
Akılsal gelişim, insanoğlunun düşünsel yeteneğinden güç alan olgunlaşma aşamalarıdır. İnsanın gelişim çabası, akılsal ve ruhsal düzeyde ortaklaşa olgunluk isteğinin verimi olma niteliğini kazandıkça, yararlı olabilme oranını arttırır. Akılda ve ruhta böylesine aşamalara ulaşabilme başarıları ise, ancak kişinin istek ve iradesiyle orantılı olarak gelişebilmektedir. Filozof Spinoza’nın (1632-1677) dediği gibi, “İstek, insanın daha az olgunluktan daha çok olgunluğa ulaşabilme çabasıdır”. İnsanın düşünsel gelişimi de göstermektedir ki, akıl ile ruhun, ortak bir denge içinde olgunluk aşamasına erişmesi, insanoğlunda sağgörü (basiret) diye nitelenen bir davranışın oluşumuna yol açmaktadır. Ve ancak böylesine bir aşamaya ayak basmakta azimli olan kişiler, ahlâki bir yüceliş çabası içinde olan kişilerdir. Ne var ki ünlü bilgin Kopernikus (1473-1543), gerçeği görebilme sağgörüsüne sahip olabilme potansiyelinin ancak seçkin bir azınlığa mal edilebileceğini söylemiştir. Bu oldukça sert eleştirinin ne oranda doğru olduğu üstünde bugün bile derin derin düşünmek gerekir.
İnsan zekâsını körleten dogmatik davranışlar karşısında, erişkin başlar, adalet yasasını, yönetim ve yargı töresini getirmişlerdir; çünkü düşmanın ancak bu yoldan yok edilebileceğine inanmışlar ve böylesine bir inancı geliştirmeye devam etmişlerdir, devam da etmektedirler. Kendi vicdanlarına tutsak olan, yani özgür vicdandan yoksun olan kişiler, başkalarının da vicdan tutsaklığına düşmesini isterler. Böylelerinin türlü davranışları yanında, bir de başkalarında suç arama çabasına düştükleri görülür. Bunlar, özgür gelişimden, özgür yargıdan yoksun kişilerdir. Oysa özgür insan, her şeyden önce, kendi yetersizliğinden kurtulabilmenin çabasına kapılmış olan insandır; gerçeği arayıp bulabilmenin, insanlık onurunu gereğince tadabilmenin özlemi içinde olan insandır.
Bilimle gerçek arasında sağlam bir denge kurulmadıkça, insanlığın temel ideali olan toplumsal düzenin kurulması olanaksızdır. Unutmamalıdır ki, bütün bilimlerin özü, “insan sevgisi”ne dayanmaktadır. Bu tür bir yücelişin ise dogma ile değil, sevgiyle elde edilmesi gerekir. İnsanoğlu, varlığın bilgeliği (hikmeti) üstünde düşünme alışkanlığına ermedikçe, ruhsal bunalımdan kurtulamaz. Bu böyle olunca da tüm emekler, tüm uğraşlar, alabildiğine verimsiz bir ortamda yozlaşmaya mahkûmdurlar.
Olgun kişi, tüm güçlüklere karşın, gerçeği arama isteğine kapılma çabasından kendini alamayacaktır ve insanoğluna bu yeteneği veren iki ulu kaynak ise “umut” ve “sevgi”dir. Daha çok duygudan beslenen bu iki yüce güç, insanı ister istemez evrene, varlığa ve sonsuzluğa yöneltecek, korkudan arındıracak, güvenle güçlendirecektir.
Her yararlı düşünü sevgiyle değerlendiren “hoşgörü”, eklektik bir anlayışa dayanır, yani nereden gelirse gelsin her doğruya önem verir. Dinsel, mistik ya da laik kaynaktan gelen, uyaran, yücelten düşünce, insanlığa gelişim yolunda yön veren, olgunluğa ulaşma yolunun kapısını açan bir anahtardır. Toplumun, tarihsel gerçeklere dayalı olarak gelişen yasaları, daha çok akılsaldır; ruhsal ve duygusal eğitime temel olan sanatlar ise, insanın estetik eğitimine kaynak olmanın niteliğini taşırlar.
İnsan, yaşamı boyunca, gelişim çabasına ışık tutan yararlı öğretilerle karşılaşır. Bütün bu öğretilerde, insanın muhakkak ki kafasıyla dengelediği şüphe götürmeyen bilgelikler ve örnekler yer almaktadır. Böylesine bir erişimin dayandığı temel ülkü ise sürekli gelişimdir. Burada bütün sorun, zaman kaybını önlemektir. Yazı hayatında Novalis diye anılan filozof şair Friedrich von Hardenberg (1772-1801) şöyle der: “Sürekli olarak güçlenen gelişimler, tarihe mal olmanın niteliğini taşırlar. Bugün için tam olgunluğa ulaşamayan bir çaba, ileride ya da sonraki bir dönemde mutlaka olgunlaşır; hiçbir şeyin sonu yoktur. Tarihin el koyduğu bir konu, sürekli değişimlerden sonra, daha üstün bir olgunluğa ulaşmış olarak, günün birinde yeniden kendini gösterir”.
Eğitim ve öğretimde insana olgunluğu sağlayacak, yani akılsal ve ruhsal yaşama yücelme yolunda ona yön verecek usta ellerin yardımı büyüktür. Büyük din kurucusu Buddha(1) bile (M.Ö. yaklaşık 563-483), kendi kişisel oluşum ve gelişimine gereğince yön verebilecek bir üstat’tan yoksun olmanın doğurduğu umutsuzluktan yakınmıştır ve bu büyük üzüntüsünü, yarattığı dinin temel prensipleri arasında şu sözlerle dile getirmiştir: “Nura kavuşur kavuşmaz, içime bir kuşkudur düştü: karşılaştığım gerçek derindi ve onu ancak bir bilgenin gereği gibi anlayabilmesi mümkündü…Nura kavuşur kavuşmaz, kendimi şöylesine bir üzüntünün sessizliği içinde kaybettim: Üstattan ve önderden yoksun yaşamak olanaksız. Kaldı ki, şu dünyanın Tanrıları, sofuları ve Brahmaları arasında, ahlâki gelişimde bana yol gösterecek bir önder göremiyorum ki kendisine saygıyla bağlanayım…Bu durumda, tanıdığım yasaları, gerçekleri ve öğretileri değerlendirebilmem nasıl mümkün olacak? Bu yakınmamı duyan Brahma Shampati(2) bana göründü ve önümde oturarak şöyle dedi: Geçmişin Buddha’ları yasalara nasıl saygı gösterdilerse, geleceğin Buddha’ları da yasalara uyacaklardır. Buddha’ların bağlandıkları yasadır bu. Olgunlaşma, yücelme çabasında olan her kişi, onun için bu yasaya uyacaktır”.
Bugün artık Buddha gibi, üstat yokluğundan, öğreti darlığından gelen bir bunalıma kapılmamız olanaksız; çünkü binyıllar boyunca özgür vicdan konuşmuştur; mitoloji, din, tasavvuf ya da felsefe yoluyla insanoğlu uyarılmıştır; aklın ve ruhun ortak bileşiminde oluşan sonuçların en yüce örneğini laik ahlâk vermiştir. Onun içindir ki, uygarlık tarihi, çok eski dönemlerin üstat ve öğreti yoksunluğundan gelen boşluğun, çağımızda söz konusu olamayacağını açıkça ortaya koymuştur; çünkü insana ve topluma yönelik yükümlülüklerimiz bilinçlenmiştir.
Bütün bunlar olup bitmiştir de, yeryüzünde ahlâki denge tam anlamıyla kurulmuş mudur? Toplum düzenini altüst eden ahlâkdışı davranışlar önlenmiş midir? İnsanlığın, bitmez tükenmez bir özlemle beklediği huzur sağlanmış mıdır? Hayır! Böyle bir şeyi düşünmenin boş bir hayal olduğunda herkes birleşir ve Alexis Carel’in dediği gibi, “insan, o bilinmeyen yaratık”ın olumlu ve olumsuz bütün sorunları gene kendisinin yarattığı, bundan böyle de yaratacağı inkâr edilemez bir gerçektir. İşte onun için, insanı ve sorunlarını sabırla karşılayacak, ahlâka aykırı eylemlere hoşgörüyle el koyacak, toplumsal ilişkileri düzenlemede dengeli rol oynayacak özgür ve aydın gönüllü kadrolarının yetiştirilmesine, bugün artık insanlık her zamandan daha çok muhtaçtır. Kaldı ki insanoğlunun akılsal ve ruhsal gelişim çabası statik değil, ancak dinamik ahlâkla, yani sürekli olarak arayan, araştıran ahlâkla gelişip yücelebilir ve hiçbir vakit tükenip sönmeyecek olan böylesine bir çabaya her aydın katkıda bulunmakla yükümlüdür. İnsanın gerçek Brahma’sı, yani yaratıcı gücü, gene insanın özgür vicdanından doğacak karşılıksız sevgi’den başka bir şey değildir.
Cevad Memduh ALTAR
(Ankara, 4 Ekim 1978)
(2) Brahma, eski bir Hint yaratıcı tanrısıdır. Çok daha önceki dönemlerde ise, evrene can verip onu ayakta tutan bir güç olarak benimsenmiş, en sonra da tüm tanrıların başı olan erkek bir tanrıya dönüştüğü inancı kabul edilmiştir.