
Ankara Radyosu
3.7.1968 Çarşamba, banda alındı.
Büyük düşünürlere göre, sanat eserinin yaratılmasını sağlayan sebeplerin en başında “istek” gelirmiş. İnsanda istek olmayınca, eser yaratma gücü de olmazmış. Sanatın niçinini, nedenini araştıran eleştiricilerin hemen hepsi, Rönesans’tan beri bu konuda anlaşıyorlar. Büyük filozof Lessing, insanda aklı ön plana alan Kant, idealist şair Schiller, hattâ karamsar düşünür Schopenhauer bile bu konuda eksiksiz birleşiyorlar.
Sanat yaratışına temel olarak benimsenen “istek” ile, 17. yüzyılın büyük filozofu Spinoza’nın yorumladığı genel anlamdaki “istek” arasında büyük fark var. Spinoza isteği, “normal bir insanın daha az olgunluktan daha çok olgunluğa geçme çabası” olarak vasıflandırıyor. Lessing ve Kant gibi filozofların yorumladıkları ”istek” ise, insanı büyük ilkelere yönelten istektir. İşte bu yüce ilkelerden biri de, insanın sanatı yaratmaya, sanatı sevmeye olan ilgisidir. O halde sanat isteğini, Spinoza’nın yorumladığı alelâde istekten doğal olarak ayırt etmek gerekiyor. Nitekim düşünürler, sanat eleştirisini yapan estetler, insanı eser yaratmaya yönelten isteğin taşıdığı anlamın önüne bir “saf” sıfatı koymuşlar ve isteğin bu türlüsüne “saf istek” demişlerdir. Ne gariptir ki, hayatı hiç benimsemeyen, her olayı karanlık gören filozof Schopenhauer bile, insan ruhunda sanatın temeli olan Saf İsteği, “Tükenmez ve Dikensiz İstek!” olarak kabul ediyor. Schopenhauer’a göre insanı sanata yönelten Saf İstek, sonu gelmeyen bir kaynaktan beslendiği için tükenmeyen bir istektir; gene Schopenhauer’a göre hayatın hemen her şeyi insana batar, insana batmayan tek şey ise sanatın doğmasına, sanatın sevilmesine temel olan Saf İstek’tir. Onun için, bu filozofun deyimiyle Saf İstek, Tükenmez ve Dikensiz bir İstek’tir. Bu dikkate değer yorumun gerçek yankısını Schopenhauer’ın hayatı boyunca izlemek mümkündür; çünkü filozofu hayata bağlayan tek şey sanattır, hattâ yalnız müziktir.
İnsanlık tarihinin büyük düşünürleri, sanatla ilgili bir başka konu üzerinde de birleşmişlerdir; bu da aklın hürriyetidir. Bu filozoflara göre insanın düşünme gücü olan akıl, gereği gibi işlemeyince, sanatın doğuşuna ilkel sebep olan Saf İstek de olmaz. Düşünde aklın ve gerçekçiliğin yolunu seçen Kantçıların tuttuğu bu yönde, ne gariptir ki, idealist şair Schiller de birleşiyor. Schiller’e göre insanda aklın hürriyeti, sanat yaratıcılığının ilkel ortamıdır. Bu böyle olunca da, doğuştan sanatçı olmayan kişide bile, hiç farkında olmadan, sanatı yaratabilme ortamı daima hazırdır. Onun için Schiller şöyle der: “…Aklın kendi yetkisine ve gücüne sahip olarak üstün bir … özgürlüğe kavuşmasından doğan ruhsal durumu, gerçek bir sanat eserinin insanın benliğinden kopup kaybolduğu bir an olarak kabul etmemiz gerekir!”. Demek ki Schiller’e göre kişi bir de doğuştan sanatçı yaratılmışsa, söz konusu eser, kişinin benliğinden kopup kaybolmayacak, aksine doğacak, ortaya çıkacaktır. Buna karşılık sanatta bir başka gerçek daha var ki o da, eser yaratmanın ne düşünmekle, ne de istemekle meydana gelebildiğidir; insanda yalnız ve yalnız duyabilme gücünün sanat eserini yarattığı inkâr edilemez bir gerçektir. O halde bütün bu akımlar arasında en doğrusu, ortak bir gerçekte birleşebilmektir; bu gerçek de şudur: “Sanat yaratıcılığına aklın katılımı olmayınca, Saf İstek de doğamayacak, ama Saf İstek olmayınca da akıl tek başına sanatı yaratamayacak!”
Yeni ve son çağların estetiğine ışık tutan büyük şair Schiller’in o ünlü “Neşeye Şarkı” adlı şiiri de hiç şüphe yok ki Akıl ile Saf İsteğin mutlu bir sentezi olarak meydana gelmişti. Nitekim bu şiir, Beethoven gibi bir sanat adamında 9. Senfoni’yi yazma heyecanını uyandırdı. Beethoven, insanın özgürlüğüne ve insan sevgisine yönelen bu son senfonisini yaratma yolunda Schiller’in bu şiirini dile getirmekle, Akıl ile İsteğin sanatta gerçek birleşimini gerçekleştirebilmenin mutluluğuna ermişti. Bu eserde, söz ve ses sanatları birleşmiş, sesin sembolik deyimini, sözün aracılığıyla görünür bir yoruma bağlayabilme imkânı elde edilmiştir.
Ancak bu eserin gereği gibi yaratılabilmesi bakımından Beethoven’i düşündüren bir sorun vardı: saf orkestra müziğinin akışı içinde, söze, yani insan sesine geçiş nasıl sağlanabilecekti? O halde senfoni sanatına temel olan soyut müziği, şiir sanatına, daha doğrusu Schiller’in sevgi anlayışını yansıtan sözlere, fikirlere yadırgamadan bağlayacak bir ara ortamı elde etmek gerekiyordu, çünkü 9. Senfoni’nin son bölümünde, orkestra müziğini ansızın kesip, solistlere ve koroya Schiller’in Neşeye Şarkı şiirini okutmaya birden bire başlatmak, kolay bir yol olduğu kadar anlamsız bir kesintinin meydana gelmesine de sebep olabilirdi. Beethoven, uzun düşüncelerden, birbiri ardına yaptığı taslaklardan sonra, geçiş ortamı olarak tasarladığı bölümde, dinleyiciyi, eserde yepyeni bir değişmenin meydana geleceği fikrine kolaylıkla çekip götürecek estetik uyarıyı da bulmuştu; artık herkes, ansızın işittiği ve duyduğu şeylerle er geç doğacak bir yeniliğin özlemi içindeydi; nitekim sanatçı, solo baritona şu sözleri bağırarak etrafa duyurma görevini verdi; “Dostlar! Olmaz bu seslerle, artık daha güzel seslerle, neşeyle bize hitap edin!”. Beethoven, bu cümleyle, fikirlerinin, düşüncelerinin, orkestra müziğinin gerektirdiği mecaz dilinde gereği gibi belirtilmesine imkân olmadığını itiraf ediyordu; sözü artık insana veriyor, dilin ve düşüncenin açık deyimine sığınmaktan başka bir çare kalmamış olduğunu açıkça anlatıyordu.
9. Senfoni’de sesten söze geçmenin Beethoven’e göre ara ortamı olan uyarıştan sonra, yani baritonun: “…Dostlar! Olmaz bu seslerle, artık daha güzel seslerle, neşeyle bize hitap edin!” uyarısından sonra, neyi söylemesi gerektiğini idrak eden koro, Schiller’in Neşeye Şarkı şiirinin ilk sözü olan “neşe” kelimesinde saklı olan insancıl anlamı sanki daha da belirtmek istiyormuşçasına, bu kelimeyi birkaç kere tekrarlar ve arkasından şiirin mısraları, koronun ağzından bir çağlayan gibi boşanır gider:
“Neşe! Sen ey Tanrılar alevi Neşe!
Ey Elisiyum’un kızı Neşe!
Mabedine mest olarak gireriz bizler senin;
âdetlerin, örflerin belirttiği hikmetleri,
senin sihrin de açıklar, senin sihrin de belirtir…”
Bu koroda görev alan dörtlü bir solist grubu da (soprano, alto, tenor, solo bariton), şiirden okudukları mısralara dayanarak, eseri olağanüstü bir güzellikle taçlandırır.
7 Mayıs 1824 günü Viyana’da, kulakları artık büsbütün sağır olduğu için hiçbir sesi duyamayan Beethoven’in de bulunduğu akademik bir toplantıda ilk olarak çalınan 9. Senfoni’yi heyecanla dinlemiş olan, zamanın ünlü bir sanat eleştirmeni, eser hakkındaki görüşlerini çok güzel bir yazıyla açıklamış ve büyük sanatçı için şöyle demişti: “…O’nun, sanatın sırrına ulaşma yolunda göze aldığı derin araştırmalar yüzünden vaktinden çok evvel ağaran saçlarına baktıkça; o’nun önümüzde akıp giden ses kitlelerindeki dolgunluğa, o’nda her zaman taze kalan kuvvete, yaratışlarındaki sonsuz ateşe hayran kaldıkça, içi bitmez tükenmez bir çaba ile durmadan yenilenirken, dışı karla dolup örtülmüş bir volkan, sanki ruhumuzda ansızın canlanıyor!”
Gün gelmiş, 9. Senfoni’yi Türkiye’de Türk sanatçılarıyla değerlendirebilme imkânı da elde edilmişti. Hiç şüphe yok ki, müzik alanında ulaştığımız bu aşama, Atatürk devrimlerinin mutlu sonuçlarından biriydi. Devlet Konservatuvarı kurulmuş, aradan altı uzun yıl da geçmişti. Yüksek ihtisas öğrenimlerini başarıyla bitirmiş, bilimin uluslararası değerdeki ortak tekniğinden millî sanatımızı da yararlandırmayı öğrenmiş olan genç sanatçı kuşaklarımız yetişmişti. Dünya müzik edebiyatının belli başlı eserlerini memleket sanat çevrelerine gereği gibi tanıtacak yorumcularımız ile aynı değerde eser verecek yaratıcı sanatçılarımız, zamanla yabancı çevrelerde, milletlerarası plandaki sanat uygulamalarında da eşit güce sahip olduklarını şerefle ispat etmişlerdi. İşte bu çaptaki devrim başarılarımızdan biri de, Beethoven’in 9. Senfoni’sinin 1942 yılının Mart ayında Ankara’da ilk olarak icra edilmiş olmasıydı. Böylelikle 9. Senfoni’nin, Şef Dr. Praetorius’un yönetimi altında, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Devlet Konservatuvarı korosu ve solistleri tarafından icrasından yepyeni bir Türk yorumu ortaya çıkacak, Schiller’in Neşeye Şarkı adlı şiiri bütün milletlerin yaptıkları gibi, Türk diline ve Türk duygusuna da mal edilmiş olacaktı. Haftalarca süren çalışmalardan sonra o gün eser büyük bir başarıyla icra edildi; sanatçılarımız, bu arada 9. Senfoni’deki dörtlü ses birliğinin ilk Türk solistleri, sanat güçlerini ispat etmişler, hararetle alkışlanmışlardı. Ne yazık ki, ikinci dünya savaşının bütün yıkıcılığıyla sürüp gitmekte olduğu mutsuz bir dönemde, Türk toplumundaki yapıcılık azminin gerçek tanıtı olan bu büyük olayı, devrimlerimizin asıl önderi Atatürk görememişti.
9. Senfoni’nin ilk Türkçe icrasını, o zamanki teknik imkânsızlık yüzünden banda alamamak, 25 yıl önceki o mutlu geçmişi bugün yeniden dinleme gücünden bizleri ne yazık ki yoksun bırakıyor, ama bugünün teknik imkânları bu açığın da kapanacağına olan inancımızı sarsmıyor.
Sözlerimi bitirirken, 9. Senfoni’nin icrasından kısa bir süre önce yayımlamış olan bir yazının bazı cümlelerini sizlere sunmak istiyorum. Söz konusu yazı, Ankara Devlet Konservatuvarı’nı 1940 yılının Mayıs ayında bir kuruluş kanununa da kavuşturmuş olan, devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in 9. Senfoni üzerine görüşünü ve inancını yansıtan yazısıdır. Yücel bu yazısında kısaca şöyle diyordu: “Asrî Müziğin yaratıcılarından Beethoven, 9. Senfoni’de mânâ âleminin bir kahramanı ile gönül birliği, duygu birliği ve ses birliği yapmaya razı olmuştur… Beethoven, sanki bu seslerle, en yüksek insan idealini anlatamamaktan üzülmüş, Schiller’in ancak Tanrılardan duyulabilir yücelikteki mısralarını söyletmeye mecbur olmuştur. Schiller, sevimli yüzüyle insandaki kıymetlere bütün hayatınca tapmış, hürriyet ve neş’enin şairi Schiller, Beethoven’e ilham veren bu şiirinde, insanları Tanrıda birleşmeye çağırmıştır… İnsanlığın alevler içinde kıvrandığı böyle bir devirde, Beethoven’in sesine ve Schiller’in sözlerine ne kadar muhtacız!..”
(Plak: Beethoven, 9. Senfoni, 4. Bölüm, Alman Senfoni Orkestrası)