Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

RADYO

Ankara Radyosu
4 Mayıs 1956, Cuma, Saat: 21.15-21.45

BACH’A DAİR

Bach sanatına çok bağlanan Wagner, 1865’te yayımladığı bir kitapta şöyle diyordu: “Şu Bach’a bakın, şu … koskoca peruğun altında saklanan üstada bakın – Thüringen eyaletinin isimleri bile unutulmuş küçücük kasabaları arasında, kantorlukla, organistlikle dolaşmış, karnını doyurmayan işlerle oraya buraya sürüklenmiş, hemen herkes tarafından küçümsenmiş olan bu adamın devirlere karışan eserlerinin tekrar meydana çıkması için meğer tam bir asrın geçmesi lazımmış; hele bu adama … geçmişten kopup gelen şekil, nasıl bir şekildi? Tamamen devrin ruhunu aksettiren bir şekildi; kısır, olduğundan fazla görünmek isteyen … bir şekildi. Bir de şimdi akıllara sığmayan Büyük Bach’ın … meydana getirdiği eserlere bakın! Ben onun yalnız yaradışlarına işaret etmekle yetineceğim; çünkü bu yaradışların zenginliğini, kutsallığını ve her şeyi ihata eden [içine alan] mânâsını, herhangi bir sanatla mukayese etmeye imkân var mıdır?”.

Bach’ı bize olduğu gibi yaklaştıran bu sözler, 1750’de ölen sanatkârın az zamanda tamamen unutulduğunu, ancak 1822 yılından itibaren Mendelssohn’un gayretiyle yeniden hayata intikal ettiğini  açıklamaktadır. Onun için Mendelssohn, bir Bach sanatı kâşifi olarak tanınmaktadır.

Günün birinde Bach’a, sanatında nasıl olmuş da bu derece ilerlemiş olmasının sebebini sormuşlar, o da şu cevabı vermiş: “Hayatta yalnız çalışmak mecburiyetinde olduğumu hissettim; kendini benim gibi çalışmaya veren herkesin aynı şekilde ilerleyeceği tabiidir.” İşte Bach böylesine bir çalışma sayesindedir ki elli yaşına ulaştığı sıralarda en olgun eserlerini vermişti. Sanatkârın gene aynı yaşlarda yazdığı “İtalyan Konçertosu” (1735), mutlak sanat yanında tasvirî sanata olan ilgisini açıklaması bakımından da mühimdi. Bach, İtalya’yı görmeden antik atmosfere ne kadar bağlanmış olacak ki, İtalyan Konçertosu’nda, güneye mahsus özellikleri ifade etmek istemişti.

Bu eserin solistik bir bünye içinde akıp giden ilk kısmında, âdeta maiyetiyle ilerleyen nüfuzlu bir şahsiyeti görmenin havası vardır. Çok içli bir beyana sahne olan ikinci kısımda, vaktinden evvel sona erdiği hissini veren esas melodinin bir müddet daha devam etmemesine insanın neredeyse isyan edeceği gelir. Eserin üçüncü ve son kısmına ise, sanki sonsuz bir ilerleyiş, bir yol alış hakimdir. Bu kısımda gittikçe çabuklaşan eller, gözle takip edilemeyecek süratle, bir aşağı bir yukarı hareket edip durur. O esnada elin biri, bazen bir atlayışta iki oktavı birden aşar. Bu durum karşısında sanki dinleyenin bile soluğu kesileceği gelir. Derken eller gene normal halini alır, heyecan huzura dönüşür. Bu kadar basit bir malzemeyle bu derece ince bir şekil ve bir ifade güzelliği elde edilmiş olması insanı hayretten hayrete düşürür. (Plak 1: Bach, İtalyan Konçertosu)

Bach sanatına hakim olan moral bünye, kimsenin gözünden kaçmamıştı. Hatta sanatkârın Füg’leri, bu moral bünyenin en güzel örnekleri olma vasfını taşırlar. Devrin sanat anlayışına göre, daha çok riyazi [matematiksel] bir mahiyet arz etmesi gereken bu Füg’ler, yalnız Bach’ın elinde, bir bilimin, bir tekniğin mukassaları [uygulanmaları] olarak kalmamış, aynı zamanda ruhî bir beyana istihale etmiştir [dönüşmüştür]. (Plak 2: Bach, bir Füg)

Bütün bu Füg’ler, yalnız yaratıldıkları devrin değil, her devrin eseri olmanın önemini taşırlar. Çünkü bunlar, dünyaya ayak bastıkları anda elde ettikleri değere, her zaman için sahip olmuşlar ve sanki her günün eseriymiş gibi taze kalmışlardır. Onun içindir ki Bach sanatı, sonu olmayan bir güzelliğin sanatıdır. İç ve dış görünüşü ile Bach, sanki birbirine sımsıkı bağlı iki ayrı insanı temsil eder. Bach’ın iç benliğine hükmeden insan, ender rastlanan bir ruhun nüfuz edilemeyen taraflarına hükmeden bir insandır ve Bach’ın maddi varlığı, böylesine bir muhtevayı [içeriği] koruyan mahfazaya benzer. O halde Bach sanatına hükmeden iç ve dış insan, diğer sanatkârların çoğunda olduğu gibi, karşılıklı çarpışan iki ayrı insanın devamlı mücadelesini değil, bilakis iç ve dış benliği ile anlaşmış tek insanın huzurunu bizlere anlatır. Bach, Beethoven’de, hatta Wagner’de olduğu gibi, çok kere kendi benliğiyle çatışan bir sanat adamına benzemez. Bu çatışmada iç Beethoven’in dış Beethoven’i vakit vakit tabii hayattan mahrum ettiği, ona eziyet ettiği, hatta onu günün birinde tükettiği bile görülmüştür. Halbuki ne sanattaki üstün şahsiyetini, ne de böyle bir şahsiyetin verimi demek olan yaradışlarının mükemmelliğini hayatı boyunca idrak edememiş olan Bach’ın tam bir sükûn içinde geçen hayatı, iç ve dış benliğiyle tam olarak anlaşmış bir sanat büyüğünü temsil etmektedir. Onun içindir ki Bach, zamanında kendi yaratışlarına karşı gösterilen ilgiyi, daima tabii bir hadise telakki etmiş ve eserlerinin tanınmasını sağlayacak herhangi bir tedbire başvurma ihtiyacını hissetmemiştir. Bach, her şeyden önce manevi hazza bağlanmış bir insandı. Ona göre hakiki ibadet, ancak sanata bağlanabilmekti. Esasen Bach’ın eserlerinde sezilen o mânâ dolu inanış, sanatkârı dar anlayıştan uzak tutmuş ve türlü tefsirlere uğrayan hayat, Bach için bir barış ve neşe kaynağı olmuştur. (Plak3: Bach)