. İtalyan besteci Verdi’nin (1813-1901) üç perdelik bir eseri olan bu lirik komedide, yaşlı ama zengin Falstaff, tanıdığı bazı aile kadınlarının kendisine âşık olduklarını sanmakta ve gülünç bir gurura kapılarak, aklınca bazı düzenler hazırlamaktadır. Oysa Falstaff’a kızarak onu bu huyundan dolayı ortak bir planla tuzağa düşüren kadınlar, oyunun sonunda yalnız kocalarına olan bağlılıklarını göstermekle kalmazlar, aynı zamanda herkesin önünde foyası meydana çıkan Falstaff’ı gülünç duruma düşürerek af dilemek zorunda da bırakırlar.
Bu eseri ele alırsak, dağınık ruhlu ve kendini beğenmiş bir tip olan John Falstaff, operanın devamı boyunca estetik yönden hoşa giden bir insandır. Onun için de insanda daima sevgiye ve sempatiye yönelen estetik duygunun, Falstaff’da olduğu gibi, tek taraflı gelişmesi, karakterin hep tehlikeye düşmesini gerektirir, gerçek duygusunu bulandırır ve hayatı, -romantiklerde olduğu gibi- ciddi duyguları dağıtan bir oyun ve bir hayal içinde değerlendirir (sanat tarihinde karşılaşılan bazı dağınık ve derbeder dehalar, buna örnek olarak gösterilebilir). Nitekim John Falstaff da, yaşına başına bakmadan, estetik duygusunu, hep aşk planları kurmaya yöneltmiş ve bu yüzden gülünç duruma düşmüştür. Ama Falstaff’ın bu hali, ancak bir sanat eseri olan opera içinde sevimli ve sempatik karşılanmaktadır. Aynı olayın gerçek hayatta yalnızca hiddet ve antipati yaratacağı kesindir.
O halde bir yandan “güzel” ile “gerçek”, öte yandan “güzel” ile “iyi” arasında öylesine bir denge vardır ki, ancak insan aklının olduğundan daha zayıf bir duruma düşmesiyle bu denge zayıflar ve gevşer. Nitekim bu dengeye dokunmak, hayatın moral tarafını hiçe saymak demektir. Yani insan, “güzele”, “iyiye” ve “gerçeğe” olan inancını, bu üç duygu arasındaki farktan doğan gerilim dengesine rağmen, aynı düzeyde tutmak ve bu dengeyi korumak zorundadır. Ancak akıl ve ruh durumu zayıf olan bir insanın bu duyulardan yalnız birine bağlanıp ötekileri umursamaması, her zaman taze kalması gereken “güzel, iyi, doğru “ karışımını gevşetir ve bu hal, akıl ve ruh bakımından tek taraflı kalmaya neden olur. Öyleyse yalnız “iyi” ve “gerçek” duygularına dayanan soyut ahlâk, insanı sırf moral yönünden yükseltir ki, bu da insanın tek taraflı olarak gelişmesini gerektirir.
Gerçek hayatta bu tür gelişmeler, kesin bir karşı dengeye muhtaçtır. Örneğin insanın, ahlâk yönünden bağışlamazlığa, tövbe ve pişmanlık yoluyla soyut bir yasacılığa kaymasından doğan tek taraflılığı, ancak “güzel” duygusunun “iyi” ve “doğru” duygularıyla bir arada gelişmesi düzeltebilir. Böylece, salt bir varlığı ve kutsallığı içine alan Tanrı anlamı, yalnız “gerçek” ve “iyi” duygularıyla değil, aynı zamanda sevgiye dayanan “güzel” duygusu ile de elde edilmiş olur. O halde sırf kutsal ve adil bir Tanrı’nın varlığına inanıştan gelen soyut ahlâk duygusu ile, yalnız salt ve sonsuz bir Tanrı’ya inanışın yarattığı gerçek duygusunun, ve nihayet sevginin tanrısallığına bağlanıştan doğan “güzel duygusu”nun ayrı ayrı meydana getirdikleri tek taraflılık, ancak ileri bir din anlayışı içinde ortadan kalkabilir. Hayattan gelen bütün bu duyguların, kendi aralarında yaklaşmalarının dinde yarattığı tek şey ise, gerçeğin, iyinin ve güzelin ulaşabildikleri en yüksek şekiller içinde birbirlerini çeşitli yönlerden karşılayıp tamamlayabilme gücünü de elde edebilmeleridir. Nitekim en yüksek şekliyle dinsel varlığa ulaşan “güzel”, dünya problemleri yönünden “gerçeği” olduğu gibi, günah ve kader problemleri yönünden “iyiyi” de içine alır. Bu takdirde dünya olayları bakımından en ileri noktaya varan gerçek ile günah ve kader problemleri bakımından en yüksek noktaya ulaşan “iyi” duyguları, böylece artık “güzel” olarak da nitelendirilmiş olurlar.