
Atatürk’e has insan sevgisi, değişik sevgi türleri arasında büsbütün başka bir kaynaktan güç almaktadır. Ata’da görülen sevginin en güzel tarifine filozof Arthur Schopenhauer (1788-1860) yaklaşmıştır. Bu filozofa göre gerçek sevgi, “acımadır, ıstıraptır. Yani duygunun şefkatle birleşiminden doğan moral bir yüceliştir. Acıdan, ıstıraptan, şefkatten pay almayan sevgi, bencil sevgidir”. Ve gene Schopenhauer bu iki tür sevgiyi iki ayrı terimle tanıtmıştır ki, bunlardan biri “Eros”1, öteki de “Agape”dir2. Bu duruma göre filozof bencil sevgiyi “Eros” olarak yorumlamış, gerçek sevgiyi ise “Agape” diye, yani acıdan, ıstıraptan, şefkatten beslenen sevgi ya da gerçek sevginin sofrasına oturabilmenin mutluluğuna ermiş kişilere has sevgi olarak nitelemiştir.
Yapılan araştırmalar, Ata’nın bütün inisiyatiflerine, engin bir şefkat ve fedakârlıktan güç alan gerçek sevginin, aklın ve hikmetin de katkısıyla oluşan ortak bir senteze dönüşerek egemen olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Aksi takdirde, İstiklâl Savaşı’nın başından sonuna kadar Gazi Mustafa Kemal ve çevresini, davranış ve eylemler halinde oluşturan korkunç olayların içinden sıyrılıp, devlet gemisini onarabilme ve gemiyi selamet sahiline başarıyla ulaştırabilme imkânı, dünyanın hangi önderine kolay kolay nasip olabilirdi? Nitekim Ata’nın, karşılık beklemeyen sevgiden güç alarak alt edebildiği olayların paralel oluşum ve gelişimlerini, aşağıda sıra ile açıklanan şu beş görünüm gereğince özetlemekte ve gözler önüne açıkça sermektedir:
Yukarıdaki 5 karanlık tablo da gösteriyor ki, bütün bu olaylara dış düşmanlar kadar iç düşmanlar, hattâ cehalet ve bencil davranışlar önderlik etmiş, Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Millet Meclisi’ne seçimle katılmasını engellemek kasdıyla hazırlanan yeni bir seçim tasarısı meclisin müzakere gündemine alınabilmiş ve genel kurul toplantısına kadar getirilebilmiştir (2 Ekim 1919). Bu tasarıya göre, herhangi bir vatandaşın milletvekili olabilmesi için doğum yerinin Türkiye sınırları dışında kalmamış olması ve seçim bölgesinde en az aralıksız beş yıl oturmuş bulunması gerekmektedir (!). O halde açıkça görülmekte idi ki, çöken Türkiye’yi imparatorluğun harabesi üstünde yeniden canlandıracak olan Mustafa Kemal Paşa gibi bir kahramanın, bütün yurdun kurtarılmasını amaçlayan millet sevgisi etkisiz duruma sokulmak isteniyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın, yukarıda değinilen tasarı karşısında, mecliste yapmış olduğu konuşma, Türk Devleti’ne yeniden can verme yolunda hayatı boyunca göze almış olduğu fedakârlıkları bütün açıklığıyla ortaya koyma bakımından büyük önem taşımakta idi. Ata, karşılık beklemeyen sevgiye eşsiz bir örnek olmanın niteliğini taşıyan bu konuşması ile, aynı gün Meclis sıralarında yerlerini almış bulunan milletvekillerine gerçekleri olduğu gibi açıklamış ve şöyle demişti:
“Ne yazık ki doğduğum kent, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Sonra herhangi bir seçim bölgesinde de beş yıl oturmuş değilim. Doğum yerim bugünkü millî sınırlarımızın dışında kalmıştır, ama bu böyle ise bunda benim kesinlikle bir kasıt ve kabahatim yoktur. Bunun nedeni, memleketimizi, milletimizi mahvetmek ve perişan etmek isteyen düşmanların, hareketlerinde başarılı olmaktan kısmen menedilememiş olmasıdır. Eğer düşmanlar, amaçlarında tümüyle başarılı olmuş olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imzalarını koymuş olan efendilerin de memleketleri sınırlarımız dışında kalabilirdi.
“Bundan başka, bu maddenin aradığı şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş yıl sürekli olarak herhangi bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da bu vatan için üzerime aldığım görevlerin gereğidir. Eğer ben bu maddenin istediği şarta sahip olmaya çalışsa idim, İstanbul’u kazandırmayı sağlamış bulunan Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmaları yapamamam gerekirdi. Eğer ben bir yerde beş yıl oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis’i ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır doğrultusunda ilerleyen düşmanın karşısına çıkmamam, Bitlis’in ve Muş’un kurtarılmasını sağlamış olan vatan görevimi yerine getirememem gerekirdi. Bu efendilerin aradıkları şartlara sahip olmak isteseydim, Suriye’yi boşaltan orduların yıkıntısından, Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunmamam ve bugün millî sınır dediğimiz sınırı gerçekleştirme yolunda adım atmamam gerekirdi. Sanıyorum ki, ondan sonraki çalışmalarım herkesçe bilinmektedir. Hiçbir yerde beş yıl oturamayacak kadar mesai harcamış bulunuyorum. Ben sanıyordum ki bu hizmetlerimden dolayı milletimin sevgisini, teveccühünü kazandım. Belki de bütün İslam dünyasının sevgisini ve teveccühünü kazandım. O halde, bu teveccühe karşılık vatandaşlık haklarından uzaklaştırılacağımı asla düşünmezdim. Sanıyorum ve sanıyorum ki, yabancı düşmanlar beni kasten memleketimde görevimden uzaklaştırmaya çalışacaklardır. Ama hiçbir zaman aklımdan geçirmezdim ki, bu yüce Mecliste velev ki iki üç kişi olsun aynı düşüncede bulunabilsin. O halde, ben anlamak istiyorum, bu efendiler seçim bölgeleri halkının düşünce ve duygularını ciddi olarak mı yansıtıyorlar?
“Gene bu efendilere karşı söylüyorum, milletvekili olduklarına göre, tabii olarak etkin bir kişiliğe de sahip bulunuyorlar. O halde, millet bu efendilerle aynı düşüncede midir? Efendiler, beni vatandaşlık hakkından yoksun kılmak yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir?! Bu kürsünden resmen yüce Meclisinize ve bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum!”
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıda aynen geçen sözlerinin ajans ve bazın yoluyla bütün millete duyurulmasından hemen sonra, Meclis başkanlığına protestolar yağmaya başlamıştı ve bunların arasında Gazi’ye Rize’den gönderilen iki maddelik bir telgraf büyük önem taşımakta idi. Bu telgrafta şöyle deniyordu:
“1) …Şahsınız, kıymetli ve sayın çalışma arkadaşlarınız aleyhinde livamız nâmına söz söyleyen ve zıt düşünce besleyen, fakat bizce hiçbir şahsiyet ve mevkii olmayan milletvekilini lanetliyoruz. O, livamızı temsil hakkına da sahip değildir.
“2) Şu zamanda, vatansızların bile katılmayacağı düşünce ve fesatlığı bize öneren milletvekili efendinin düşüncelerine katılacak tek kişi bile olmadığını şükran ve derin saygılarımızla arz ederiz efendim.”
Yukarıda bütün ayrıntılarıyla açıklanan bu çok anlamlı olay Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün diktatör olmadığını, hattâ hiçbir zaman olamayacağını kesinlikle gösteren bir belge olmanın önemini taşımıyor mu? Hattâ Mecliste yapılan böylesine bir konuşma, büyük kurtarıcının, Atatürk diktatör müydü, değil miydi? gibi anlamsız tartışmalara yeltenenleri kolayca susturacak, bu tür anlamsız düşünceleri kesinlikle önleyecek bir davranışını gözlerin önüne açıkça sermiyor mu?
Atatürk’ün dünya görüşü her şeyden önce akılcı felsefeyi, insan sevgisi kadar yeğlemektedir ve onun için Ata şöyle demiştir: “Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının anlatamayacağı hiçbir şey düşünemiyorum”.
Ata, devletin arması olarak düşünülen ve desenleri hazırlanarak herhangi birini seçmesi için kendisine sunulan kurt başlı taslakları görünce de, bu konu üstündeki görüşünü şöyle açıklamıştır: “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan bir devletin arması olamaz. Devlet armasını sembolik bir insan başı olarak temsil etmeli!”.
Ata, kişiye ve topluma yönelik yorumlarında, akıl ile duygunun ortak katkısından feyiz alan görüşlerini, gerçek sevgi ile güçlendirmede olağanüstü başarı elde etmiştir. Onun için Ata’nın millet üzerine olan yorumunun kendine göre bir özelliği vardır ve Ata milleti şöylesine bir yorumla tanıtmaktadır: “…Millî ortak düşüncenin, ahlâkın, duygunun, heyecanın, hâtıra ve geleneklerin milletin fertlerinde meydana gelmesini ve kökleşmesini sağlayan ortak geçmişin, birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin, milletlerin kuruluşunda en önemli etkenler olduğunu bir kez daha kaydettikten sonra millet üzerine, ikinci derecedeki unsurlara önem vermeyerek, mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tarifi biz de yapalım:
a.Zengin hâtıra mirasına sahip bulunmak. b.Birlikte yaşamanın gerektirdiği ortak istek ve uyumda içtenlikli olmak.”
Ata, yukarıdaki iki şartı ancak sağlam bir ilkede tamamlamakta ve şöylesine üstün bir sonuca bağlamaktadır:
“c) …Sahip bulunulan mirasın korunmasına birlikte devam yolunda inançları ortak olan insanların birleşmesinden oluşan topluma millet adı verilir.”
Gazi Mustafa Kemal’in, düşünce evriminde aklın ve ruhun ortak katkısıyla gelişen olumlu sonuçlar üstündeki yorumları da, kişiliğine has insan sevgisinden beslenmektedir. Ata’nın, devlet, bağımsızlık, demokrasi, cumhuriyet, özgürlük, hoşgörü ve vicdan özgürlüğüne değinen düşünceleri olağan üstü önem taşımaktadır. Nitekim Ata’nın bu tür düşünce ve yorumları Büyük Nutuk ile öteki kaynaklardan dikkat ve titizlikle derlenerek özetlendiği takdirde, son derece ilgi çekici bir sonucun meydana gelmesine imkân sağlamaktadır ki, bu yoldan elde edilen az çok hacimli bir metin, Ata’nın şu güçlü görüşlerini içine almaktadır:
“Devlet, belirli bir bölgede yerleşen ve kendine has bir güce sahip bulunan kişilerin tümünden oluşan bir varlıktır… Milletin oluşturduğu devletin ve hükümetin, vatandaşlara karşı yükümlülükleri ve yetkileri vardır… Kişinin ekonomik faaliyeti, ekonomik ilerleyişin ana kaynağı olarak kalmalıdır. Kişilerin gelişimine engel olmamalı, onların görüşlerinden olduğu gibi, özellikle ekonomik alandaki özgürlük ve girişimleri önünde de Devlet, kendi tutumu ile bir engel meydana getirmemelidir; bu tutum demokrasi prensiplerinin en önemli esasıdır. O halde diyebiliriz ki, şahsî gelişimin, engel karşısında kalmaya başladığı nokta, Devlet müdahalesinin sınırını oluşturur… Demokrasi, bir sosyal yardım, ya da bir ekonomik kuruluş sistemi değildir. Demokrasi, maddi bir refah sorunu da değildir. Böyle bir teori, (ancak) vatandaşın siyasal özgürlük ihtiyacını uyutmayı amaç bilir. Demokrasi düşüncedir, bir kafa sorunudur… Hükümet prensibi de, bir adalet sevgisini ve ahlâk düşüncesini gerektirir… Demokrasi, memleket aşkıdır, aynı zamanda babalık ve analıktır, demokrasi esasta şahsidir; bu nitelik vatandaşın, egemenliğe insan sıfatıyla katılmasıdır… Eninde sonunda demokrasi eşitliktir. Bu nitelik demokrasinin şahsi olmasının zaruri bir sonucudur. Şüphesiz bütün kişiler aynı siyasi haklara sahip olmalıdırlar. Demokrasinin, bu şahsi ve eşitliği tutan niteliklerinden, genel ve eşit oy prensibi çıkar… Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantığa uygun yürüyüşünü sağlayan hükümet şekli cumhuriyettir… Kişinin özgürlüğünü düşünürken, herkesin ve nihayet bütün milletin ortak yararını ve devlet ağırlığını göz önünde bulundurmak gerekir. Anlaşılıyor ki, şahsi özgürlük mutlak olamaz. Başkasının hak ve özgürlüğü ve milletin ortak yararı kişi özgürlüğünü sınırlar. Şahsi özgürlüğü sınırlama, devletin de adeta özü ve görevidir… O halde şahsi özgürlüğe sınır olarak başkalarının özgürlük sınırlarını gösterirken, şahsi özgürlüğün, milletin genel yararının gerektirdiği dereceden daha fazla sınırlandırılamayacağı kabul edilmiş oluyor. Bu düşünce basittir, ama uygulanması çok güçtür, çünkü şahsi özgürlük derecesinin devletin faaliyetini zayıflatmaması gerekir. Devletsiz bir toplum ya da zayıf bir devlet hayatının sonucu, herkesin herkese karşı savaşıdır. Bu savaş, çoğunluğun özgürlüğünü bozmayacak biçimde adalete ve hakka en uygun niteliğe dönüştürülmelidir…. Herkes istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine has siyasal bir düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak ya da yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına hakim olunamaz.
“Vicdan özgürlüğü mutlaktır ve ona karşı çıkılamaz. Kişinin tabii haklarının en önemlilerinden biri olarak tanınmalıdır. Özellikle din koruyuculuğu kılığına girenlerin gerçeği düşünebilenler, söyleyebilenler için uygun gördükleri zulüm ve işkenceler insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır… Çeşitli inanıştaki kimseler birbirlerini hor görüyorlarsa, hattâ sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde hoşgörü yoktur, bunlar bağnazdırlar… Gerçeği söylemek gerekirse diyebiliriz ki, özgürlüğü özgürlük için sevenler, bağnazlığın ne demek olduğunu anlayanlar bütün dünyada çok azdır. Her yerde genel olarak geçerli olan bağnazlıktır. Her yerde görülebilen barış manzarasının temeli bağnazlık ile özgür düşüncenin birbirine karşı kin ve nefretin üstündedir; temelin devrilmemesi, kin ve nefret düzeyindeki dengeyi tutan fazla kuvvet sayesindedir.
“Şüphesiz, düşüncelerin, inanışların başka başka olmasından yakınmamak lazımdır. Çünkü bütün düşünce ve inanışlar bir noktada birleştiği takdirde bu hareketsizliğin görünümüdür, ölüm işaretidir… Bunun içindir ki, gerçek özgürlükçüler hoşgörünün genel bir huy olmasını dilerler. Ama, hattâ iyi niyetle de olsa, bağnazlık hatalarına karşı dikkatli olmaktan vazgeçemezler. Çünkü iyi niyetle hiçbir zaman hiçbir şeyi onaramamışlardır. İnsanların ruhun kurtuluşu için yakıldıklarını biliyoruz…”.
Atatürk’ün dünya görüşündeki gerçek sevginin yerini bir başka açıdan da ortaya koyabilmek için, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmadan kısa bir süre önceki utanç verici yıllarda geçen olaylara da uzanmakta yarar vardır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın, mensubu olmakla kıvanç duyduğu Türk milletine beslediği büyük sevgi, bu eşsiz komutanın daha o tarihlerde ruhunda oluşan sarsılmaz güveni de bütün parlaklığıyla ortaya koymaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşını kaybederek müttefiklerden barış istemek zorunda kalması ve 30 Ekim 1918’de Mondros’ta imzalanan silahları bırakma antlaşması, yurdu önlenmesi imkânsız bir umutsuzluğa düşürmüştü. İstanbul’da ve memleketin hemen her yerinde halk protesto mitingleri düzenlemişti. Dört yıllık savaş süresince yalnızca Çanakkale’de toprağa verilen 250.000’i aşkın memleket evladının acısını Türk milleti, her acıyı olduğu gibi inanılmaz bir sabırla göğüslemeyi başarmıştı. Ne var ki, savaşın kaybedileceği ve Türkiye’nin belki daha büyük facialarla karşılaşmak zorunda kalacağı yollu üzüntüler, 1918 yılının başlarında, her düşünen başı kaygılandırmaktan geri kalmamıştı. Ama bu kapkara günlerde bile Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesi bambaşka idi. Hattâ Ata’yı İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinin, silahları bırakma antlaşması hükümlerine uymaya lüzum bile görmeden İstanbul’u fiilen işgale başlamış olmaları da tedirgin etmemişti. İşin daha da dikkat çekici yanı, Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ekim 1918’de imzalanan silahları bırakma antlaşmasından da beş ay önce, olayların süratle Türkiye aleyhine geliştiği günlerde, o dönemin genç ve ateşli kalemlerinden Ruşen Eşref’e verdiği bir resminin altına yazmış olduğu düşünceler, Ata’nın o karanlık günlerde bile herkesten başka bir görüşe sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Gazi Paşa, zamanla zedelendiği için her yeri tam olarak okunamayan bu ithaf yazısında Ruşen Eşref’e kısaca şöyle demektedir:
18 Mayıs 1918
Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki … muhabbetim ve … bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları … içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmiye … çalışan bir gençlik gördüğümden … işte aziz Ruşen Eşref bey, sizi … bugünden tanıyabilmekle memnunum. Mustafa Kemal
Mustafa Kemal Paşa’nın yukarıdaki ithaf yazısının bazı yerlerinin okunamamasına rağmen, Türk milletinin umutsuzluk içinde kıvrandığı o ıstıraplı günlerde bile, herkesin söylediklerinden başka ve tam bir iyimserlik taşıyan bu sözlerden, kendine doğru yürünen nurun tam de kendisinin olduğuna şüphe etmeye imkân var mı?
Öte yandan Ata’nın “Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz!” dediği günler, yukarıdaki da değinildiği gibi, yurdun her yerinde büyük üzüntülere sahne olan günlerdi. Zamanın aydın kişileri bile batmak üzere olan imparatorluğun biraz olsun yaşama imkânına sahip olmasını sağlayabilecek tek önlemin, devletin geçici bir süre için yabancı bir devletin himayesi altına girmesi olduğu düşüncesinde idiler. Hele Batıdan hiç hayır gelmeyeceği de iyice bilindiği için, söz konusu yabancı himayenin ancak Birleşik Amerika Devleti olabileceğini ileri sürüyorlardı. Bu aydınlarımız arasında önemle yer alan rahmetli Halide Edip Adıvar da (1884-1964), Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği 10 Ağustos 1919 tarihli mektupta, bu konudaki üzüntüsünü uzun uzun açıklamış ve mektubun bir yerinde şöyle demekten kendini alamamıştı: “… Biz İstanbul’da kendimiz için, bütün eski ve yeni Türkiye sınırlarını kapsamak üzere, geçici bir Amerikan himayesini kötünün en az zararlısı olarak görüyoruz…”. Haide Edip Adıvar’ın o umutsuz günlerde şüphesiz iyi niyetle yazmış olduğu bu mektuptaki açık önerisi “Muhakkak nura doğru gidiyoruz!” diyen Mustafa Kemal Paşa’nın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir düşünce idi. Nitekim Ata o sıralarda bu görüş etrafında oluşan bütün tartışmaları sık sık tekrarladığı konuşmalarda şiddetle reddetmiş ve böyle bir düşüncenin hiçbir zaman söz konusu olamayacağını açıkça söylemişti. Hattâ Ata’nın bu tür tartışmalardan iki yıl önce Sivas Valisi Reşit Paşa’ya göndermiş olduğu 20 Ağustos 1917 tarihli mektupta ileri sürdüğü görüşler, mandaterlik çözümüne tümüyle kapalı, kesin birer prensip olmanın önemini taşımakta idi. Ata, bu mektubunun bir yerinde Reşit Paşa’ya şöyle demekten kendini alamamıştı: “… Burada şunu da arz edeyim ki bendeniz ne Fransızların ne de herhangi bir yabancı devletin himayesine boyun eğerek küçülecek kişilerden değilim. Benim için sığınacak en büyük yer ve cömertçe bağışlayıcılığını bizlerden esirgemeyen tek kaynak, sadece milletimin göğsüdür…”. İşte Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın bu tür kesin davranışları, o tarihlerde nüfusu 10 milyonu bulmayan Türkiye’mizi, Birinci Dünya Savaşının getirdiği büyük felaketin yorgunluğuna rağmen, özgürlüğe ve bağımsızlığa kavuşturmuş, hattâ bütün esir milletlerin kurtuluş hareketlerine ışık tutmuştur.
Mustafa Kemal Paşa’yı, 1919’da kesin bir kararla Anadolu’ya çekip götüren tek etken, şüphesiz ondaki karşılık beklemeyen insan sevgisi idi. Hattâ Ata, Samsun’a gitmek üzere vapura binmesinin ve geminin Karadeniz’de belki de batırılacağının güvenilir bir kaynaktan işitildiğinin yakın bir arkadaşı tarafından kendisine söylenmiş olmasına rağmen, “… İstanbul’da kalıp tutuklanmaktansa, batıp boğulmayı tercih ettim!” demiştir. Ve Anadolu’ya geçtikten sonra İstanbul hükümetince görevine son verilmiş olan Ata (8/9 Temmuz 1919), durumu ordulara ve ıstırapla bekleşen milletine bildirmiş, yüklendiği görevin önemini, ruhunda taşıdığı büyük bir alçakgönüllülükle ve şu sözlerle dile getirmiştir: “… Bu tarihten sonra, resmî sıfat ve yetkiden ayrılmış olarak, yalnız milletin şefkat ve yiğitliğine güvenerek ve onun bereket ve kuvvet kaynağının tükenmezliğinden ilham ve güç alarak, vicdani vazifemize devam ettik…”.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, din üzerindeki düşüncesini açıklarken, aşağıda değinilen bir yoruma özellikle önem vermiş ve insanseverlikte ulaştığı aşamayı ispatlayan bir deyişle dünya tarihinde de layık olduğu yeri almıştır. Ata’nın bu konudaki anlayışı şöyledir: “… Tebası arasında çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adil ve tarafsız muamelede bulunmayı ve mahkemelerinde tebası ve yabancılar hakkında adaleti eşitlikle uygulamayı üstlenmiş bulunan bir hükümet, düşünce ve vicdan özgürlüğüne uymaya mecburdur…”.
Atatürk, insanlık tarihinin birçok önderinde görülmeyen bir başka özelliğe de sahipti. Bu özellik de, gerçek sevgiyle bağdaştırılabilmesine imkân olmayan diktatörlükten alabildiğine uzak kalmış olması idi. Ata, 1935 yılında kendisini Çankaya’da ziyaret eden Amerikalı ünlü gazeteci Gladys Baker’ın, diktatör denilmesinden niçin hoşlanmadığı yollu sorusuna şu cevabı vermiştir: “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben gücümü milletimden alırım. Bence diktatör, başkalarını kendi iradesine zorla tutsak edendir. Ben, kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim…”.
Ata’ya has acıma psikolojisi de değme duygululukla kıyaslanmayacak niteliktedir ve insan sevgisinin eşine rastlanması hemen hemen imkânsız bir türünü vermektedir. Büyük önderin kendisini Çankaya’da ziyaret eden zamanın ünlü Fransız gazetecisi George Bennebe’e, savaş meydanlarında can veren yerli, yabancı, dost, düşman, bütün erlerin birbirinden ayırt edilmelerine gönlü razı olmadan söylemiş olduğu sözler, kişiliğine has engin bir merhametin eşsiz örneğini vermektedir. Ata, Bennebe’e şöyle demiştir: “Görüyorsunuz ya, birçok zaferler kazandım, ama bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş meydanlarında ölen bütün askerleri düşünerek derin bir keder duyuyorum”. George Bennebe de bu konuda okuyucularına Ata’ya yönelik duygusunu tam bir içtenlikle açıklamaktan kendini alamamış ve şöyle demiştir: “…Cesaret ve zekâsından başka, yüreği bu kadar alicenap olan büyük bir şefin, yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılır mı?”.
Ata’nın, Birinci Dünya Savaşının o ünlü Çanakkale savunmasında ölen ve orada gömülen Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler için dile getirdiği olağanüstü sözler, dünya tarihinde, savaşta ölenler için söylenmiş övgüler arasında çok değişik bir nutuk olmanın önemini taşımaktadır. Ata’nın eliyle yazdığı ve her yıl yapılmakta olan Çanakkale Savaşını anma törenlerinin birinde, zamanın İçişleri Bakanı rahmetli Şükrü Kaya tarafından Çanakkale’deki savaş meydanında okunan bu hitabe, aynen şöyledir: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın topraklarındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindirin. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır!”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Çanakkale savaşında ölen ve orada toprağa verilerek, korunmaları bizlere emanet edilmiş olan, bir zamanların düşman askerlerine ve onların analarına yönelttiği bu hitabe, ünlü devlet adamı Perikles’in (M.Ö. 500-429), Peloponez savaşının başında kahramanca ölenler için söylemiş olduğu Ağıt-nutkundan, hattâ Grek trajedi yazarı Euripides’in (M.Ö. 481-406) Hiketides (yalvaranlar) Destanı’nda, savaşta ölen kahramanların hatırasına sunduğu acıklı övgüden de farklıdır; hattâ çok daha anlamlıdır. O halde, savaşta kahramanca ölenlere sevgi ve övgü olmanın niteliğini taşıyan bu ünlü ağıtları karşılaştırarak taşımakta oldukları değişik anlamları birbirleriyle kıyaslayabilmek için, Perikles’in ünlü Ağıt-nutkunun doruk noktasının gözden geçirilmesi yerinde olur; ve bu konuda Perikles de Peloponez savaşında canlarını veren kahramanlar için şöyle demiştir: “…Bu insanların böyle ölmeleri, kahramanlıklarının eseridir. Çünkü bunu kendileri dilemiş, sonra da yüce bir şekilde sona erdirmişlerdir… (bunlar) dünya nimetlerini bir yana iterek, korkunç bir yolu seçmişlerdir; kendilerini ölüme atarak düşmanı cezalandırmayı yeğlemişlerdir… (bunlar) kendilerini, bedenleri ve ruhlarıyla bu işe adamışlar ve kaderin öngördüğü anda, korkudan sıyrılmışlar ve şerefle şehit düşmüşlerdir… Onun için şehitlerin … ana ve babalarına acımaktan çok, onları teselli etmek istiyorum… Çünkü seçkin insanların mezarı bütün dünyadır ve onlar yalnız vatanlarındaki mezar taşlarında ve kitabelerde anılmakla kalmayacaklar, sayısız anıları, yabancı diyarlarda bile, insanların bırakacakları eserlerden çok daha fazla kafalarda sonsuzlaşacaklardır”.
Görülüyor ki, Grek tarihçisi Thucydides’in (M.Ö. 470-394) yazdığı, ama tamamlayamamış olduğu Peleponez Savaşı (M.Ö. 431-404) adlı eserinden öğrendiğimiz Perikles’in Ağıt-nutku da, savaşta canlarını veren kahramanlara yönelik güzel ve anlamlı bir övgüdür. Ne var ki Ata’nın Çanakkale savaşında canlarını veren düşman askerleri için söyledikleri, savaşırken ölenlerin anısına, -hangi milletten olursa olsun- yöneltilmiş içtenlikli bir sevgi ve saygı örneğidir; ve onun için daha özlü ve daha anlamlıdır. Kısacası Perikles Ağıt-nutkunda savaşta kendi milletinden canlarını kahramanca verenlere hitap ederken, Ata, Çanakkale’de ölen ve oraya gömülen düşman askerlerinin anısına şefkatle, merhametle hitap etmektedir.
Grek edebiyatının ünlü Hiketides (yalvaranlar) Destanı’na gelince: Euripides bu destanda Teblilerle Argoslular arasında acımasızca sürüp gitmiş olan savaşta canlarını veren Argoslu kahramanların cesetlerinin, geleneğe aykırı olarak, memleketlerine gönderilmeyip, kin ve nefretin etkisi altında, öldükleri yerlerde kurtlara kuşlara terk edilmiş olmalarından acı acı yakınmaktadır. Bunu yapanlar ortak kana, ortak dile, ortak duyguya sahip olan ve çoktanrı düzeninin oluşturduğu zengin bir mitolojiyi ortaklaşa paylaşan Grek sitelerinin evlatlarıdır!
Euripides’in, “Teblilere Karşı Yedilerin Savaşı” adını taşıyan bu büyük destanında, Argoslu kahramanların cesetlerine reva görülen böylesine bir davranıştan yakınması, kısmen mitolojiye de mal olmuş bulunan tarihî bir olayın gerçek yönünü hiçbir zaman gölgelememektedir. Çünkü halk arasında öteden beri masal ya da efsane (Mythos) olarak da benimsenen bu tür destanlar, bir bakıma gerçekleri aksettirmenin önemini de taşımaktadırlar. Yani mitolojiler, gene de insanoğlunun psişik eğilimini ortaya koymaktadırlar. Hattâ ünlü düşünür ve psikolog Wilhelm Wunt (1832-1920), insanoğlunun mitolojiyi oluşturan hayal etme gücünü “aperception”, (tam-algı, tam idrak) şeklinde yorumlamaktadır. O halde Wunt bu konuda, insanın hayal etme gücünü, hayali âdeta gerçeğe de dönüştüren psikolojik bir olay olarak görmekte ve bu hali olduğu gibi bilince (şuura) mal etmektedir; Hattâ Wunt, mitolojilere psikolojik yaşantılar gözüyle bakmaktadır. Ve gene Wunt’a göre Euripides, Hiketides Destanı’nda gerçek hayat ve mitoloji arasında ayrım yapmadan, sadece insanoğlunun olumsuz davranışından yanıp yakılmaktadır. Öte yandan Hiketides Destanı’nın mitolojik yönü açısından yarı tanrı Theseus’un açtığı amansız savaş sonunda, kahramanların cesetleri Argos’a gönderilmiş, yani cesetler düşmandan zorla alınarak toprağa verilebilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı gerçeğinde ise, Ata, Çanakkale’de ölen ve o tarihten bu yana mezarları ilgiyle korunan yabancı askerlerin acıklı serüvenine ve onların acılı analarına yönelttiği hitabede, Türklerle göğüs göğse savaşan düşman erlerinin aynı savaş meydanında canlarını kahramanca vermiş olan evlatlarımızın yanı başında, sessiz ve huzur içinde, yan yana uyumakta olduklarını, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız sayılmaları gerektiğini bütün dünyaya duyurmuş ve bu sözlerle, insanlık tarihine, yeryüzünde benzeri görülmemiş bir belge armağan etmiştir. Ata’nın savaşta can veren insanoğlunun anısına yönelttiği bu hitabe ile Perikles’in Ağıt-nutku ve Euripides’in Hiketides Destanı arasındaki büyük fark, uygarlık tarihinde, insan sevgisine sunulan eşsiz bir anıt olma niteliğini dünyalar durdukça koruyacaktır.
Buraya kadar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi, dünya tarihinde layık olduğu yeri kişiliğine has olağanüstü özellikleriyle almış bulunan bir kurtarıcının insan sevgisine yönelik inisiyatiflerini, değişik açılardan araştırıp yorumlayabilme imkânları üstünde durulmuştur. Ne var ki, bütün bu çabalara rağmen, onun, yaratıcılığındaki olağanüstülükten güç alan özelliklerinin, gereğince gün ışığına çıkarılamayacağı da inkâr edilmez bir gerçektir.
1 Eros: Antik mitolojide Aşk Tanrısı.
2 Agape: Ortaçağda zenginlerin fakirleri doyurma amacıyla düzenledikleri sofralar.