
(Doğumunun 150. yılında)
Cevad Memduh Altar
Zafer’e,
Munis Faik Ozansoy’a
verildi.
11.XI.1967
Büyük Macar bestecisi Franz Liszt’in 22 Ekime rastlayan 150. doğum yılı, bizim için ayrı bir önem taşır. Çünkü Türkiye’yi görmeden Türklere ilgi duyan Mozart ve Beethoven gibi üstatların yanında Liszt, memleketimiz için duyduğu içten sevgiyi, 1847 yılında İstanbul’u ziyaret ederek ispat etmiştir. Franz Liszt’in Türkiye’ye sempati duyması, yalnız Türk ve Macar halklarının soy birliğine dayanmakla kalmaz; bu sevginin aynı zamanda memleketimizin folklor hazinelerini yakından tanıyıp değerlendirme isteğinden geldiği de düşünülebilir. Nitekim sanatında Macar milletinin zengin folkloruna geniş ölçüde yer vermiş olan Liszt iledir ki, halk müziğinden sanat müziğine geçişin en asil örneklerini yaratabilme imkânı elde edilmiştir. Hattâ Franz Liszt’in açtığı bu yolu, gene büyük Macar bestecisi Bela Bartok geliştirmiş, tıpkı Liszt gibi Türkiye’ye koşup gelmekte tereddüt etmeyen Bartok, folklor araştırmalarını bilimsel sistem ve metodlara bağlayan ilk sanat adamı olarak da tanınmıştır.
Franz Liszt’in hayatı, şimdiye kadar duyduğumuz sanatçı menkıbelerinden çoğunun aksine olarak, hükümdarlara bile nasip olmayan bir zenginlik ve ihtişam içinde geçmiştir. Bununla beraber para ve servet ile değil, ancak ıstırap ve sevgi yoluyladır ki, Franz Liszt, 75 yıllık bir ömür içinde, sanatının şahikasına ulaşmıştır. Onun sanatı, insan sevgisinin ender tezahürüne örnek olma vasfını taşımaktadır. Çünkü Liszt’in sanatını hemen herkes, her topluluk, kendi sanatıymış gibi sevmiş ve benimsemiştir. Franz Liszt’i milletlerarası değere ulaştıran sebeplerin en başında, sanatıyla geniş çevrelere hükmetmiş olması da gelir. Çok gezip çok görmenin verdiği yetkiyle, Liszt’in yalnız kendisinin değil, başka sanatçıların yetişmesinde de büyük rolü olmuştur. Bu bestecilerin en başında Richard Wagner çapında bir sanat büyüğü de yer almaktadır. Aralarında az bir yaş farkı olmasına rağmen Richard Wagner, Cosima ile evlenerek Franz Liszt’e damat da olmuştur.
Günün birinde siyasal bir olay yüzünden İsviçre’ye sığınırken, Weimar’da Liszt’in evinde saklanan ve Liszt’in idare ettiği Tannhäuser operasını, karanlıkta gizlendiği bir locadan seyretme fırsatını da elde edebilmiş olan Richard Wagner, kendi yazdığı bu büyük eserin ancak Liszt’in elinde öz benliğine ulaşmış olduğunu açıkça söylemiş ve şöyle demiştir: “...Bu müziği bulurken duyduklarımı, o da eseri idare ederken duyuyordu; bu müziği yazarken söylemek istediklerimi, o da eseri seslendirirken söylüyordu. Ne harikulâde bir şey! Bu eşsiz dostun gösterdiği sevgi iledir ki, vatanımdan uzaklaştığım şu anda, sanatım için çoktandır özlediğim, yanlış yerlerde boşuna arayıp durduğum, hiçbir zaman bulamadığım gerçek vatanı şimdi buldum”. Wagner bu sözlerinde çok haklıydı, çünkü onun sanatını insanlığa en doğru bir şekilde tanıtan Franz Liszt, Wagner dehasını vaktinde keşfetmekte gecikmemişti. Buluşlarında insanüstü ideale eğilen Wagner ise, hele son eseri olan Parsifal operası ile, dinî huzura yönelen kayınbabası Liszt’e büsbütün yaklaşmıştı.
Bir bakıma Franz Liszt de sanatında Wagner’in etkisinden uzak kalmamış, her ikisinin yaratıcı hamleleri, vakit vakit tek sentez halinde ortaya çıkma yeteneğini göstermiştir. Hattâ günün birinde Faust Senfonisi’ni piyanoda orkestra partisinden çalan Liszt’i dinleyenler, bu güzel eserin daha ilk kısmında, Wagner’in Walküre operasından bir motifin aynen tekrarlandığını fark etmekte gecikmemişlerdir. Dahası, sıra o meşhur temaya geldiği zaman, duyduğu sesleri hiç de yadırgamayan Wagner, yerinden kalkmış ve Liszt’in yanına koşarak, büyük bir saflık ve samimiyetle: “Desene bu temayı ben senden aşırmışım!” demekten kendini alamamıştır.
Liszt-Wagner sentezinin büsbütün müşterek bir gayeye yüceldiğini düşünmek hata olur, çünkü Wagner, sırf sahne sanatından faydalanması bakımından, göz yoluyla da görülebilen bir gerçeğe yönelirken, sanatında göze görünür gerçekten alabildiğine kaçan Liszt, tıpkı Beethoven gibi, şiire ve sembole bağlanmıştır. Onun içindir ki, Liszt’in, senfonik şiirlerindeki Leitmotiv’lere plastik bir açıklık verme yolunda harcadığı çaba, hemen bütün eserlerini, poetik bir sezişin sembolü olma niteliğinden daha ileri götürememiştir. O halde Liszt’in, her biri gerçek bir olayın veya sezilen bir duygunun ifadesi yolunda belirli bir programı açıklayan senfonik şiirlerinin, hattâ eserlerinden çoğunun dayandıkları anlam ve içeriği gereği gibi anlayabilmek için, önceden hazırlanan açıklama metinlerinin incelenmesi şarttır. Halbuki bu durum, bütün yaratışlarında mutlak bir ifadeyi tercih eden Beethoven sanatı için, Liszt’te olduğu kadar elzem değildir.
Franz Liszt’in hayatı boyunca, yaratma esprisinde büyük rolleri olan dikkate değer iki kadının da önemle göz önüne alınmaları gerekir ki, bunlardan biri Kontes d’Agoult, öteki Prenses Wittgenstein’dır. Liszt, Paris’te tanıdığı Kontes d’Agoult’tan, yıllarca beraber yaşadıktan sonra ayrılmak zorunda kalmış, Prenses Wittgenstein ile evlenme arzusunu ise bir türlü gerçekleştirememiştir. Her üçünü de büyük bir acıya götüren bu ayrılıklar, Kontes d’Agoult’un, Liszt’siz geçen 32 yıllık bir dönemin sonuna kadar, takma ad ile tarihî yazılar yazmasına, Prenses Wittgenstain’ın gene takma ad ile dinî makaleler yayımlamasına, Franz Liszt’in ise, kendini tamamen dine verip ruhban mesleğine girmesine neden olmuştur.
Hayatının en fırtınalı anları, 1838-1848 yılları arasındaki kısa bir döneme isabet eden Franz Liszt, büyük ölçüdeki sanat gezilerinin sonuncusunu, gene bu dönem içinde, görmeyi öteden beri aşırı bir heyecanla arzuladığı memleketimize hasretmiştir. Nitekim Liszt, 1847 yılı ortalarında, İstanbul yolculuğunun hazırlıklarıyla meşgul olmuştur. Hattâ sanatçı, bu büyük idealini, daha 1845 yılında olgunlaştırmaya çalışırken, dostlarından bazıları da bu yolculukta kendisine eşlik etmek istemişlerdir. Bunların arasında, Alexander Dumas’nın La dame aux camelias adını taktığı Matmazel Duplessis de bulunmaktaydı. Ne çare ki, Paris çevresinde çok sevilen bu güzel kadına, bütün kalbiyle bağlandığı Franz Liszt’e Türkiye yolculuğunda eşlik etmek nasip olmadı. Nihayet Liszt, on yıldır kafasında taşıdığı İstanbul yolculuğunu, ancak 1847 yılının Haziran ayında yalnız başına gerçekleştirmeyi başardı. Kontes d’Agoult, bu tarihten tam 10 yıl önce dostlarından birine yazdığı mektupta, Liszt’in Türkiye’yi ziyaret etme ve Sultan Abdülmecid’e piyanosunu ve eserlerini dinletme arzusunu şu cümleyle açıklamaktaydı: “Franz hep Sultan’dan bahsediyor, hep Sultan’ı sayıklıyor, Osmanlı İmparatorluğuna hümaniter müziği sokmak istiyor”.
Franz Liszt nihayet muradına ermiş, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen büyük bir kabul töreninde, Padişah Abdülmecid’e konserini vermişti. Büyük sanatçının piyano icrasındaki parlak tekniği ve derin ifade kabiliyeti hayli alkışlanmış ve bu başarılı sonuç, Padişahın Liszt’e murassa bir nişan vermesine neden olmuştur. Tanınmış edebiyat ve tiyatro bilginimiz Refik Ahmet Sevengil, 31 Ekim 1961 tarihli Ulus gazetesinde yayımladığı “Türk Dostu Bir Sanatçı” başlığını taşıyan yazısında, Franz Liszt’in Türkiye’yi ziyaretini, yerli ve yabancı belgelere dayanarak önemli bir şekilde değerlendirmiş, bu arada büyük bestecinin, Donizetti’den esinlenerek yazdığı Türk karakterindeki bir piyano eserine de temas etmiştir. Sevengil’in bu dikkate değer yazısı, Liszt’in Türkiye seyahatiyle ilgili olarak, şimdiye kadar bilinmeyen bazı hususların da açıklanmasına vesile olmuştur. Franz Liszt’in 1846 yılılnda, Beethoven’in Türkiye ile ilgili bir bestesinden ilham alarak piyano için yazdığı “Capriccio alla turca” adlı eseri de göz önüne alınırsa, sanatçının, Türkiye için evvelce eser yazmış olan bestecilerden Mozart ve Beethoven gibi üstatların yanında yer alabileceği kendiliğinden anlaşılır.
Ne gariptir ki, Franz Liszt, Türkiye seyahatinden sonra, büyük ölçüdeki sanat turnelerine son vermiştir. O tarihlerde, hayatının büyük iniş ve çıkışlardan mahrum kalmasına, Prenses Wittgenstein ile geçen macerasının sebep olduğu muhakkaktır. Nitekim Liszt’in 22 Ekim 1861 tarihine isabet eden 50. doğum yıldönümünde, Roma’daki San Carlo kilisesinde Prenses Wittgenstein ile aktedilecek nikâhın, korkunç bir iftira yüzünden, başka bir zamana bırakılması, 14 yıldan beri o günü bekleyen Liszt’i ve Prenses’i içten sarsmış ve evlenme planının tamamen suya düşmesine neden olmuştur. Bununla beraber bu acı, Liszt’in o tarihlerde en büyük eserlerini vermesine yol açmış, hele Liszt-Wagner sentezi, böylesine bir ruh haleti içinde büsbütün olgunlaşmıştır.
Richard Wagner, 1882 yılında, Liszt’in yapıcı etkisi altında Parsifal operasını bitirmeyi başarmıştı. Bu büyük eseri her bakımdan büyük dostu Liszt’e borçlu olan Wagner, mektuplarının birinde, sanatının en büyük koruyucusu olarak Liszt’i göstermekte, hiç kimsenin değil, yalnız Liszt’in kendisini yükseltmiş olduğunu açıkça söylemektedir.
Bugün sanat dünyasının 150. doğum yılını andığı Franz Liszt’in yaratıcı şahsiyeti, her zamandan çok, yaşadığımız devrin sarsıntıları arasında, insanlığın özlediği ruhu ne güzel açıklıyor. Elverir ki, insanlık, Liszt’in sanatını gereği gibi anlayabilme yeteneğini göstersin.