
Ankara Radyosu
6 Mart 1963’te
banda alındı.
Batıda Geç Romantizm’in iki büyük dehası, Franz Liszt ve Richard Wagner, birbirlerinin yaşama ve yaratma esprileri üzerinde ne büyük etki yaratmışlardı. Wagner’in, Liszt’in kızı Cosima ile evlenmesi, gelişigüzel bir tesadüf değildi. Bu yaklaşma, aslında iki büyük ruhun duygu yolunda müşterek bir senteze ulaşması idi. Her ikisinin hayat planı o derece dikkate değer bir özellik gösteriyordu ki, belki de ne Liszt ne Wagner, daha çok yaratma alanında kolayca gelişen bir kader birliğinin farkındaydı. Ama işin en önemli tarafı, Wagner’in, günün birinde büyük sanatçı Franz Liszt’e büsbütün yaklaşacağını aklına bile getirmeden, büyük bir söz söylemiş olmasıdır. Nitekim 19. yüzyılın ortalarına doğru, siyasi bir suçtan dolayı İsviçre’ye kaçarken, Weimar’da Liszt’in evine saklanan Wagner, o günlerde Tannhäuser operasını idare eden Liszt’i, karanlıkta saklandığı locadan gizlice dinlemiş ve şu sözleri söylemekten kendini alamamıştı: “…Bu müziği bulurken duyduklarımı, o da eseri idare ederken duyuyordu; bu müziği yazarken söylediklerimi, o da eseri seslendirirken söylüyordu. Ne harikulâde bir şey! Bu eşsiz dostun gösterdiği sevgiyledir ki, vatanımdan uzaklaştığım şu anda, sanatım için çoktandır özlediğim, yanlış yerlerde boşuna arayıp durduğum ve hiçbir zaman bulamayacağım gerçek vatanı, şimdi buldum”.
Bu sözleri genç Wagner’e söyleten olay, Liszt’in Weimar tiyatrosunda, Wagner’in Tannhäuser operasını, tam Wagner’in dilediği anlamda idare etmiş olmasıydı. Hattâ Wagner, büyük bir heyecanla şunları da söylemişti: “…son gördüğüm işler beni öyle bir yola soktu ki, bu yolda ben kendi tabiatımın yaratabileceği şeylerin en gereklisini, en önemlisini yaratmaya mecburum… ancak Liszt’e karşı duyduğum o derin dostluk sevgisidir ki, bu görevi başarma yolunda, bende olan ve olmayan gücü bir araya toplama imkânını bana verecek ve işte bu eser bizim müşterek eserimiz olacaktır”.
(Plak 1: Tannhäuser uvertürü, Londra Filarmonik Senfoni Orkestrası, Şef: Arthur Ridzinky) (5 dakika)
Evet, Wagner’in eserlerinde gerçekten iki ruhun yaratmadaki ortaklaşa esprisi göze çarpıyordu, ama bu espri hiçbir vakit taklide veya birbirini tekrara yol açmıyordu, çünkü Wagner, en çok gözle görülür sahne gerçeklerine yönelerek, yalnızca operalar meydana getirmiş ve böylelikle sanat kavramına, görerek de katılımı sağlama yolunda, gerekli önleme başvurmuştu. Halbuki Liszt, böylesine bir yaratıştan tamamen uzak kalmakta, sanatında daha çok seziş yoluyla idrake götüren mutlak bir yaratışa yönelmekteydi. Bundan dolayıdır ki, Liszt operalar değil, senfonik şiirler yazıyordu. Onun için Wagner, sanatında görünür bir tabiata dönerken, Liszt bütün yaratmalarında daha çok şair kalmayı tercih etmişti. Liszt’in senfonik şiirleri de şüphesiz edebî veya tarihî bir konuya, lirik, dramatik veya trajedik bir lejanda dayanıyordu, ama Liszt, senfonik şiirlerinin herhangi bir lejandla ilgili akışı içinde yer alan tipleri, “Leitmotiv” denilen psikolojik melodi figürleriyle karakterize ederken, bütün bu tiplerin, dinleyenlerin gönlünde ruh portrelerini çizmeyi başarıyor ve onları gerçekten varmış gibi dinleyene benimsetiyordu. Richard Wagner de şüphesiz aynı açıdan hareket ederek, tiplerine gene Leitmotiv’lerle görünür bir varlık veriyordu. Böylelikle büyük sanatçı, sahne eserlerinde resim, heykel ve mimarlık gibi göze de hitap eden sanatların yardımından faydalanarak, yorumlara tabiat yoluyla daha da görünür bir varlık vermeyi başarıyordu.
Wagner sanatının kendi yolunda en ileri olgunluğa ulaşacağına inanan Franz Liszt’in sanat hakkındaki dikkate değer bir açıklamasını gözden geçirmek bile, bu iki büyük dehanın düşünde birleşen “müşterek eser” anlamı içindeki durumunu gereği gibi belirtmeye yeter. Nitekim Liszt bu görüşünü kısaca şu fikirlerle açıklamıştı: “…(tabiatteki) gerçek görünüşün, atmosferdeki ışınların, yarı gölgeli bir havanın tarif edilemeyen sihrini, olduğu gibi sahneye nakletmek imkânsızdır ve hayal gücüne olağanüstü manzaraları yaratma imkânını veren de işte gene bu sihirdir… Şuna da şüphe etmemelidir ki, sanat … her şeyi temsil yoluyla anlatmak, her şeyi göz önünde bulundurmak, her şeyi duyularımıza (olduğu gibi) yaklaştırmak fikrinden vazgeçmekle de, değerinden en ufak bir şey kaybetmez, çünkü akıl, kendisine yaklaştırılmak istenen şeylerden çok daha fazlasını yaratma gücüne sahiptir; ve dramatik bir sahneye kendi görüşü açısından bakmaya çalışan dinleyiciyi, (karşılaşabileceği) vehimden, aldanıştan kurtaracak olan (başka bir) gerçek yoluyla, seyrettiği şeyi aksi yöne çekmek, hiçbir zaman tehlikeli bir şey değildir… Hayal gücü, sahnede temsil imkânlarının o derece üstünde bir noktaya ulaşır ki, bu takdirde temsil sanatının aynı ifade imkânını elde etmek isteğiyle yapacağı her girişim, boşuna denemekten başka bir işe yaramaz”.
Liszt’in bu dikkate değer yorumu, her iki büyük sanatçının birbirinden ayrılma esprisi içinde birbirlerine olan yakınlığını ne güzel bir tezatla açıklıyor, çünkü Wagner’in hemen bütün eserlerinde kullandığı Leitmotiv’lerle, dramatik tiplerine bağlı ruhsal durumlarını seyirciye vakit vakit hatırlatarak, gerekli havayı yaratmasına karşılık, aynı yoldan yürüyen Liszt, sanatın görünür tarafından, yani sahneden tamamen uzaklaşarak, dinleyicinin hayalini istediği yöne kolayca çekip götürebileceğine inanmaktadır. Onun içindir ki, Liszt’in orkestra için yazdığı büyük çaptaki senfonik şiirlerinde olduğu gibi, tasvirden alabildiğine kaçan mutlak sanat esprilerinde de, meselâ piyano için yazdığı o meşhur si-minör sonatında bile, insanı çeşitli ruhsal durumların titreşimine çekip götüren, hatırlatıcı Leitmotiv’lerle karşılaşılmaktadır. Bu durumda Franz Liszt, sahne sanatından tamamen uzak olarak, aşk, mücadele, zafer, hasret, yalvarış, şüphe, ümit, yakınma türünden psikolojik anlara, hattâ sonatlarında bile, ayrıca sözle açıklamaya gerek görmeden de, dilediği gibi vücut vermiş ve dinleyenleri bu çeşitli ruh hallerinin etkisi altında, dilediği gibi duygulandırmayı başarmıştır.
(Plak 2: Liszt, si-minör piyano sonatı, Lev Vlasenki) (5 dakika)
İşte Franz Liszt, böylesine verimli bir yaratma esprisi içinde Richard Wagner’i kendisine sımsıkı bağlamıştı. Hattâ uzun bir ömrün ilk yaratma devresinde, Kontes d’Agoult gibi içli bir kadın, gene bu yüzden Liszt’e bağlanarak ona üç çocuk dünyaya getirmiş ve 1844’te ondan ayrı yaşamak zorunda kalınca da, ölümüne kadar Liszt’siz geçen son 32 yıllık hayatı içinde, gene Liszt’ten aldığı ilhamla, ölen oğlu Daniel Stern’in adını kullanıp, dünya edebiyatına geçmiş tarihî eserler yazmıştır.
Franz Liszt’in hayatının ikinci yaratma devresinde, kendisiyle müşterek bir hayat kurmayı bir türlü başaramadığı Prenses Carolyne von Wittgenstein’a gelince: Bu dikkate değer kadının da yalnızca Liszt’in dehasıyla yükselerek, büyük sanatçının 12 yıl içinde 12 Senfonik Şiir yazma yolundaki başarısına geniş ölçüde yardımı dokunmuştur. Ne çare ki, hayatlarını birleştirme yolunda harcanan gayretlerin boşa çıkmasıyla iki tarafı da sarsan facia, her iki ruhun da kader yolunu tek başlarına tüketmelerini gerektirmiştir. Fakat Liszt’in dehası, bu sefer de Kontes Wittgenstein’ı yükseltmiş ve bu talihsiz kadın da hayatının son yıllarında yalnız dinî makaleler yazarak üzgün ruhunu dinlendirebilmiştir.
(Plak 3: Liszt, Prelütler, Senfonik Şiir, Berlin Filarmoni Orkestrası, Leopold Ludwig idaresinde) (10 dakika)
(Konuşma: 10 dakika
Tannhäuser: 5 dakika
Si-minör sonat: 5 dakika
Prelütler: 10 dakika
Toplam: 30 dakika)