Cevad Memduh Altar1902-1995
English | Français | Deutsch | Italiano | Español

ANILAR

Bu belgeyi Word Dökümanı Olarak İndirebilirsiniz!

A.B.D. İZLENİMLERİ

Aşağıdaki bölüm,
Cevad Memduh Altar’ın,
5 Mart – 6 Haziran 1954 tarihleri arasında
A.B.D. Dışişleri Bakanlığı Kültür Dairesinin davetlisi olarak
ve bir Fellowship programı dahilinde
üç ay boyunca ziyaret ettiği A.B.D. ile ilgili olarak,
1 Kasım 1954 tarihinden 13 Aralık 1954 tarihine kadar Yeni İstanbul gazetesinde
“Amerikan Kızılderilileri ve Zenciler Arasında, Birleşik Devletler’de sanat hayatı”
ve 20 Kasım 1955 tarihinden 11 Şubat 1956 tarihine kadar Zafer gazetesinde
“Birleşik Amerika’da Kültür ve Sanat” üst başlıkları altında,
konularla ilgili fotoğraflarla birlikte
bir bölümü tefrika edilen izlenimlerinden derlenmiştir.

            Amerika’yı nasıl tanırdım

            Küçüklüğümden beri merak eder dururum: “Amerika nasıl bir yerdir? diye. Bu merakımı besleyen değişik izlenimlerin kaynağı belki de çok eskiden seyrettiğim filmlerdir. Bu filmlerde sürekli olarak bir mücadele göze çarpardı. Mesela, beyaz derili adam hayat sahası arardı. Kızılderililerin ani baskınları ise bütün planları altüst ederdi. Tabancalar, tüfekler patlar, baltalar parlardı. Ucu zehirli oklar havada vızıldardı. Düşen, kalkan, yaralanıp can çekişen insanlar arasından ölümü göze alan bir fedai, binbir zorluk içinde imdat haberini Sheriff’e ulaştırır, ama kendisi de helâk olurdu. Derken daradar yetişen savaşçılar, barikatların himayesinde son kurşunlarını da atmış olan bir avuç savunucuyu muhakkak ölümden kurtarırdı. Nihayet düşman kaçar, kırmızı-beyaz çizgili ve çok yıldızı olan bir bayrak, toz duman arasında anlı şanlı sallanırdı; böylelikle mazlumların âhı alınırdı.

            Çocukluğumda İstanbul’daki “Menba-il-İrfan” mektebinin bahçesinde gördüğüm ilk sinemadan beri kafama yerleşen bu vizyon, Birinci Dünya Savaşını izleyen mütareke yıllarında, daha çok Sirkeci’deki Ses sineması ile Ali Efendi sinemasında varlığını aynen korudu. Gene o günlerde, Amerika’daki “Altına Hücum” devrinin çeşitli hikâyesini haftalar boyunca devam eden bölümler halinde seyretme alışkanlığını da artık elde etmiştik. Nitekim film deyince aklıma yalnız Amerika, altın arayıcılar ve Kızılderililerle cowboy’lardan başka bir şey gelmezdi. İşte bu filmleri seyrede seyrede kafama yer eden ilk Amerikan izlenimleri, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki Amerikan filmciliğinin etkisi altında daha çok romantik bir vizyona dönüştü. Hattâ film sanayiinde ilk olarak karşılaşılan böylesine bir gelişme, Amerika’ya karşı olan ilgimle beraber, bendeki tarih sevgisinin de artmasına neden olmuştu.

            Yukarıda dediğim gibi, biz Türkler Amerika deyince hemen daima “Amerika Birleşik Devletleri”ni kastederiz. Ne çare ki Amerikalı dostlarımız bu çok geniş kıta üzerinde mühim bir yer işgal eden memleketlerinin adını, muhataplarının ağzından “Amerika Birleşik Devletleri” şeklinde duymadan rahat etmezler. Orta mektep ve lise sınıfları boyunca, vakit vakit kafamı işgal eden Amerika vizyonu, “Cemahir-i Müttehide-i Amerika”, yani “Amerika Birleşik Devletleri” adından doğmuştu.

            Bu devletler ne idi? Niçin ayrılmışlar ve neden birleşmişlerdi? Mekteplerde sırf ezberciliğin hâkim olduğu bir devirde, mânâsını anlamadan bülbül gibi okuduğum bu upuzun devlet adının yanı başında, “Boston”, “Philadelphia”, “Washington”, “New York”, “Lincoln” gibi insan veya şehir adları da eksik olmazdı. Mississippi’ler, Hudson’lar, Arizona’larla California’lar, Sierra Nevada’lar ve nihayet San Francisco’lar da bu basit bilginin cabası mahiyetinde idi. Hele bu son adın bende bıraktığı izlenim çok mühimdi. Burada muazzam bir deprem olmuş, San Francisco şehrini yere sermişti. Bu derede basit bir tarih-coğrafya bilgisinin kafamda daha açık bir kavrama doğruı şekillenmesi, 1918’de hemen herkesin ağzından işittiğim, “Amerika harbe girmeseydi müttefikler kazanamazdı!” cümlesinden doğmuştu.

            Derken bir “Wilson prensipleri”dir etrafa yayıldı. Fakat o zamanki Amerika Başkanı Wilson’un ortaya koyduğu bu on dört prensip arasında en mühiminin, “Her milletin kendi mukadderatını kendi tâyin edeceği” prensibinin olduğu söyleniyordu. Nihayet bu prensip de, o zaman mahiyeti güç anlaşılan bir kimya formülü gibi senelerce kafamı işgal etti durdu. Cenevre’deki Cemiyeti Akvam [Birleşmiş Milletler] teşkilâtının da Wilson prensiplerinin ruhundan doğduğu söyleniyordu.

            O sıralarda Almanya’da öğrenime başlamıştım. Aramızda İngiliz ve Amerikalı öğrenciler de vardı. Bunların bir kısmı müzik, çok küçük bir kısmı da müzikoloji tahsiline gelmişti. Beş yıl birbirine karşı kurşun atmış olan bu Birinci Dünya Savaşı çocuklarının yalnız bir sahada eksiksiz uzlaşıp anlaştıklarına şahit olmuştum: o da sanat sahası idi. Yalnız bu konuda akar sular duruyordu. Hele müzik öğrenimi gören Amerikalı sınıf arkadaşlarımızla Alman hocaları arasındaki yakınlık insanı neredeyse Birinci Dünya Savaşının hiç yapılmamış olduğuna inandıracağı geliyordu. Bunun sebebini de anlamakta gecikmedim. Bütün milletleri olduğu gibi Almanlarla Amerikalıları da sanatta birbirine yaklaştıran şey, en çok Beethoven’in musikisi idi. Amerikalı öğrenciler bu müziğe içten ve çok samimi bir ilgi gösteriyorlar, repertuvarlarını en çok Beethoven’in müziği ile takviye ediyorlardı. Beethoven’in eserleriyle verilen konserlerde de bilhassa Amerikalı öğrenciler dikkati çekecek derecede göze çarpıyordu. Bu iki milleti birbirine yaklaştıran Beethoven probleminin, gelişigüzel bir sevginin fersahlarca üstünde bir realite olduğunu keşfetmekte de güçlük çekmedim. Çalışmalarım ilerledikçe, hürriyet ve demokrasi âşığı genç Beethoven’in, fikir ve sanat alanındaki gelişmesinde etkili olan sebeplerin en başında, kuzey Amerika’daki bağımsızık savaşlarının hayırlı neticelerini görüyordum (1775-1783).

            Fransa’da Cumhuriyetin ilanı tarihinde (1792’de) henüz 22 yaşında olan Beethoven’in bu devirden çok daha önce Washington ve Lafayette gibi hak ve hürriyet mücahitlerinin icraatiyle candan ilgilenmiş, hattâ birçok defalar Amerika’ya gitme arzusunu açıklamış olduğunu da gözlemlemiştim. Nitekim Amerika bağımsızlık savaşlarını içten bir sempati ile takip etmiş olan bu büyük sanatkârın 1791 yılında, gene bu savaşların olumlu sonucundan esinlenerek, “Hür adam!” adlı bir Lied de bestelemiş olduğunu gördüm. Nihayet Napoleon kâbusu içinde hürriyete susayan bütün Renliler gibi Amerika hürriyet mücadelesine gıpta ile yönelen genç Beethoven’in Amerika’ya olan sempatisi de yankısız kalmadı. 1827’de Beethoven ölmüş, aradan uzun yıllar geçmişti. 1866’da, Beethoven hakkında o zamana kadar yazılan biyografilerin en büyüğünü, Amerikalı meşhur bilgin ve Boston Kütüphanesi direktörü Alexander Wheelock Thayer yazıp halkoyuna sundu. Beethoven sanatının evrensel değeri, bu beş ciltlik büyük eserde büsbütün belli oldu. Nitekim Beethoven musikisinden doğan sevginin tek taraflı kalamayacağını, yalnız bu Amerikalı bilginin eseri az zamanda bütün dünyaya ispat etti.

            Çocukluk ve gençlik çağlarımda, altına hücum devrinin binbir macerasına sahne olan filmler ile büyük besteci Beethoven’in Kuzey Amerika Bağımsızlık Savaşlarına gösterdiği yakın ilginin meyvesi demek olan “Hür Adam!” şarkısı arasında sıralanmış bazı bulanık izlenimler beni vakit vakit Amerika’ya yöneltmişti. Ama bu belirsizlik gitgide bir anlam kazandı ve Birleşik Amerika Devletlerini daha yakından tanıma arzusu beni bazı incelemelere yönlendirdi Onun içindir ki, Amerika’yı –uzaktan da olsa- inceleme merakımı yenemedim.

            Yaşım ilerledikçe dikkatimi çeken en önemli nokta şu idi: 4 Temmuz 1776 tarihli Amerika Bağımsızlık Beyannamesi’nin bir yerinde: “Biz şu hakikatlerin aşikâr olduğunu kabul ediyoruz: Bütün insanlar eşit yaratılmış olup, Tanrı tarafından onlara devri kabil olmayan bazı haklar bahşedilmiştir. Hayat, hürriyet ve mutluluğa erişmek hakları bunlar arasındadır” denmekte idi. 160 sene içinde adedi 48’e çıkan Birleşik Amerika Devletlerinin yalnızca zamanla aynı gaye uğrunda birleşmiş olmalarını değil, o tarihten bu tarihe Amerika’ya göç eden çeşitli ırka ve millete mensup insanları da bir arada yaşatan, daha doğrusu Amerikalılaştıran etkiyi de bu beyannameye hâkim olan espride aramamaya imkân yoktu. İnsanlık tarihinde şahıs hürriyetini hedef tutan mücadele de bu beyanname ile garanti altına alınmış oluyordu.

            Kuzey Amerika kıtasına dünyanın her yerinden çeşitli sebeplerle göç eden çeşitli iman, ilke, din, mezhep ve düşünce sahibi insanları bir arada yaşayıp bir arada düşündürmeye yönelten nedenler arasında, Thomas Jefferson’ın önderliğiyle 1786’da Virginia’da ilan edilen din özgürlüğü beyannamesi şüphesiz en başta geliyordu. Cins ve mezhep tefrik ayırt etmeden sinesinde yaşayan bütün insanlara din özgürlüğünü her toplumdan önce hak tanımış ve tanımaya devam etmiş bir millete mensup olduğum için, hele bu beyanname kadar bana doğal gelen bir şey yoktu. Bir bakıma genç Amerika ile ihtiyar Avrupa’nın tolerans anlayışından doğan tezadı açıklaması bakımından da dikkate değer bir anlam taşıyan “Din Özgürlüğü Beyannamesi”, Birleşik Amerika’nın “Fikir” ve “İnanış” sahasındaki devamlı hamlelerinin esas kaynağı mahiyetinde idi.

            Amerika’ya davet ediliyorum

            Amerika’yı tanıma yolunda yıllar boyunca edindiğim izlenimleri geliştirmeye gayret ettiğim sırada idi ki, Amerika Birleşik Devletleri içinde üç aylık bir tetkik gezisine davet edilmek üzere olduğumu, evvelâ Amerikan Information Servisi şeflerinden Mr. Tole bana söyledi; bir müddet sonra da Kültür Ataşesi Mr. Latimer aynı haberi resmen teyit etti. Bu duruma göre, Birleşik Amerika Devletleri içinde üç ay devam edecek olan seyahatimin hangi incelemelere hasredileceğini ben kendim bir programla saptayacakmışım. Bu habere cidden memnun olmuştum. Senelerdir uzaktan uzağa yaptığım bir incelemeyi artık mahallinde geliştirecektim. Devlet Tiyatrosundaki işlerimin durumuna göre hareket tarihim Şubat 1954 başı olarak tespit edildi.

            Şimdi önemli olan şey yalnız programdı. Kafamı tırmalayan sayısız konular arasında iki önemli konu daha vardı ki, beni senelerden beri yakından ilgilendiriyordu. Bunlardan biri “Zenci”, öteki de “Kızılderili” konusuydu. Bunların incelenmesi tasavvurumu Washginton’daki temaslarıma bırakmayı kendimce daha doğru buldum ve bu hususa Ankara’da hiç değinmedim. Yani programımın tümünün Washginton’da saptanması konusunda tam bir anlaşmaya vardık.

            28 Şubat Pazar akşamı Ankara’dan trenle hareketim artık kesinleşmişti. 3 Martta İstanbul’dan Pan American uçağıyla Londra’ya, 4 Mart akşamı da Londra’dan gene Pan American uçağıyla New York’a hareket edecektim ve 5 Mart sabahı New York’a varacaktım.

            İstanbul’da nispeten sakin geçen üç gün içinde hazırladığım program, esas itibariyle şu yedi bölümü içeriyordu: 1) Radyo faaliyeti, 2) Sahne faaliyeti, 3) Müzik faaliyeti, 4) Plastik sanatlar faaliyeti,  5) Kütüphaneler ve müzeler, 6) Kızılderili ve zencilerle ilgili etnolojik ve folklorik araştırmalar, 7) Memleketimin kültür kalkınmasıyla ilgili konferanslar.
            Memleketimde senelerce idare ettiğim radyo faaliyeti bakımından Birleşik Amerika’da beni en çok ilgilendiren konu, şirketler veya özel teşebbüsler elinde idare edilen radyo ve televizyonların, resmî mercilerle olan ilişkilerini Federal Hükümet adına yürütmekle mükellef olan “Federal Komünikasyon Komisyonu” teşkilâtı ve fonksiyonu idi.
            Tetkik programımda, kültür faaliyeti adı altında da telhis özetlenmesi mümkün olan sahne, müzik ve plastik sanatlar faaliyetimin, Amerika Birleşik Devletleri dahilindeki üniversitelere inhisar edenlerini esaslı bir şekilde incelemek, beni bilhassa ilgilendiriyordu. Ayrıca müzik ve sahne faaliyetiyle ilgili resmî ve özel organizasyonlar ile müzik eğitim, öğretim ve icracılığında tanınmış şef, virtüoz ve şahsiyetlerle teması da programın bu üç maddesi içinde ele almak gerekiyordu.
            Kütüphane ve müzelere gelince: Bu kısımda üzerinde duracağım tanınmış müesseselerin en başında şüphesiz Washginton’daki Kongre Kütüphanesi ile Dumbarton Oaks müze ve kütüphanesi, Shakespeare Kütüphanesi, Millî Galeri [National Gallery], Boston ve New York’taki kütüphaneler geliyordu.
            Amerikalıların talebi üzerine oradaki sanat ve kültür çevresinde vereceğim konferansı da hazırlamıştım. Bu konferansın esas konusunu “Tanzimattan bugüne kadar Türkiye’deki kültür reformları” oluşturuyordu.
            Bir gece Londra’da kaldıktan sonra 5 Mart’ta New York’a ayak bastım. 8 Mart’ta vardığım Washington’da umduğumun üzerinde bir ilgiyle karşılaşmış ve misafiri olduğum Dışişleri Bakanlığının ilgili servisi, Amerika Birleşik Devletleri dahilinde seksen gün kadar devam edecek olan inceleme gezilerimin arzu ettiğim şekilde gerçekleştirilmesi imkânlarını sağlamıştı. Böylece yukarıda belirttiğim hususların hepsini, iki yerde verdiğim konferans da dahil olmak üzere, geniş ölçüde gerçekleştirerek 6 Haziran 1954’te yurda dönecektim.

            Birleşik Amerika yolunda

            Yeni Dünya’ya doğru havalanmak için bütün hazırlıklarım tamamlanmıştı. Ankara’dan ayrılmadan önce Amerika Büyükelçiliğinden verilen bir yazıda, New York’ta ve Washington’da kimler tarafından karşılanacağım, Dışişleri Bakanlığının hangi adresteki hangi servisine ve hangi memuruna, saat kaçta müracaat edeceğim yazılıydı. Ayrıca üç aylık bir kimlik kartı da verilmişti.

            3 Mart 1954 Çarşamba sabahı saat 8’de Yeşilköy’den Pan American hava yollarının dört motörlü Clipper uçağı ile hareket ettim. Belgrad ve Münih üzerinden geçip, gece vakti Frankfurt’ta 45 dakikalık bir duraklama da yaptıktan sonra, karanlıkta Londra’ya ayak bastık. Buradan ertesi akşam hareket edecektim.
            Gerçi çok uzak mesafeleri daima uçakla aşmak bende bir alışkanlık haline gelmişti ama başımdan geçen iki hava yolculuğumun pek de hoş olmayan izlenimlerini kafamdan söküp atmaya imkân yoktu. Bu iki yolculuğun biri, 1946’da Ankara, Kıbrıs, Kahire, El Adem, Malta, Marsilya, Paris yoluyla Brüksel yolculuğu idi. Milletlerarası bir radyo konferansına katılmak üzere dört kişilik bir delegasyon halinde Haziran ortalarına doğru bir İngiliz uçağıyla Ankara’dan hareket etmiştik. İkinci Dünya Savaşı biteli henüz bir yıl olmuştu. Balkanlar üzerinden yolculuk güvenli olmadığı için seyahatimizi büyük bir kavisle Afrika üzerinden Avrupa’ya intikal ettirmek zorundaydık.

            Kuzey Afrika’daki El Adem çölünden akşamüstü havalandıktan bir müddet sonra, Akdeniz üstünde öylesine bir fırtına içine düşmüştük ki, bu kıyametten sağlam kurtulacağımıza aklım kesmedi. O zamanki İngiliz savaş uçaklarının altında eşya koyacak depoları olmadığı için, uçağın içinde ve en ön kısımda iplerle bağlı olarak üst üste duran yolcu bavulları sallantıdan birdenbire ayaklarımın üstüne yıkıldı. Karanlıklar içinde iki saat kadar süren korkunç bir mücadeleden sonra makine dairesinden çıkan yorgun yüzlü bir İngiliz subayı, uçağın içinde tebligat yapacak benden başka muhatap bulamamıştı. Hemen herkes bir tarafa sinmiş veya serilmişti. Ben ise kafamı iki elimin arasında sımsıkı cama dayamış, tir tir titreyen kanadın karanlıklar içinde meydana getirdiği ışıklı konturu dikkatle gözlüyor, güya kanadın dağılmasını gözümle de görmeden vuku bulacak bir kazaya rıza göstermek istemiyordum.

            En önde yalnız beni uyanık gören İngiliz subayı kulağıma eğilerek, tekrar El Adem meydanına inmek için geri dönmeye çabaladığımızı söyledi. Çok sevinmiştim ama bu sevimli haberi devredecek kimse bulamamıştım. Bir müddet sonra korkunç yalpalar azalmıştı. Herkes biraz kendine gelir gibi olmuştu. Tekerlekler selâmetle meydana değdikten kısa bir müddet sonra uçağın kapısında bizi birkaç saat önce uğurlamış olan aynı İngiliz subayını gören yolcular hayret etmişler ve başımızdan geçen maceranın ehemmiyetini o anda daha iyi anlamışlardı. 1949 yılında da Roma’dan Atina’ya havalanan uçağımız, çizmenin topuğundan Adriyatik ağzına çıkar çıkmaz müthiş bir fırtına içinde bocalamaya başlamış ve iki saatlik bir mücadeleden sonra tekrar Roma yolunu gerisin geriye tutmuştuk. Fakat bu savaş, El Adem savaşı kadar çetin olmamıştı. İşte gece vakti Atlantiğe açılmadan önce kafamı mütemadiyen kurcalayan şeyler, hep bu türden hâtıralardı.

            4 Mart Perşembe günü sabahtan akşama kadar Londra’da kaldım. Evvelce kendisine bir mektupla Kensington oteline ineceğimi haber verdiğim rejisör Mahir Canova ile otel kapısının birkaç metre ilerisinde sokakta karşılaştık. Mahir Canova, bir seneye yakın bir zamandır etüd maksadıyla Londra’da bulunuyordu. Aynı amaçla Londra’da olan sanatkâr Saim Alpago’yu, civarda oturduğu ve evvelden haberdar edilmediği için göremedim. Mahir ile doğruca Talebe Müfettişliğine gitmek üzere yola koyulduk. Benim için çok sempatik bir şehir olan Londra’yı bir gün için de olsa tekrar gördüğüme memnundum. Çok şükür bu sefer sis yoktu. Nihayet Talebe Müfettişi arkadaşım Orhan Şaik Gökyay ile buluştuk. Mahir Canova, evvelden angajmanı olduğu için bizden ayrılmak zorunda kaldı. Öğle vakti, bir Kıbrıslı Türkün lokantasında Orhan Şaik ile yemek yedik ve rahat rahat hoşbeş ettik.

            Akşama doğru vedalaştık; karanlık bastığı zaman gene Londra hava meydanında idim. Bu seferki Pan American uçağı bir gün evvelkine benzemiyordu. Kıtalararası uçuş için inşa edilmiş bir uçak olduğu boyundan bosundan anlaşılıyordu. Uçak dört motörlü, iki katlı ve yataklı idi. Alt katında, dört bir etrafı rahat sedirlerle çevrili bir bar bulunuyordu. Uçaktaki çift sıra pencereler daha dışarıdan dikkatimi çekmiş, fakat alt katta rahat bir bar olacağı hiç aklıma gelmemişti. Uçakta ortaya doğru olan iki kişilik yerlerden kendi numarama isabet eden iç kısımdaki koltuğa yerleştim. Sağımda ve pencere yanında orta yaşlı, şişmanca ve esmer benizli bir madam oturuyordu. Bir müddet sonra, koyu bir karanlık içinde Atlantik semasına dalmıştık. Uyku hatırıma bile gelmiyordu. Her ne bahasına olsa da uyanık durmayı tercih ediyordum.

            O halde oyalanmak lazımdı. Herkes birbiriyle çabucak tanışıyor ve ahbaplık ediyordu. Hareket edeli henüz yarım saat bile olmamıştı ki yanımdaki şişman madamın yan yan bakışlarından, onun da benim gibi düşündüğünü anladım. Bir vesile bulup kendisine Fransızca hitap ettiğim madamın, bana Fransızca cevap vermek için saatlerce çektiği sıkıntı, şimdi bile aklıma geldikçe terliyorum. Meğer madam Alman Musevisi imiş; ana dili Almanca imiş. İkinci Dünya Savaşının daha başında akıllılık edip kapağı Amerika’ya atmış ve yerleşmeyi başarmış. Savaştan sonra Almanya’ya yaptığı ilk ziyaretten, ikinci vatanı olan Amerika’ya dönüyormuş. Kadıncağız benimle Almanca konuşmaya başlar başlamaz, biraz önce Fransızca yüzünden çektiği sıkıntıları derhal unuttu. Ben de artık geçmişteki uçak maceralarımı aklıma getirmeden kendisiyle konuşacak bir yol arkadaşı bulmuştum.

            Bir aralık salondaki büyük ışıklar söndürülerek, eski idare lambalarını hatırlatan veyyözler yakıldı. Madamın uykusu gelmiş olacak ki, başı vakit vakit önüne düşer gibi oluyordu. O anda aklıma tekrar kötü şeyler gelecek diye korktum. Bir de baktım uçağın içi boşalmaya başladı. Acaba yolculara ne oluyor da eksiliyorlar diye merak edip etrafıma bakınmaya başladım. Bir de ne göreyim, bunların çoğu küçük bir merdivenle alt kata süzülüyor ve uzun müddet orada kalıyordu. Bütün kerametin aşağıda olduğunu anlamıştım. Ben de hemen oraya indim. Baktım mükellef bir bar. Herkes sedirlere rahatça yaslanmış, elde viski keyif ediyor. Hiç yadırgamadım, hemen bana da bir yer ve bir viski verdiler. Hoparlörden hep neşeli parçalar, dans havaları işitiliyordu. Ancak içki ve müzik sayesinde, beş altı bin metre altımızda uzanan Atlantiği bizlere unutturmaya çalışıyorlardı.

            Herkes yanındaki veya karşısındakiyle sanki kırk yıllık ahbapmış gibi konuşuyor, gülüşüyor, şakalaşıyor, yarenlik ediyordu. Kadın ve erkek kahkahası salonu dolduruyordu. İster istemez ben de bu cemaate katılmış, ben de bu düzene uymuştum. Yukarı katın loş havası içinde pineklemektense, alt kattaki bu neşeli insanlara uymanın kerametini sonra daha iyi anladım. Saatler böylece daha çabuk geçiyordu. Nihayet burada da yoruldum; uykum gelmişti. Yukarıya çıktığım vakit yatağımı yapılmış ve perdeleri çekilmiş buldum.

            Sabaha karşı uyanmam gerekiyordu, çünkü Yeni Dünya’da ilk hedef Kanada olacaktı. Arzu eden yolcular sabah kahvaltılarını Kanada’da yapabileceklerdi. Çok kısa bir zaman için de olsa Kanada’ya ayak basmam gerekiyordu. Mesele kahvaltı etmek değil, Kanada’yı ve Kanadalıları biraz olsun görmekti. Arada bir saatlerimizi Yeni Dünya’ya göre ayarlıyorduk. Uyuyamadığım için saat dörtte kalkıp giyindim ve saat tam beşte, 14 saatlik bir uçuş bitmiş, ayaklarımız yere değmişti.

            Yeni İskoçya yarımadası

            İndiğimiz yer, Kanada’nın güneydoğu ucundaki 45inci enlem ve 60ıncı boylam dairesi üstünde bulunan Yeni İskoçya [Nova Scotia] yarımadası idi. Etraf henüz zifiri karanlıktı. Uçaktan çıkmamla tekrar içeri girmem bir oldu, çünkü hava tasavvur edilemeyecek kadar soğuktu. Paltomu giyerek uçaktan indim. Üniformalı bir memurun gösterdiği barakaya girdim. Burası çeşitli istikametlerin yolcularıyla dolu idi. Göz kamaştıran bir ışık altında öbek öbek yer alan yolcuların hangi uçağa mensup oldukları, ancak göğüslerine takılı etiketlerden anlaşılıyordu. Nitekim benim de göğsümde koskoca bir “PAA” etiketi sallanıyordu. Yolcuların sabahın bu vaktinde harıl harıl karın doyurmaları cidden görülecek bir şeydi. Büfelerin önü arı kovanı gibi işliyordu. Beyaz ve temiz gömlekler giyinmiş Kanadalı genç kızların yardımıyla başarılan bu kahvaltı faslı bir saat sonra nihayete ermiş, sürekli olarak yolcuları çağıran hoparlörler artık New York yolcularını da uçağa çağırmaya başlamıştı.

            Alacakaranlıkta Kanada toprağından tekrar havalandık. Bir müddet sonra uçağın uçuş yönüne göre sağ pencerelerinden kara, sol pencerelerinden ise deniz fark edilmeye başlamıştı. Sabahın sisli havası içinde de olsa Yeni Dünya ile Atlantiği hayatımda ilk olarak görmek beni heyecanlandırdı. Gittikçe kaybolan sisin altındaki Birleşik Amerika toprakları, yavaş yavaş belirmeye başlamıştı.

            Saat sekize doğru Long Island bölgesinde, New York’un uluslarrarası hava limanı olan Idlewild meydanına indik. Pasaport muayenesi büyük bir süratle bitmişti. Henüz barakalar halinde olan yolcu salonunun gümrük kısmına doğru yürümekte idim ki, Mister Altar diye adımı işittim. Başımı çevirdiğim vakit uzunca boylu, narin yapılı ve esmer benizli bir zatla karşılaştım. Kendisini tanımıyordum. Amerika Dışişleri Bakanlığının New York’taki bürosu olan “Reception Center” adına beni ve uçaktaki diğer bazı yolcuları karşılamak üzere geldiğini söyleyerek elimi sıktı ve hoş geldiniz dedi. İsmini maalesef şimdi hatırlayamadığım bu nazik zat, o anda etrafımızı saran beş on kişi ile de gayet fasih bir Almanca konuşuyordu. Bu grubun, bizim uçağın yolcuları olduğunu yüzlerinden teşhis ettim. Meğer bu yolcular da, Amerika tarafından davet edilmişler ve çeşitli endüstri bölgelerini gezecek olan Alman sanayicileriymişler.

            Gümrük muameleleri tamamlanırken Alman sanayicileriyle ayaküstü bir hayli ahbaplık ettik. İçlerinden Türkiye’yi çok iyi tanıyanlar veya Türkiye ile halen ticari ilişkide bulunan firmaları temsil edenler de vardı. New York hava meydanı gümrüğünde hiçbir eşyam muayene edilmedi. Memurların sorduğu bir iki suale verdiğim cevap onları tatmin etmiş olacak ki, elimdeki tek bavul ile küçük çanta üzerine “çıkabilir” işaretini hemen koydular. Alman sanayicileri ile birlikte büyük bir otobüse binmiştik. Mihmandarımız, yolda geçtiğimiz yerler hakkında izahat veriyordu. Nihayet 49uncu sokağın Broadway’e çok yakın olan kısmı üzerindeki Plymouth oteline indik. Beş dakika sonra da 18inci kattaki 1803 numaralı odaya yerleştim. Artık Amerika’da idim.

            New York’taki ilk üç günüm

            6 Mart 1954 Cuma sabahı New York’a ayak basmıştım. Hava o derece rüzgârlı idi ki, uçak meydanında toz dumana karışmış, bir yere sığınmadan ayakta durabilme imkânı kalmamıştı. Alman davetlilerle birlikte 49’uncu caddedeki Plymouth oteline yerleşirken, bize mihmandarlık eden zat, öğleden sonra Dışişleri Bakanlığının New York bürosunda beklendiğimi ve kendisinin yalnız Alman grubuyla meşgul olmaya memur edildiğini söyleyerek bana veda etti.

            Otelin 18inci katındaki 1803 numaralı odama kolayca yerleştikten sonra, New York’taki tanıdıklarıma yapacağım sürprizi tertiplemeye koyuldum. Bu şehirde çok tanıdığım vardı. Amerika’ya geleceğimi önceden kimseye bildirmemiştim. Ben bu planları kurarken telefon çaldı. Bir yanlışlık olacak diye elime telefonu alıp kulağıma götürür götürmez, yıllardır hasretini duyduğum bir dost sesi: “Hoş geldin Cevat bey, inşallah fazla yorgun değilsinizdir?” diye bana hitabetmesin mi?

            Bu ses, Basın-Yayın Genel Müdürlüğünde kendisiyle uzun zaman çalıştığım Naci Serez’in sesi idi. Öğleye doğru otelin altındaki barda Naci Serez ile buluştuk. Bu ilk karşılaşma, yılların hasretini biraz olsun giderdi. O gün yapacağım işlerin tatbik şekli hakkında arkadaşımdan bir hayli izahat aldım. Naci ile çok zevkli bir öğle yemeği yemiştim. Kendisinden ilk öğrendiğim şey, lokantada yemek ısmarlamak oldu. Hayret ettim, işi ne derece kolaylaştırmışlar diye. Çorbasından kompostosuna kadar, âdeta birer reçete şeklinde hazırlanmış olan münferit mönü tertipleri numaralanarak listeye geçirilmiş. Müşteriye ancak tercih edeceği mönünün numarasını tespit edip garsona söylemek kalıyor. İsterseniz beğendiğiniz başka bir şeyi à la carte olarak da yiyebiliyorsunuz. İçki yemekten önce içiliyor. Yemek esnasında alkol kullanmak pek âdet değil. Yemeğin, başından sonuna kadar çok miktarda buzlu su içmek, başta ve arada ufak parçalar halinde tuzlu tereyağı yemek usûlden.

            Amerika’da ilk temaslar

            New York’taki ilk öğle yemeğinden sonra otelde tekrar odama çekilmiş, Ankara’da iken Amerikan Büyükelçiliği Kültür Ataşeliğinden, New York’ta ve Washington’da müracaat edeceğim büro ve idarecilerin ad ve unvanları ile diğer dikkate değer hususları açıklamak üzere bana verilmiş olan yazıyı yeniden okumaya başlamıştım.

            Enformasyon metnindeki bilgiye göre, öğleden sonra müracaat edeceğim büronun bulunduğu bina, Otel Plymouth’dan uzak değildi. “Fish Building” adını taşıyan bu büyük binaya beş dakikada yayan da gidebileceğimi, elimde bulunan New York şehir planından öğrendim. Civar semtleriyle birlikte 20 milyon nüfusu olan bu şehrin oldukça kalabalık bir yerinde oturuyordum. Elimde şehir planıyla yola ilk olarak yaya çıktım.

            New York’tan ilk edindiğim intiba şu oldu: Kuzey-Batı ve Güney-Doğu istikametinde ince bir dil gibi uzayan ve her tarafı su ile çevrili bulunan New York adasında, gittikçe genişleyen nüfusu gökyüzüne doğru yerleştirme zorunluğu ortaya çıkmış. Bir gök merdivenini andıran 70-80 ve daha çok katlı binaları resimlerden seyretmekle yanı başından seyretmek arasında büyük fark var. Eski Dünya’nın şehircilik ve mimarî anlayışına uymayan bu dev binalarla ilk olarak karşılaşmak, benim için bir hayli enteresan oldu. Nitekim saat üçte olan randevuma erken çıkışımın sebebi, biraz olsun etrafı görmek içindi.

            “Fish Building”i –plan sayesinde– elimle koymuş gibi buldum. Miss Belt, Dışişleri Bakanlığının New York bürosu şefi idi. Bana New York’ta neleri görmek istediğimi sordu. Kendilerinin değil, benim isteklerimin programda yer alacağı kanısı bana dolaylı olarak telkin edilmek isteniyordu. Buna memnun oldum. Fakat daha o gün ayak bastığım New York’ta, Pazar akşamına kadar kalıp Pazartesi sabahı Washington’da olacağıma göre, hem de hafta sonuna isabet eden bu üç gün içinde herhangi bir program tatbikine imkân yoktu.

            New York’ta benim için görülecek çok şey vardı. Başta “ANTA”, yani Amerikan Millî Tiyatrosu ve Akademisi (The American National Theater and Academy) adı altında, tiyatro faaliyetini federatif bir düzen içinde geliştirme amacıyla kurulmuş olan çok önemli bir kurum geliyordu. Sonra New York Metropolitan Operası, Broadway tiyatroları, müzeler, New York kütüphanesi ve sair müesseselerin de ziyaret ve tetkik edilmesi lazımdı. Bütün bu işlere başlamak için, New York’ta on beş gün kalmak zaruri idi. Miss Belt de aynı fikirde olduğu için, New York tetkiklerimi kısmen bir iki hafta sonraki Washington dönüşüne, kısmen de New York’tan vatana hareketim tarihinden önceki son iki haftaya bıraktık.

            New York’taki ilk Cuma, Cumartesi ve Pazar günlerini nasıl geçirecektim? Arkadaşım Naci Serez, bu bir iki gün içinde yapılacak en enteresan şeyin otomobille Princeton’a gitmek olduğunu söyledi. Esasen Prof. Orhan Alisbah’ın da bir senedir Princeton Üniversitesi Matematik Enstitüsünde çalıştığını biliyordum. Böylelikle hem bir dostu ziyaret etmiş, hem de Amerika’nın en mühim üniversitelerinden birini görmüş olacaktım. Üstelik asrımızın en büyük ilim adamlarından biri olan Profesör Einstein’ın da orada olduğunu biliyordum. Bu vesile ile, program dışı da olsa Einstein’ı görüp tanımak fırsatı da belki kaçırılmamış olacaktı.

            New York’ta yapılması gereken başka işler vardı. Yani tanıdıklarımı telefonla olsun aramam, hattâ görmem lazımdı. Otele döner dönmez ilk işim, Amerika’daki New York Türk Enformasyon Servisi müdürü arkadaşım Nuri Eren ile Öğrenci Müfettişi arkadaşım Emin Hekimgil’e ve Devlet Tiyatromuz sanatkârı Muazzez Lutas’a telefon etmek oldu. Bu telefonuma hepsi şaşırmıştı. Arada Türk Enformasyon Servisinden arkadaşım Nezih Manyas ile de telefonla görüştüm. Nuri Eren ve Nezih Manyas’la Basın-Yayın Genel Müdürlüğünde senelerce bir arada çalışmış, kapı yoldaşı olmuştuk. Emin Hekimgil ile de iki sene sürmüş olan Unesco Türkiye Millî Komisyonu yönetim kurulunda çalışmalarımızda tanışmış ve arkadaş olmuştuk. Sanatkâr Muazzez Lutas’ı daha bir yıl önce, görgü, bilgi ve ihtisası arttırmak, tiyatro müesseselerini gezip incelemek üzere Amerika’ya göndermiştim. Bu arkadaşlarımın hiçbirine Amerika’ya geleceğimi yazmamıştım. Bu itibarla telefonum onlara büyük bir sürpriz oldu. Ertesi Cuma günü hepsiyle buluşup görüştüm. Hattâ Emin Hekimgil’in delâletiyle Cumartesi sabahı saat 10’da Basın-Yayın’daki eski Umum Müdürüm sayın Selim Sarper’i de ziyaret etmiştim.

            New York hakkındaki izlenimlerimi, oraya varışımın ikinci gününde içine girdiğim “Empire State” binası had bir safhaya ulaştırdı. Göğe baş veren bu muazzam binanın 66ncı katında Birleşmiş Milletler nezdindeki Büyükelçiliğimiz teşkilatı, 77nci katında ise New York Talebe Müfettişliğimiz ve Kültür Ataşeliğimiz yer almış bulunuyordu. Daha evvel Türkiye’de gördüğüm resimlerden çok kolay teşhis ettiğim bu 102 katlı Empire State binasını yanı başından ve içinden görmek ise büsbütün başka bir şeydi. Tabanından tepesine doğru çaptan düşerek yükselen bu binanın en üst katlarına, her katta duran normal servis asansörleriyle çıkmaya imkân olmadığı için ekspres asansörler, meselâ bir solukta 50nci kata kadar çıkıyor, sonra da 70inci kata kadar, her katta dura dura yükseliyordu. Diğer katların yükseklik seviyeleriyle ilgili olarak tanzim edilmiş başka başka çeşit asansör trafiği de binada mevcuttu. Tıpkı uçaklar yükselirken olduğu gibi, bu asansörlerin süratle yükseliş ve alçalışları da vücudumuzda ve kulak organımızda o acayip tesiri yapmaktan geri kalmıyordu. İkametgâh olarak kullanılmayan bu binanın 66ncı ve 77nci katlarında gördüm ki, buralardaki büroların ve çalışan insanların yeryüzü ile olan münasebetleri de hemen hemen kesilmiştir. Telefon da olmasa insan kendini âdeta gökyüzü sakinlerinden sanacak.

            Aşağı inip çıkmak kolay olmakla beraber birtakım kayıt ve şartlara tabi ve dolayısıyla imkân nispetinde azaltılması lazım gelen bir yolculuk. Yağmurlu ve hele bulutlu havalarda toprakla olan irtibat büsbütün kesiliyor. Bir de pencereniz hizasında fırtına kopup, şimşek çakıp, yıldırım düşmeye başladı mı tamam! Onun için de büyük ve çok kalın camlı, ağır yapılı pencereleri açmaya da imkân yok. Camlar, ancak alt tarafta ayrı olan bir kısımdan, ileriye doğru itilerek açılıyor ve bu suretle meydana gelen çapraz aralık vasıtasıyla odanın havası değiştirilebiliyor.

            Öte yandan New York semalarında dolaşan uçakların göğe yükselen bu binalara çarpmaması için yakılan kırmızı lambalarla hareketli projektörler Empire State binasına geceleri büsbütün başka bir manzara veriyor. Bütün bu teknik tedbirlere rağmen, geçen yılların birinde, Empire State’in sis ve bulutlar arasında kalan zirvesine bir uçak çarpmış, binaya pek bir şey olmamış ama uçak ile içindekilerden de hayır kalmamış. Hele Empire State binasının en tepesinden New York’un gece manzarasını seyretmekte de büsbütün başka bir anlam var. Empire State’in o muazzam gövdesini ayakta tutan bir de muazzam yer altı kısmı var. Esasen yukardan aşağı inip yere saplanan bu heybetli binalardaki ağırlık ile şehrin altını köstebek yuvası gibi her yönde kaplayan yeraltı trenlerinin meydana getirdiği muazzam boşlık arasındaki tezada hayret etmemeye imkân yok. Meğer New York’a mahsus olan bu inanılmaz direnç, bütün şehrin sert ve masif bir kayalık üzerine kurulmuş olmasından ileri gelmekteymiş. En tepesinde New York’un televizyon istasyonu da olan Empire State’in yeraltı kısmındaki tesisatı arasında bulunan o muazzam lokantaya da şaşmamak imkânsız.

            New York’a ayak basışımın ikinci gününde karşılaştığım bu muhteşem binanın tesiri henüz tazeliğini korumaktaydı ki öğleden sonra Otel Plymouth’a dönerken karşıma çıkan Rockefeller Merkezi’ndeki dev binalar da maksat, gaye ve estetiğindeki harikulâdelik bakımından beni bir hayli sarstı. Gerçi otelime çok yakın bir meydanı çevreleyen Rockefeller binaları, Empire State kadar yüksek değildi. Fakat buradaki harikulâdelik, ayrı ayrı kısımların bir bütün olarak meydana getirdikleri ahenkte saklıydı. Estetikte, sanatın her sahasına miyar ölçü olan “çeşitlilikte bütünlük” prensibi, burada yeni bir düzenin hacim ahengi içinde dile gelmişti. Hatlardaki inceliş, fasadlardaki sadelik, hacimler arasındaki âhenk, nihayet bütün bu unsurların göğe baş verişlerindeki zarafet, insanı modern mimarinin “amaç” prensibinden daha ileri bir prensibe götürmekte ve klasik telâkkilere de aykırı düşmeyen bir manzumeye ulaştırmaktaydı. Benim için yepyeni bir şey olan böylesine bir kompozisyonun neden olduğu dalgınlıktan henüz uyanmıştım ki, Rockefeller binalarının merkezindeki meydanı çeviren Birleşmiş Milletler bayrakları ve kalabalık bir insan kitlesine gözüme ilişti. Herkes başını o çukura doğru eğmiş, aşağıdan yukarı etrafa yayılan kuvvetli bir ışık, akşamın alacakaranlığı içinde çukuru çeviren insan kalabalığının siluetini çizmişti.

            Rockefeller Merkezi’ndeki muazzam binaların tam ortasında yer alan bu meydanın, etrafı saran caddelerin seviyesinden bir hayli aşağıda olduğu anlaşılıyordu. Çünkü herkes başını eğmiş aşağıyı seyrediyordu. Ben de o tarafa gittim ve kalabalığın arasından aşağıya baktım. Bir de ne göreyim: 10-15 metre aşağıdaki meydanın dondurulmuş zemini üstünde, kadın, erkek, genç, ihtiyar, büyük, küçük herkes neşe içinde sağa sola, ileri geri kayıyor. Düşen, kalkan, üniformalı öğretmenlerin gözetimi altında buz üstünde kaymayı henüz öğrenmeye çalışan veya profesyonel kayıcı oldukları etraflarını çeviren meraklı seyircilerden anlaşılan insanların sesleri, çığlıkları bütün meydanı tutuyordu. Bu rengârenk ve hareket halindeki topluluğun etrafa yayılan neşesine, canlı bir müzik de eşlik ediyordu. Bu ana-baba gününü ben de hayranlık içinde seyrettim. Eğer vaktim olsaydı, patinaj meydanını karşılıklı iki taraftan çeviren büyük kahvelere inip oturmak ve bu manzarayı saatlerce daha yakından seyretmek isterdim.

            Princeton Üniversitesi ve Einstein

            7 Mart 1954 Pazar sabahı, arkadaşım Naci Serez, eşi ve Muazzez Lutas’la birlikte Princeton’a hareket ettik. Seyahatimiz, -hatırımda kaldığına göre- üç saat kadar sürecekti. Hareketimizden birkaç dakika sonra Hudson nehrine ulaştık. Bu nehrin doğu tarafında New York eyaletinin New York şehri, Batı tarafında New Jersey eyaleti bulunuyordu. Bir endüstri bölgesi olan New Jersey ile New York’u nehrin altından birbirine bağlayan altı tünelin mevcut olduğunu turistik rehberde görmüştüm. Bu tünellerden dördü trenlere, ikisi de otomobil ve sair nakil vasıtalarına ayrılmıştı. Biz 42nci Avenue yoluyla Lincoln tüneline girmiş ve Hudson nehrinin altında üç dakika süren bir yolculuktan sonra New Jersey topraklarına ayak basmıştık. Havadan New York’a inişimin 3üncü günü, birkaç saat için olsun New York’tan tekrar ayrıldım ve öğleye doğru Princeton’a ayak bastım. O gün akşama kadar Princeton Üniversitesinin çeşitli bina ve tesislerini gezdikten sonra, gece tekrar geldiğimiz yere döndük. New York’taki ilk üç günüm böyle hareketli geçti.

            Washginton’a hareketimden bir gün önce gördüğüm Princeton Üniversitesi, Amerika’da ilk karşılaştığım üniversiteydi. Aynı zamanda bu küçücük seyahat tamamiyle program dışı bir seyahatti. Asıl resmî ziyaretlerim, Washington’daki ilgili servisle birlikte hazırlanacak programın yürürlüğe girmesine bağlı idi. Programsız Princeton yolculuğunun beni üzen tarafı, günün Pazar olması idi. Yoksa 15.000 nüfusu olan bu üniversite şehrinde görülecek şey çoktu. Her şeye rağmen Princeton’a gitmek, görülecek yerleri hattâ dışarıdan görmek de faydalıydı. Prof. Orhan Alisbah arkadaşım, geleceğimizden mektupla haberdar edildiği için, mutlaka bazı tedbirler almış olacaktı. Hele öğleye doğru havanın açılma emareleri göstermesi, güneşin bulut arkasında saklambaç oynamaktan vazgeçme kararında olduğunu hissettirmesi, fotoğraf makinemin de bu yolculuktan kendi payına düşeni almasını gerektiriyordu.

            İlk aklıma gelen şey, renkli resim oldu. Princeton’a ayak basar basmaz uğradığım büyükçe bir fotoğraf malzemesi dükkânının sahibi, bana renkli film vereceği yerde, eski Zeiss Ikonta marka makinemi eline alıp bakar bakmaz, Bunu bana satar mısınız? demez mi! Meğer eski Alman kameraları Amerika’da pek revaçta imiş. Adamcağızı bu fikrinden vazgeçirip renkli film bobinini alıncaya kadar bir hayli zahmet çektim.

            Alisbah ailesiyle Princeton Üniversitesinin Yüksek Matematik Enstitüsünde karşılaştık. Amerikan üniversitelerinin bariz vasfı, geniş bir arazi üstünde irili ufaklı binalar halinde meydana getirilmiş olmalarında idi. Bu prensiple de ilk olarak Princeton’da karşılaşıyordum. Binaların çoğu geniş ve arkadlı avluları, kırık kemerli, vitraylı pencereleriyle gotik üslûpta inşa edilmişti. Fakat bu gotik, tabiatıyla Ortaçağın hakiki gotiği değil, son kırk elli sene içinde yapılmış yeni gotikti. Prof. Alisbah’ın çalıştığı Yüksek Matematik Enstitüsü ise klasik-modern üslûpta yapılmış, ufak ve zarif bir bina idi. Zemin kattaki sıcak ve sempatik salonda dinlendikten sonra, binayı gezmeye başladık.

            Burada beni en çok sabırsızlanmaya sevk eden şey, bu üniversitede kürsüsü olan asrımızın büyük ilim adamı Einstein’ı bir an önce görmekti. Tabii bu arzumun hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini pekâlâ biliyordum. Çünkü böyle bir ziyaret için evvelden randevu alınmamıştı ve vakitleri çok kıymetli olan bu büyükleri her istenilen zamanda bulmaya da imkân yoktu. Sonradan öğrendim ki, arkadaşım Alisbah’ın yakın dostu olan Einstein, yabancı ile temastan hoşlanmaz ve ziyaretleri reddedermiş. Maamafih Orhan Alisbah, bu husustaki haklı tecessüsümü biraz olsun giderme ve beni endirekt de olsa tatmin edebilme imkânını bulmuştu. Çünkü içinde bulunduğumuz bina, Einstein’ın fikrî mesaisine en çok mekân olan bir bina idi. Bu binanın içinde Prof. Einstein’a mahsus bir çalışma odası olduğunu öğrendim. Kendisinin daha dün bu odaya kapanıp saatlerce çalışmış olduğunu söylediler. O halde bu odaya girildiği takdirde onun fikrî mesaisinin atmosferiyle olsun karşılaşılacak ve odayı ziyaret bile beni az çok tatmin edebilecekti.

            Bir müddet sonra, Einstein’ın dün üzerinde titizlikle çalıştığı büyük siyah tahtanın önünde idik. Tahtanın üstü, baştan aşağı tebeşirle doldurulmuş, bir denklemin girift rümuzunu ihtiva diyordu. Bu dil bana hiçbir şey ifade etmemekle beraber, ince ve narin hamleler halinde kara tahtaya nakşedilen fikirlerin dış görünüşlerinde bile sahibinin ruh asaletini açıklayan bir zarafet vardı.

            Üniversitenin kütüphanesini gezerken

            Öğle yemeğine kadar üniversitenin çeşitli binalarını dışından olsun gördüm. Pazar olduğu için her taraf kapalıydı. Ancak üniversite kilisesini ve bir de üniversite kütüphanesini gezebilmemiz mümkün oldu. Kilise yeni olmakla beraber malûm olan İngiliz gotiği üslûbunda meydana getirilmişti. Binanın son cemaat mahfelinin sağ tarafındaki pencere tezyinatı, İranlı bir ressam tarafından yapılarak üniversiteye hediye edilmişti. Doğu ve Batı minyatürlerinin ortak özelliklerini bir araya toplamış olan bu yeni vitrayda, Arap harfleriyle yazılmış Farsça bir ibare de göze çarpıyordu. O andaki not alma imkânsızlığı yüzünden vitrayın üzerindeki resim ve ibareyi ne yazık ki yazamadım.

            Bir müddet sonra kütüphanenin önüne gelmiştik. İnşaatı henüz bittiği anlaşılan Princeton Üniversitesi kütüphanesi, büyük ve çok hoş bir bina idi. Bu kütüphane, mimarî üslûbu bakımından, üniversitenin bütün binalarına hâkim olan Ortaçağ stilini zedelememekle beraber, oldukça modern bir yapı idi. Binayı iyice gezdik. Hattâ üst kata çıkan otomatik asansörlerin birinden son olarak ben çıkayım derken, kapı kendi kendine kapandı ve asansör tekrar harekete geçti. Meğer modern asansörlerin kapısı, durunca kendiliğinden açılırmış ve kendiliğinden kapandıktan sonra da asansör çağrılan kata gidermiş. Onun için hemen çıkmak lazımmış. Hiç tanımadığım bir katta dışarı çıktığım vakit, arkadaşlarımı kaybetmiştim. Bu koskoca binada birbirimizi bir hayli aradıktan sonra, nihayet gene buluştuk. Artık bu sefer asansörden nasıl çıkılacağını öğrenmiştim.

            Öğle yemeğinin ardından görülecek öteki yerlere de şöyle bir göz attıktan sonra, akşama doğru tekrar New York’a hareket ettik. Hava kararmadan New York’a varmıştık. Dostlarımdan ayrılıp otelime geldiğim zaman, masanın üstünde bir zarf buldum. Dışişleri Bakanlığının New York misafir bürosundan gönderilen bu zarfın içindeki şahsıma ait mesajda, Washington’a nasıl gideceğim ve orada nerede kalacağım hakkında ayrıntılı bilgi vardı. Bu kâğıdı okurken bile aklım hâlâ Princeton’da ve Einstein’de idi. Kendi kendime hep şöyle düşünüyordum: New York’a bir daha dönüşümde, arkadaşım Orhan Alisbah vaadini tutup Prof. Einstein’den benim için bir randevu alacak; o zaman ben de kendisini şahsen tanıyıp, rahat rahat konuşmak fırsatını elde etmiş olacağım.

            Washington yolunda

            8 Mart 1954 Pazartesi sabahı erkenden uyandım. O gün, Amerika Birleşik Devletleri Federal Hükümetinin merkezi olan Washington’a gidecektim.             Orada Kongre Kütüphanesi’ni görecektim ve içinde bazı meslekî incelemeler yapacaktım. Orada, yüzünü görmeden, kendisiyle senelerdir mektuplaştığım Kongre Kütüphanesi Müzik Kısmı Müdürü Mr. Lichtenwanger’i görüp, şahsen de tanıyacaktım. Hem bu zat, Türkiye’yi görmediği halde, Amerika’da Türkçe öğrenmiş ve mektuplarını bana hep Türkçe yazmıştı. Orada, çeşitli üniversitelerin sanat faaliyetini, meşhur Shakespeare Kütüphanesi’ni ve daha birçok yerleri görecektim. Ve nihayet Amerika Birleşik Devletleri içinde yapacağım büyük inceleme seyahatimin programı da orada yapılacak, orada katileşecekti. Bütün bunları düşündükçe Washington’a bir an evvel ulaşmak istiyordum.

            Aynı gün arkadaşım Nazi Serez ile birlikte Amerikan Hava Yolları bürosuna giderek biletimi aldım. Arkadaşıma veda edip, bizi meydana götürecek otobüse yerleştim. Uzunca denebilecek bir yolculuktan sonra La Guardia hava meydanına vardık. Muazzam meydanı çeviren irili ufaklı binaların birinden diğerine gire çıka nihayet 519 uçuş numaralı Washington uçağını da buldum. Az bir müddet sonra havada idik.

            New York’u ilk defa havadan görüyordum. Dünyanın hiçbir şehriyle kıyaslanamayacak bir manzara ile karşılaştım. Yüzlerce metre yükseklikteki gökdelenlerin bazen hemen yanı başında yer almış olan iki üç katlı bodur binalar, tıpkı devlerle cüceleri andırıyordu. New York adasını dört yönde kesen muntazam ve paralel caddelerle avenüler, bütün şehre bir dama tahtası manzarası veriyordu. Burada New York’u Güney-Kuzey yönünde uzunluğuna ve kilometrelerce eğri olarak kateden bir tek geniş cadde vardı ki o da Broadway caddesi idi.

            Bu uçuş ilk olarak turistik plan üzerinde yaptığım New York incelemesinin sanki uçakla uyglaması gibiydi. Ben New York’u incelemeye çalışırken, şehir süratle altımızdan kayıp geçiverdi. Aradan bir saat bir çeyrek kadar geçmişti ki, sigara içmeyin ve kemerleri takın sinyali verildi. Artık Washington’a idik.

            Aldığım son yazılı mesaj uyarınca bindiğim Amerikan Hava Yollarına ait taksinin şoförüne Presidential Hotel dedim ve saat 17’ye doğru otele vardım ve odama yerleştim. Aldığım mesajda ertesi gün Pedagojik Mübadele Bürosunda Mrs. Jorsick tarafından beklendiğim bildiriliyordu. 9 Mart Salı sabahı saat 10’da Mrs. Jorsick tarafından karşılandım. En mühim iş, inceleme programımın bir an önce hazırlanıp süratle uygulamasına geçilmesiydi. Biraz sonra telefonla görüşen Mrs. Jorsick, seyahatte bana eşlik edecek bir tercümanın gelmek üzere olduğunu söyledi ve beş dakika geçmeden, genç, sarışın, şişmanca ve orta boylu bir zat içeri girdi. Mrs. Jorsick, bu güler yüzlü ve sempatik genci Mr. Lloyd Buhrman diye bana takdim etti. Mr. Buhrman, yolculuğun güçlüklerini gidermek için bana 10-15 gün kadar eşlik edecek, bu müddetin sonunda seyahate ister yalnız olarak, ister mihmandarımla devam edecektim.

            Mrs. Jorsick, inceleme konularım hakkındaki arzu ve kanaatlerimi de iyice dinledikten sonra, yandaki odada oturan Mr. Mausmaun adındaki bir diğer kişiyi çağırdı. Bı kişinin benim programımı hazırlamaya memur edildiği ve programın gerektirdiği bütün tedbirleri Amerika Birleşik Devletleri ölçüsünde almakla mükellef olduğu anlaşılıyordu.

            İnceleme gezisi programım

            Ankara’dan hareketimin 10uncu günü, ilk olarak Program Officer ile karşı karşıya, arzularımı enine boyuna açıklama imkânını buluyordum. İşte burada çok dikkatli olmam lazımdı. Vaktim az, isteklerim pek çoktu. Ankara’dan beri cebimde hazır olan inceleme projemi hemen büyük bir dikkatle dinleyip not alan Mr. Mausmann’a okurken, ondaki izlenimi de takibe çalışıyor, bazen büyük istekleri temin edebilme gayesiyle, küçük isteklerden sessiz sedasız vazgeçebiliyordum.

            Öğleye doğru programımın profili az çok meydana çıkmıştı. Fakat üzerinde gerekli incelemelerin yapılıp, hazırlanması ve yazılıp son ve kesin şekliyle bana verilebilmesi için, en az iki güne ihtiyaç vardı. Bu müddet zarfında, vaktimin boşa gitmemesi için Mr. Mausmann, Washington’daki “Federal Komünikasyon Komisyonu” ile temasa geçerek, bu iki boş günümde Amerika’daki radyo konusunda olsun bazı incelemeler yapabilme ve ayrıca Kongre Kütüphanesi Müzik Bölümü şefi, yazışma dostum Mr. Lichtenwanger’i tanıyıp, kütüphanedeki incelemelerime başlayabilme imkânlarını telefonla sağladı.
            Washington bürosunun, kıtanın dört bucağıyla ilgili olarak hazırladığı inceleme programım, ana hatlarıyla aşağıdaki bölge, tarih ve konuları içeriyordu:

            9-22 Mart 1954, Washington: Dışişlerinin önemli şahsiyetleriyle temas; Kongre Kütüphanesi, Shakespeare Kütüphanesi, Katolik Üniversitesi Tiyatro Fakültesi ve temsilleri, Millî Senfoni Orkestrası ve Jascha Heifetz provası, Freer Sanat Galerisi, Millî Katedral organisti Mr. Paul Calloway ile mülâkat, George Washington Üniversitesi modern bale çalışmaları, Howard zenci üniversitesi edebiyat ve tiyatro fakülteleri; Washington International Center’i ziyaret; yuvarlak tiyatroda Tennessee Williams’ın “Summer and Smoke” piyesinin temsili.

            22-28 Mart 1954, New York, N.Y.: Amerikan Millî Tiyatro ve Akademisi teşkilâtını ziyaret, Metropolitan Operası, New York Filarmoni orkestrası konserleri, Broadway tiyatroları, Columbia Üniversitesi Tiyatro Fakültesi, Rockefeller müessesesi.

            29 Mart-1 Nisan 1954, Atlanta, Georgia: Atlanta tiyatrosu, Atlanta Spelman zenci koleji, zenci müziği çalışmaları, Atlanta Üniversitesi, Penthouse Tiyatrosu, Agnes Scott Koleji, Yüksek Sanat Müzesi.

            2-6 Nisan 1954, New Orleans, Louisiana: Vieux Carren’deki Küçük Tiyatro, New Orleans opereti, senfonik konserler, Delgado müzesi, Tulane Üniversitesi Tiyatro ve Müzik Fakülteleri.

            7-10 Nisan 1954, Dallas, Texas: 54 Tiyatrosu ve Margo Jones ile tanışma, Güney Metodist Üniversitesinin Tiyatro ve Müzik Fakülteleri, Senfoni Orkestrası, Güzel Sanatlar Müzesi.

            11-16 Nisan 1954, Santa Fe, New Mexico: New Mexico Müzesi, Vali Sarayı, Uluslararası Folklor Müzesi, sanatkârlarla temas, Kızılderili bölgeleri, “Pueblo” Kızılderili aşireti.

            17-18 Nisan 1954, Grand Canyon, Arizona: Büyük gezi ve incelemeler.
            18-26 Nisan 1954, Los Angeles, California: Pasadena Tiyatrosu, televizyon merkezi, Columbia Film stüdyoları, Güney California Üniversitesi Tiyatro, Televizyon ve Müzik Fakülteleri, Los Angeles California Üniversitesi Tiyatro, Güzel Sanatlar ve Müzik Fakülteleri, Turnabout Tiyatrosu.

            26 Nisan-2 Mayıs 1954, San Francisco, California: California Üniversitesi Tiyatro Fakültesi, Stanford Üniversitesi ve Tiyatrosu ve Müzik Fakülteleri, San Francisco Operası ve Balesi, Güzel Sanatlar Okulu, Legion d’Honneur Sarayı.

            4 Mayıs 1954, Chicago, Illinois: Chicago Üniversitesi.

            5-6 Mayıs 1954, Cleveland, Ohio: Karamu Zenci Tiyatrosu ve mektebi, Cleveland Euclit Tiyatrosu ve mektebi.

            7-11 Mayıs 1954, Washington, D.C.: Dışişleri Bakanlığı Kültürel Mübadele Merkezi ile temas.

            11-22 Mayıs 1954, New York, N.Y.: Dışişleri  Misafir Bürosu ile temas, New York Halk Kütüphanesi, New York’tan Boston ve Philadelphia’ya inceleme seyahatleri.

            22 Mayıs 1954’te Ile de France transatlantiği ile Türkiye’ye hareket.

            Görülüyor ki programım cidden zengindi. Fakat bütün bunları ancak yüzde 90 nisbetinde gerçekleştirebilmem mümkün oldu. Buna karşılık, fırsattan faydalanarak programa ilave edilen yeni konular, incelemelerimi daha cazip bir şekle sokmuştu. Nitekim seyahat boyunca aldığım notlar, elde ettiğim kitap ve broşürler, üzerinde çalışacak zengin malzeme ve konu teminine de kâfi geldi.

            Washington’daki on dört günüm
            Federal Komünikasyon Komisyonu

            Amerika Birleşik Devletleri’ndeki incelemelerime 9 mart 1954 Salı günü öğleden sonra saat 2.45’te fiilen başlamıştım. İlk inceleme konusu, Federal Komünikasyon Komisyonu’nun (Federal Communications Commission) çalışmalarıydı. Memleketimde 10 seneye yakın bir müddet zarfında radyo işletmelerimizi sevk ve idare ile görevlendirilmiş olmam, başka memleketlerin radyo işletme sistemlerini de merakla incelememi geektirmişti. Bu arada Amerika’daki radyo faaliyetini çok enteresan bulmuş ve bu konuyu gereği gibi incelemek maksadıyla Amerika’dan kitap, mecmua, broşür ve sair malzeme ile birlikte radyo yayınıyla ilgili kanun, talimat ve nizamname türünden mevzuatı da getirtmiş ve hemen hepsini okumuştum.

            Bundan başka radyo-diffüzyon faaliyetinin gerektirdiği uluslararası temaslar bakımından da Amerika Federal Komünikasyon Komisyonu ve sair millî radyo idareleri ile temas ve yazışma halinde idim. Hele bu teşkilâtın en enteresan tarafı, dünyaca tanınmış uzmanlarının verdiği raporlar ile bizzat komisyonun yayımladığı raporlardı. Meselâ bunların 7 Mart 1946’da neşredilen “Radyo işletme imtiyazına sahip müesseselerin halk hizmeti bakımından olan mesuliyetleri” başlıklı bir raporun önemini hâlâ unutamam. İlk olarak 1934 yılında Kongre’nin onayıyla gene Kongre adına faaliyete geçen Komisyonun on iki yıllık bir tecrübeden sonra vermiş olduğu bu rapor, dünya radyo işletmeciliğinin temel dokümanı mahiyetinde idi.

            Bu nedenle Eski Dünya’nın radyo işletmeciliği ile Yeni Dünya’nın radyo işletmeciliği arasındaki farkı, bu tür dokümanları inceledikten sonra daha iyi anlamıştım. Bir kere Amerika Birleşik Devletleri dahilinde radyo, televizyon, telgraf ve kablo da dahil olmak üzere, bilumum nakil vasıtaları kontrolünün, mahallî devletler tarafından değil de Federal Devlet tarafından ele alınmış olması enteresandı. Halbuki bütün bu mevzuların Federal Devlet tarafından yürütülmesi keyfiyetinde, herhangi bir devlet işletmeciliği de bahis konusu değildi. İşin en mühim tarafı da bu idi. Kongre, Amerika Birleşik Devletleri dahilindeki her tür radyo ve televizyon yayını, telekomünikasyon ve kablo faaliyeti ile devletler ve uluslararası ulaştırmanın]sevk, idare ve kullanım hakkını tamamen şirketlere terk ediyor; fakat bunlara imtiyaz verme ve bunların halka ve memlekete faydalı olup olmadıklarını kontrol etme ve icabı hale göre imtiyaz verip vermeme ve mevcut bir imtiyazı, müddetinin hitamında yenileyip yenilememe hak ve salâhiyetini yalnız kendi tekelinde bulunduruyordu.

            Televizyon faaliyeti

            Amerika Birleşik Devletleri gibi, geniş bir kıta üzerinde 45 devletin katılımıyla meydana gelen federal bir bünyenin çeşitli radyo ve radyo-komünikasyon ihtiyacını, memleketin menfaatleri bakımından sevk ve idare etmek ne demektir? 160 milyon nüfusa sahip olan Birleşik Amerika Devletleri’nde iki kişiye ortalama bir radyo alıcı cihazı isabet ettiğine göre, bu âletin halk üzerindeki terbiyevi, sosyal, ekonomik ve sair bakımlardan olan etkisi de şüphesiz büyüktür. Hele bu türlü kuruluşların Amerika’da istisnasız özel kişiler ve şirketler elinde idare edilmesi de göz önüne alındığı takdirde, halkın ve memleketin çıkarları bakımından devlete düşen sorumluluğun esaslı yaptırımlara bağlanması lazım geleceği kendiliğinden anlaşılır. İşte Federal Komünikasyon Komisyonu, 1934 yılında Kongre tarafından sırf bu nedenle kurulmuştu. Kaldı ki bu Komisyonun oluşturulmasından bir müddet sonra, muazzam bir televizyon faaliyeti de hava yoluyla yapılan vizyon nakli meyanında yer almış ve az zamanda radyo yayınını gölgede bırakacak bir önem elde etmiş oluyordu.

            Diğer taraftan, komisyonun faaliyet sahası içinde, demiryolu, telgraf, telsiz ve kablo türünden konuların da millî ve milletlerarası mahiyet ve idaresi de ele alınmış bulunuyordu. 1952’de neşredilen bir istatistiğe göre, Birleşik Amerika Devletleri dahilinde, 60 kategoriye ayrılmış olarak 200 bine yakın radyo istasyonu çalışmakta idi. Bunlardan yaklaşık 4700 radyo istasyonu, halka günlük radyo programı neşretmekte, 192 binden fazla istasyon ise, radyo yayını dışındaki hizmetlere hazır bulunmaktaydı.

            Washington’daki Pennsylvania Avenue’de, klasik üslûpta yapılmış devlet binalarının en büyük ve en güzellerinden birini işgal eden Federal Komünikasyon Komisyonunun bütün binaları sade, fakat çok dayanıklı ofis mobilyasıyla döşenmişti. Komisyon reisi Mr. Hyde suallerime cevap vermeye, beni her bakımdan tatmin etmeye azami gayret sarf etmişti. Ondan çok şey öğrenmiş, senelerden beri devam eden bazı tereddütlerimi, fırsattan istifade edip Washington’da halletmiştim. Aynı zamanda başkan da memleketimin radyo işletmeciliği hakkında benden bilgi aldı ve büyük bir memnuniyetle bana: “Komisyonun faaliyetine bugün katılıp çalışmalarımızı pratik olarak da görmek istemez misiniz?” dedi. Komisyon çalışırken ben de ayı salona girip, seansı bilfiil takip edecektim. Konular hakkında bilgi edinecek, münakaşaları duyacak, kararları dinleyecektim. Tabii teklifi memnuniyetle, teşekkürle kabul ettim ve toplantıyı dinleme günü ve saati başkan tarafından 10 Mart 1954 Çarşamba günü saat 10-11 olarak tespit edildi. Teşekkürle veda edip ayrıldım.

            10 Mart 1954 Çarşamba sabahı, Pennsylvania Avenue’de 12 numaradaki Komisyon binasında toplantı salonunun kapısını açıp içeriye girdiğimiz vakit –tek başıma olsaydım– yanlış geldim diye gerisin geri tekrar dışarı çıkardım. Çünkü burası bir komisyon toplantı odası değil, sanki bir mahkeme salonu idi. Dikdörtgen planlı olan bu muazzam salonun bir ucundaki platform üzerinde, yedi üyenin oturacağı bir kürsü ile, ortadaki başkan koltuğunun yan tarafında büyük ve ipekli bir Amerika bayrağı vardı. Podyumun altında ve komisyon kürsüsünün geriye doğru tam karşısında, avukatların, iddia makamının, iş adamlarının, teknisyenlerin, uzmanların ve sair görevlilerin kürsüleri ile oturacakları yerler ve bunların tam arkasında ise salonu ikiye ayıran bir parmaklık ve parmaklığın arkasında, takriben 100-150 kişilik bir serbest dinleyici yeri bulunuyordu. Meğer Amerika Federal Komünikasyon Komisyonunun bireyler veya şirket temsilcileriyle olan karşılaşması, teknik bir mahkeme niteliğini taşırmış. Salonda her iki taraf arasında duruşma olurmuş. Davayı kaybedenler, elinden imtiyazı alınanlar, Komisyonu gayesine inandırıp eline yeni veya yeniden radyo imtiyazı verilenler ve sair idarî ve hukukî müracaat ve talepler, hep bu mahkemede dinlenir, burada muhakeme edilir ve Komisyon kararları Kongre tarafından tasdik edilirmiş. Adil kanunlar bakımından suç teşkil eden hususlar ise, ayrıca bölge federal mahkemelerince bakılıp bir karara bağlanırmış.

           Federal Komünikasyon Komisyonu salonuna biz herkesten evvel girmiş ve dinleyiciler tarafında yer almıştık. O esnada Komisyon üyeleri ile diğer görevliler de yerlerini aldılar. En sonra başkan salona girdi ve kürsüsüne ayak basar basmaz, uzaktan beni eliyle selamlayıp, parmaklığın önündeki görevliler arasında yer almaya davet etti. Yanımdaki memur ve mihmandar ile birlikte mahkeme tarafına geçip henüz yer almıştım ki, Komisyon başkanı sempatik bir yüzle salondakilere beni gösterdi ve: “Bugün aramızda dost ve müttefik Türkiye’den bir misafir var. Mr. Cevad Memduh Altar, senelerce Türkiye’deki devlet radyo postalarını, Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü Radyo Dairesi Müdürü olarak sevk ve idare etmiştir. Halen Devlet Tiyatrosu Genel Müdürüdür. Kendisi hükümetimizin misafiridir ve Komisyonumuzun mesaisini yakından tetkik etmek için bugün aramızda bulunuyor. Mr. Altar’ı Komisyonumuz adına selamlarım” dedi. Güler yüzlü ve sevimli bir zat olan başkanın bu nezaketine ayağa kalkarak teşekkür ettim.
            Arkasından\ sırasıyla çeşitli radyo ve televizyon şirketlerine ait işlerin tıpkı bir mahkeme tekniğinde incelenmesine başlandı. Gözümün önünde tamamen teknik bir mahkeme cereyan ediyordu. Arada bir, herhangi bir şirketin avukatı şiddetle itiraz ediyor, başkan Komisyonun ilgili uzmanlarına söz veriyor, fikirler çarpışıyor, üyeler teker teker söz alıyorlar, başkan çeşitli fikirleri topluca açıklıyor; derken dava oya]konup karara bağlanıyor ve hemen diğer bir konuya geçiliyor. Radyo konusundaki anlaşmazlıkların parlamento adına muhakeme salâhiyetine sahip teknik bir heyet tarafından yargılandığını, Eski Dünya’nın hiçbir yerinde görmemiştim. Bu tarz benin için yepyeni bir sistemdi ve cidden enteresandı.

           Komisyonun yedi üyesi arasında tek başına yer alan bir kadın üye vardı ki, adı Mrs. Frieda B. Hennock olan bu sarışın ve orta yaşlı kadının, Birleşik Amerika’daki bütün televizyon şirketlerinin yayın programlarına yüzde on nispetinde öğretici televizyon ve okul televizyonu programları katmayı büyük bir mücadele sonunda başarmış olan tanınmış bir pedagog olduğunu işitmiştim. Hattâ Mrs. Hennock’un komisyon mesaisinden sonra benimle şahsan tanışıp konuşmayı arzu ettiğini de bana söylemişlerdi ki, buna çok memnun olmuştum. Nitekim aradaki kısa teneffüs esnasında salondan hemen çıkan Mrs. Hennock ile dışarıda buluşup konuştuk. Program dışı olan bu tanışmamın gerektirdiği geniş zamanı temin imkânlarından maalesef mahrumdum. Saat tam 14.30’da Kongre Kütüphanesinde bulunmam ve Mr. Lichtenwanger’i artık şahsan da tanımam icap ediyordu. Federal Komünikasyon Komisyonundaki ilgililere teşekkür ve veda ederek mihmandarımla birlikte oradan ayrıldım.

           Kongre Kütüphanesi

            Öğleden sonra Kongre Kütüphanesi’nde Mr. Lichtenwanger’i nihayet şahsan tanımak fırsatını elde etmiştim. Kendisiyle senelerce evvel mektuplaştığım bu zat, yazılarında eski kitabet tarzımızı ve Osmanlıca kelimeleri fazla kullandığı için, bende yaşını başını almış bir insan etkisi yaratmıştı. Halbuki durum böyle değildi. Mr. Lichtenwanger, takriben 35 yaşlarında kadardı. Türkçesini zannedersem evvela kendi kendine eski metodlardan öğrenmiş, sonra da İkinci Dünya Savaşında Washginton’da bulunan Türk öğrencilerden öğrenmeye devam etmiş. Vakit çok geç olduğu için, muazzam Kongre Kütüphanesini büyük bir süratle gezdik. Birkaç gün sonra, daha geniş bir zamanda kütüphanenin müzik kısmında istediğim incelemeleri yapmama memnuniyetle müsaade edilecekti. Ve gene Mr. Lichtenwanger, bir daha sefere Kongre Kütüphanesine çok yakın bir mesafede bulunan Shakespeare Kütüphanesi’ne beni götürüp ilgililerle tanıştıracak ve bu kurumu bizzat gezdirecekti. Diğer taraftan 21 Mart 1954 Pazar günü, beni otomobiliyle Annapolis’e ve Baltimore’a götürüp gezdirmesi hususunda da kendisiyle anlaştık. Kongre’yi tekrar görmek hususundaki randevu günümüz ise 17 Mart 1954 Çarşamba saat 14 olarak tesbit edildi.

            Washington’a ayak basalı henüz iki gün olmasına rağmen, ne gariptir ki bu güzel şehirden daha hiçbir şey görmemiştim. Çünkü dinlenmeden incelemelerime başlamıştım. Halbuki başta Washington Büyükelçimiz olduğu halde, sefarette ve ataşeliklerde ziyaret edilecek birçok tanıdığım ve arkadaşım vardı. Bu arada Müsteşar Fehmi Nuza ile Basın Ataşesi Nüzhet Baba’ya ve Marshall Yardımı konusunu idare eden Nihat Ali Üçüncü’ye Amerika’ya geleceğimi yazmadığım için onlara da sürpriz yapmak istiyordum. Diğer taraftan Washington şehrini biraz olsun görmek hiç de fena olmayacaktı.

            11 Mart 1954 Perşembe günü Mr. Mausmann’dan seyahat programımı kesin şekliyle tape edilmiş olarak aldıktan sonra, öğleden evvel ve akşam vakti uygun saatlerde vatandaş ziyaretlerini de bitirdim. Böylelikle ertesi günden itibaren program gereğince başlayacak olan inceleme ziyaretlerimi tam bir huzur içinde yapabilme imkânını sağlamış oldum.

            Washington’dan ilk intibalar

            Amerika Birleşik Devletleri’nin başkenti Washington’dan başlayacak olan incelemelerimin en mühim kısmı, gene Washington şehrini kapsıyordu. Programım son ve kesin şekliyle elime geçinceye kadar, Washington’da 14 gün kalacağımı aklımdan bile geçirmemiştim. Onun içindir ki, New York’taki dostlarım nihayet birkaç gün içinde New York’a tekrar dönebileceğimi, hattâ Princeton’a ikinci bir seyahat daha yapabileceğimi tahmin etmişlerdi. Bu tahminde yanılmıştık, çünkü Washington programım yüklü idi

            11 Mart 1954 Perşembe günü Dışişlerinin bazı mühim şahsiyetlerini program gereğince ziyaret etmek üzere, saat 15.00’te “New State Building” denilen büyük binaya gittik. İlk olarak Dışişlerinde Türkiye işlerine bakan servisin şefi Mr. Edwin Wright’ı ziyaret ettim. Odasının duvarlarında Türkiye haritası ile Türkiye’ye ait turistik resimler ve Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünün turistik afişleri asılı bulunan Mr. Wright ile karşılaşmak benim için çok mühim bir sürpriz oldu. Çünkü bu zatın İngilizce konuşacağını tahmin ederken, fasih bir Azeri Türkçesi konuştuğunu hayretle gördüm. Washington’u ilk olarak ziyaret eden her Türke aynı sürprizi yapacağına emin olduğum bu Azeri Türkçesinin taklit olan hiçbir tarafı yoktu. Mr. Wright, gerek lisana hakimiyet, gerek şive bakımından en ufak bir hata yapmıyordu. Esasen bu zatın siması da benim için bir sürpriz olmuştu. Esmer, uzun boylu, zayıf, kır saçlı, tenkitkâr ifadeli, fakat güler yüzlü bir insan olan Mr. Wright, sima itibariyle de Amerikalı olmaktan ziyade Azeriye benziyordu. Bütün bu sürprizlerin pek de yersiz olmadığı sonradan daha iyi anlaşıldı. Çünkü Mr. Wright Tebriz’de doğmuş, orada büyümüş, Tebriz Türkçesini ana dili gibi öğrenmişti. Babası senelerce İran’a yerleşip İngilizce hocalığı yapmıştı. Hem bu zatın bütün maniyerlerinde de Ortadoğu’nun hususiyetleri göze çarpıyordu.

            Mr. Wright Türkiye’yi de iyi tanıyordu. Kendisiyle konuştuğumuz sıralarda, bu zattan arada sırada işittiğim İngilizce bile bana âdeta Azeri şivesiyle konuşulan bir İngilizce tesiri yaptı. Bu belki de fasih bir Azeri Türkçesinin bende bıraktığı izlenim olacaktı.
            Ziyaretime ilgi gösteren Mr. Wright’a veda ettikten sonra, Türkiye, Yunanistan ve İran işlerine toplu olarak bakan Mr. Acher’i ve daha sonra da bütün bu servisleri sevk ve idare eden Genel Müdür Mr. W. Baxter’i ziyaret ettim. Mr. Baxter İkinci Dünya Savaşında Türkiye’de bulunduğu için memleketimizi çok iyi tanıyordu. Amerika’yı ziyaretimle ilgili izlenimlerimi benden büyük bir ilgiyle dinleyen bu zat, programımın içeriği hakkında da benimle uzun boylu görüştü; ve bana Türk dostlarına ve Türkiye’ye ait hâtıralarından bazılarını nakletti.

            Washington’u görme imkânları

            Ertesi Cuma günü öğleden önce saat 10’da Freer sanat galerisinde, öğleden sonra da National Gallery’de incelemelerde bulunmak üzere Mr. Buhrman’dan ayrıldıktan sonra yalnız kalmıştım. Washington’a ayak basalı üç gün olduğu halde sağa sola bakmaya, önünden geçtiğim binaların, anıtların yüzlerini veya şekillerini olsun gözden geçirmeye imkân bulamamıştım. Halbuki ayın 11inci günü kesinleşen programımın, Martın 15’inde yol itinereriyle birlikte tamamlanmış olması, bu müddet zarfında Washington şehrini de inceleme imkânından beni mahrum bırakmadı. Artık sağa sola bakabiliyor, etrafımı alıcı gözle seyredebiliyordum. Bu itibarla 11 Mart 1954 Perşembe günü saat 16’dan itibaren hava kararıncaya kadar geçecek zamandan faydalanmam lazımdı. Çünkü üç günden beri cebimde Washington’a ait bir şehir planı vardı ki, bu plana bir kere olsun açıp bakmak imkânını bulamamıştım. Şimdi artık fırsat gelmişti. Derhal bir kahvehaneye, pastaneye veya bir birahaneye oturur, hem dinlenir, hem belki bir mektup yazar veya elimdeki şehir planını rahat rahat inceleyebilirdim.

            Aradım, taradım, koskoca Washington’da bir tek kahvehane veya pastane bulamadım. Saat yedi olmuştu. Akşamın alacakaranlığında el ayak da çekilmeye başlamıştı. Sokaklar, kuvvetli lambaların ışığıyla parıl parıl parlıyor, tramvaylar, troleybüsler, otomobil ve otobüsler çeşitli yönlere akıyordu. Dükkânların harikulâde vitrinleri insanı ister istemez kendine çekiyordu. Fakat bütün bu güzellikler arasında oturup dinlenecek ve etrafı seyredecek tek bir gazino veya kahve göze çarpmıyordu. Washington’un geniş ve uzun caddelerinden biri olduğunu sonradan öğrendiğim Connecticut Avenue üzerinde hiç olmazsa karnımı doyuracak yeri arayıp dururken, nihayet lokantaya benzer açık bir dükkân bulabildim. İnce, uzun, aydınlık ve içerlek bir lokal olan bu dükkânın tül perdeli camından bakınca, bölmelerle ayrılmış masalarda, yalnız kafaları görünen insanların baş hareketlerinden ancak yiyip içtikleri tahmin edilebiliyordu. Karnım o derece acıkmış, ayaklarım o kadar mecalsiz kalmıştı ki, ne olursa olsun deyip hemen lokalden içeri daldım.

            Aldanmamıştım. Burada, hakikaten yeniliyor ve içiliyordu. Şöyle bir köşeye oturayım derken, sıra bekleyen bir kuyruğun en gerisinde kendimi buldum. Yer açıldıkça harekete geçen kuyruk, geriye yeniden ilave edilenlerle boyundan hiçbir şey kaybetmeden gene bir müddet hareketsiz kalıyordu. Nihayet ben de yürüye, yerimde saya, boğazın geçit yerini tuttum ve nazik bir bayanın işaret ettiği bir yere oturabildim. Biraz durup dinlenmek veya Amerika’daki lokantalarda âdet olduğu veçhile listedeki numaralı tip mönülerden birini seçmek hususunda biraz gecikmek kimin haddine! Elindeki defter kalemle yanınızda bekleyen garson hanım, dudaklarınızın arasından çıkacak sözleri değil, bir tek rakamı bekliyordu. Bu acelecilik içinde mönüleri incelemeden tombala çeker gibi bir numara çekmenin daha doğru olacağına aklım kesti. Garsonu hiç bekletmeden, ağzımdan dokuz rakamı çıkıvermişti.

            Nazik, fakat çok süratli bir hareketle servise koşan garsonun getirdiği yemeklerden talihimin çok açık olduğunu anladım. Çektiğim niyet, beni hiç pişman etmemişti. 9 numaralı liste bir balık mönüsü idi. Hem de esas yemek ve komposto da dahil olmak üzere bütün teferruatıyla kılıç balığı idi. Fakat bu balık başka balıktı. Yani Boğaziçinin değil, Atlantiğin kılıcı idi! Yemeğimi bitirince, artık Ankara’ya mektup yazmak, yahut Washington’un şehir planını gözden geçirmek veya hazım zamanını beklemek kimin aklına gelir? Amerika’da insanların neden kâfi derecede vakte sahip olmadıklarını, kendi kendime yediğim bu akşam yemeğinde çok  güzel anlamıştım. Bu mevzu üzerindeki tenkit ve spekülasyonu otelde yapmanın doğru olacağını düşündüm ve yerimi, uzaktan gözümün içine bakanlara derhal terk edip lokantadan çıktım, otelime döndüm.

            12 Mart 1954 Cuma günü Mr. Buhrmann’la saat 9.30’da otelin holünde buluşup, program gereğince saat 10’da Freer Sanat Galerisi’nde olacaktık. O zamana kadar üç saatim vardı. Bu müddet içinde, fırsattan istifade edip, Washington’un şehir planını gözden geçirmem mümkündü. Çünkü şehri gezebilmem, gideceğim yerlerin şehrin hangi tarafında olduğunu tayin edebilmem için, Washington’u tanımam lazım geliyordu. Şehrin planını açıp incelemeye başladım.

            48 eyaletin dışında “Columbia Bölgesi” olarak tanınan Washington şehrini, kıtanın kuzey-batı ucundaki Washington eyaletinden ayırt etmek için, adının yanına D.C. harflerinin de ilave edilmesi lazım geliyordu. 1950 istatistiğine göre 802.000 nüfusu olan başkentin nüfusunun halen bir milyonu aştığı söylenmekte idi.

            Birleşik Amerika’nın doğu bölgesindeki Maryland ile Virginia devletlerinin hudut bölgesinde yer alan Washington şehrinin doğu, batı ve güney tarafları sularla çevrili idi. Atlantiğe açılan bu suların batı ve güney-batı tarafındaki büyük ve geniş olanına Potomac, doğu tarafındakine ise Anacostia nehri deniyordu. Maryland ile Virginia’yı Potomac nehri üzerinde birbirine bağlayan altı muhtelif köprü, sırf Washington D.C.’yi güneye bağlayan geçit vazifesini görüyordu. Şehrin orta kısımları ile etrafı, geniş orman ve parklarla çevrilmişti. Doğu tarafındaki Anacostia nehrinin doğu sahiline de taşan şehrin bu kısmı, çeşitli beş köprü ile başkente bağlı idi. Sokaklar ve avenüler, dört coğrafi yönde birbirine paralel veya dik olarak gelişmişti. Bütün avenüler, daha çok Capitol meydanından itibaren çeşitli yönlere yıldızvari açılmakta idi. Şehri doğu-batı yönünde büyük ve şahane bir cadde halinde Massachussets Avenue kesmekte idi.

            Rahmetli Ahmet Hikmet beyin Washington büyükelçiliği zamanında satın alınan sefaret binamız ile Basın ve Maliye Ataşeliklerimiz ve henüz inşa edilmekte olan bir cami de bu avenü üzerinde yer alıyordu. İşte plan üzerinde edindiğim ilk bilgilerim bundan ibaretti.

            Amerikan müze ve galerileri

            Saat 9.30’da Mr. Buhrmann arabası ile geldi, saat tam 10’da Freer Sanat Galerisi’nde idik. Bu güzel ve klasik binanın müracaat bürosu geleceğimizden haberdardı. Amerika’daki hemen bütün müzeler ve galeriler özel şahıs veya dernekler tarafından kurulup, vakıf kendi geliri veya münferit bağışlarla varlığını muhafaza ettiğine göre, bu müze de vaktiyle Mr. Freer’ın şahsi koleksiyonu ile kurulmuş ve gene aynı şehrin vakfettiği para ile vakit vakit satın alınan kıymetli eserler galeriyi bir hayli zenginleştirmişti.

            Bu enteresan galeride daha çok Uzak Doğuya ait sanat eserleri ile eski eserler ve Amerikalı ressamların tabloları sergilenmekteydi. Fakat işin en mühimi dünyanın hiçbir yerinde karşılaşmadığım bir teşhir sanatını ilk olarak burada görmemdi. Diğer müze ve galerileri de gezdikten sonra anladım ki, Amerika’da teşhir sistemi bir teşhir sanatı haline gelmiş. Çok sınırlı sayıda eseri o kadar büyük, o kadar ince bir zevkle sergiliyorlar ki, salon, camekân, ışık vesaire türünden ayrıntıların harikulâdeliği karşısında insan, sergilenen malzemenin azlığını fark etmeden kendini kaptırıveriyor. Bakıyorsunuz koskoca bir salonda üç dört parçadan ibaret malzeme ile topu topu bir veya iki vitrin, fevkalâde bir zevkle düzenlenmiş.

            Bir kere seyirci, böyle bir sergileme karşısında yorulmadan, her parçayı rahat rahat ve zevkle seyredebiliyor. Camekânların estetik güzelliği, malzemeyi yüksek bir sanat anlayışıyla göstermeye imkân veriyor. Kanaatimce Amerika müze ve galerilerinde sergilenen malzemenin, Eski Dünyaya nazaran şimdilik sınırlı sayıda oluşu, bu derece zevkli bir teşhir sanatının meydana gelmesine neden olmuş. Avrupa’da bu kadar güzel ve cazip bir teşhir tarzıyla ender karşılaştım dersem yanılmamış olurum.

            Kafeteryalar

            Freer Sanat Galerisi’nden ayrıldıktan sonra kendimizi lokantaların en pratiği olan bir kafeteryaya dar attık, çünkü çok acıkmıştık. Washington’a ayak bastığım basalı arkadaşım Mr. Buhrmann’ın delâletiyle her gün başka bir kafeteryada yemek yemiştik. Bugün de devlet mahallesinin en güzel ve temiz kafeteryalarının birinde idik. Bu çeşit lokantalar, eskiden beri Avrupa memleketlerinin bazılarında gördüğüm otomatların yeni ve daha insanî bir şekli idi. İnsanî diyorum, çünkü eski otomat lokantalarında yemekler, insan yüzü hiç görmeden, parayı atınca açılan camlı dolapların içinden alınmakta idi. Kafeteryalarda ise, reyonların önünden kuyruk halinde geçit resmi yapan insanlara, gene insanlar hizmet ediyor.

            Berlin’in ve Viyana’nın otomatik lokantalarını çok iyi hatırlarım. Bunlar da fevkalâde temiz ve pratikti. Türlerine göre birtakım şubelere ayrılmış olan yemekler, sıcak olsun, soğuk olsun, arkaları görülen küçücük dönme dolapların içinde sahibini beklerdi. Parayı delikten attınız mı, bir an içinde otomatik olarak kapı açılır, yemek alınıverirdi. Kapak gene kapandı mı, reyonun arkasındaki mutfakta hizmet edenler tarafından o hücreye aynı cins yemekten bir tabak daha konurdu ve binlerce insanın bu şekilde yemek yediği otomatta, masalar üstündeki tabakları toplayan sınırlı sayıdaki garsonlardan başka ortada insan namına bir şey görünmezdi.

            Halbuki Amerika’daki kafeteryalarda esas rol gene sevimli, temiz ve güler yüzlü insanlara verilmiş. Yemek çeşitlerine göre yan yana yer alan reyonların aydınlık camekânları arkasında sergilenen yemekleri görüp intihap seçiyorsunuz. Bir hizada duran bu reyonlar boyunca parmaklıkla bölünmüş, bir kişinin veya birer kişilik uzunca bir kuyruğun rahatça geçebileceği bir koridor var. Bu koridora girerken sol tarafta yığılı duran tertemiz tepsilerle, çatal, bıçak, kaşık, bardak vesaireden birer tane alıyorsunuz. Tepsi ağırlaştıkça elleriniz yorulmasın diye reyonlar boyunca uzanıp giden metal ve kaygan bir ray üzerine tepsiyi koyup, sol elinizle itip kaydırmaktan gayrı size bir iş düşmüyor. Bu suretle, meyve suları, salatalar vesaire türünden iştah açıcı malzemenin bulunduğu yerden başlayıp, tepsinizi kaydıra kaydıra yürüdükçe, arzu ettiğiniz yemekleri işaretle gösteriyorsunuz; reyonların arkasında beyaz ve tertemiz gömlekleriyle emrinize âmade olan bayanlar, istediğiniz yemeğin tabağını, hareket halindeki tepsinize koyuveriyor.

            Böylece ilerleyen kuyruk, bu ince yolun en sonundaki kahve reyonuna daha yaklaşmadan, “sütlü mü, sütsüz mü?” diye size bir sual soruyorlar ki, bunun mânâsı kahvenin nasıl olacağını öğrenip, gene hareket halindeki tepsiye kahveyi bırakıvermektir. Bu da oldu mu, tepsiniz kasaya yaklaşmaya iki karış kala, içeriği kasada oturan bayan tarafından daha uzaktan hesaplanmış ve ödeme fişiniz çoktan hazırlanmıştır. Siz kasanın önüne gelir gelmez, verdiğiniz paranın üstü, otomatik makineden hemen önünüze dökülüyor ve size ancak elinizdeki tepsiyle, oradaki masalardan birine oturup hemen yemeğe başlamak zahmeti düşüyor. Binlerce insanın girip çıktığı bu müesseseler, sessiz sedasız arı kovanı gibi işleyip durmakta ve kullanılmış takımlar ise ilgili hizmetliler tarafından masalardan toplanmaktadır. Burada da fazla oturamazsınız, çünkü sizden sonra yer alacak koca bir kuyruk arkada hareket halindedir.

            Washington, Jefferson ve Lincoln anıtları

            12 Mart 1954 Cuma, başkent Washington’u tanıdığımın dördüncü günü idi. Mevsim, çok sert geçen bir kışın hâtıralarını unutturacak kadar yumuşamamıştı. Hava soğuktu. Hele New York’ta bir hayli üşümüştüm. Daha Ankara’da iken, Washington’da ılık bir bahar havasıyla karşılaşacağım söyleniyordu. Halbuki iş tamamen aksi oldu. Hava hep kapalı, yağmurlu idi. Arada sulu bir karın yağdığını görmek beni büsbütün hayrete düşürmüştü. Lincoln ve Jefferson anıtları arasından geçtikçe karşılaştığım Tidal gölünün etrafını çeviren Japon kirazlarının, Washington’un bahar müjdecileri olduğunu daha bana Ankara’da iken söylemişlerdi. Hele bu kirazlar bir açsın, bahara doyum olmaz demişlerdi. Gerçi kiraz çiçekleri tomurcuklanmıştı ama patlayıp açılmaları şöyle dursun, soğuğun çiçekleri yakmasından korkuluyordu. Washington’un bu meşhur kirazları, Birinci Dünya Savaşından sonra nerdeyse şehrin sembolü olmanın önemini kazanmıştı. Bilindiği gibi bu ağaçlar, Japon hükümeti tarafından Amerika başkentine hediye edilmişti. Meyve vermiyorlar, fakat kıpkırmızı çiçekleriyle Tidal gölünü çeviriyorlardı. Bu harikulâde manzarayı yalnız renkli resminden görmüştüm. Hele bu ağaçların meyveye değil çiçeğe aşılanmış olmalarının, bodur bünyelerine görülmemiş bir zarafet vereceği de tabii idi.

            Başkentin bu bölgesinde bulunan eski Başkanlar Washington, Jefferson ve Lincoln’a ait anıtların uzaktan görünüşleri ve gölün aynasına akisleri, o civarı yalnız süslemekle kalmıyor, aynı zamanda güzellikle resmiyetin sentezini de meydana getiriyordu. Burada beni en çok saran şey, President Washington anıtı oldu. Birleşik Amerika Devletleri’nin kurucusu olma şerefiyle tarihe mal olan bu büyük insanı, hangi taş, hangi anıt icabı gibi ifade edebilirdi? Büyük kurucumuz Atatürk’ün hâtırasına lâyık bir anıt kabrin inşası keyfiyeti, bütün Türk milletini de yıllarca candan ilgilendirmemiş miydi?

            O halde başkentteki Washington anıtı da zamanında hiç şüphesiz Birleşik Devletler ölçüsünde halli gereken millî bir problem olmuştu. Onun içindir ki, dünyanın en yüksek anıtı olarak yapılması kararlaştırılan bu muazzam eser, göğe baş uzatırcasına yükselen sade bir dikilitaştan başka bir şey olmadı. Dünyanın en pahalı sanat eseri diye tanınan Washington anıtı, saf beyaz mermer ile granitten inşa edilmişti. Bu piramidin harikulâde bir proporsiyon estetiğine dayanan zarif gövdesi 555 ayak boyu yüksekliğinde meydana getirildi. Anıta temel taşı koyma merasimi 4 Temmuz 1848’de yapılmış ve inşaat 1884’te bitmişti. Millerce mesafeden ve her yönden görülen anıtın açılış töreni ise 21 Şubat 1885’de yapıldı. Mısır obelisklerinden hiç farkı olmayan böyle bir dikilitaşı meydana getirme fikrinin, eserin mimarını bir hayli yormuş olduğu muhakkaktı. Fakat bence işin en mühim tarafı, Washington’un hâtırasına sadece bir Mısır obeliskinin dikilmesi fikrinin mimara nasıl ilham edilmiş olduğu idi. Evet, bu çeşit tasavvurlara taklit diyorlardı, neo-klasisizm veya yaratma zaafı diyorlardı. Fakat hiç kimse, eski Mısır’dan, eski Yunan’dan bu yana söylenmemiş veya gösterilmemiş hiçbir şeyin mevcut olmadığı hakikati üzerinde durmuyordu.

            Tarih boyunca birbirini kovalayan devirlerde hep aynı düşünce ile karşılaşmamış mıydık? Rönesans ne idi, Barok ne idi, Neo-klasisizm ne idi? İnsan ruhunun büyük işler karşısında duyduğu heyecanı açıklama yolunda kullandığı ölçü ve şeklin eskisi ve yenisi olur mu idi? Bu itibarla öteden beri kullanılmış ölçülerin, yaratılmış şekillerin tarih boyunca vakit vakit tekrarlanmasını, yeni bir şey bulma hususundaki yaratma zaafından ziyade, ifade edilecek konunun büyüklüğünde aramak doğru olurdu. Onun içindir ki, President Washington’un doğduğu, büyüdüğü, feyiz aldığı memleketi hürriyete ve istiklâle kavuşturma yolundaki büyük hizmetini temsil edecek anıtın, bir Mısır obeliski olarak tasavvur ve tatbik edilmesi kadar güzel bir şey olamazdı. Nitekim, başkentin aynı bölgesinde yer alan Jefferson ve Lincoln anıtları Yunan tapınaklarına benzer İyonya üslûbunda meydana getirilmişti. Büyüklük karşısında dile gelmemiş hangi ölçü, hangi form mevcut olabilirdi ki, insanlığın hürriyet ve istiklâl kahramanlarına, tarih boyunca eşi olmayan bambaşka bir anıt olabilsin?

            Washington anıtı, eski Mısır obelisklerinin hiyeroglifsiz olarak tekrarı olmakla beraber, Mısır’da ve yeryüzünde mevcut obelisklerin hiçbiriyle mukayese edilmeyecek kadar büyüktü. Çünkü bu obeliskin içeriden asansörle sivri ucuna kadar çıkmak ve en üstteki piramidin altında bulunan geniş aralıklardan bütün Washington şehrini doya doya seyretmek mümkündü.

            Washington anıtının güney-doğusunda ve Tidal gölünün hemen kıyısında bulunan Jefferson anıtı, merdivenlerle çıkılan yuvarlak bir platformun üzerinde, İyonya üslûbunda inşa edilmiş yuvarlak bir Roma tapınağına benziyordu. Kubbesinin altındaki President Jefferson heykeli, ayakta durmuş vaziyette idi.

            Washington anıtının doğusunda Potomac nehrine yakın ve Arlington köprüsü ekseninde inşa edilmiş olan Lincoln anıtı ise, dört taraftan merdivenlerle yükselen dikdörtgen bir platformun üstünde, yine İyonya üslûbunda yapılmış bir Yunan tapınağına benziyordu. Bu anıtın içindeki hücrede de President Lincoln’un bronz heykeli oturmuş vaziyette meydana getirilmişti. Bu heykelin arkasındaki duvara şu cümle hâkkedilmişti: “Bu mabette, Abraham Lincoln’ün hâtırası, birliğini kurtardığı milletinin kalbinde olduğu gibi ebediyyen kutsileşmiştir”. Geniş ve aydınlık bir parkın yemyeşil çayırları üstünde yer alan bu üç başkan anıtı arasında tam bir üçgen meydana gelmekte ve bu üçgen yüzeyinin yarısına yakın kısmında Tidal gölü bulunmakta idi.

            Beyaz Saray

            Beyaz Saray’a gelince: Amerikan cumhurbaşkanlarının ikametine tahsis edilen Beyaz Saray (White House), yemyeşil bir parkın içine yerleştirilmiş bembeyaz bir köşk manzarası arzetmekteydi. Uzunca bir ön kısım ile sağda ve solda kısa birer kanattan ibaret olan Beyaz Saray’ın esas girişinde klasik üslûpta sütunlar vardı. Ne kadar sade, ne derece mütevazi bir köşkle karşılaşmıştım. Beyaz Saray’ı, güney-doğu yönünde uzayan Pennsylvania caddesi Capitol’e bağlıyordu.

            Capitol

            Üç bölümden oluşan Capitol binasının orta kısmı, dışarıdan sütunlarla çevrili olan sivri kulesiyle, hele uzaktan muazzam bir anıt etkisi yapıyordu. Esas cephesi doğu-batı yönünde gelişen Capitol’ın içinde bulunduğu büyük ve zarif parkın arka kısmında Kongre Kütüphanesi ve onun biraz üstünde de Folger Library, yani Shakespeare Kütüphanesi yer almıştı. Washington’un güzel binalarından biri de, Capitol meydanının devamı şeklinde kuzeye doğru yayılan parkın en son ucundaki “Birlik İstasyonu” idi. Bütün bu saydığım anıtlar ve binalar, başkentin belli başlı nirengi noktalarını teşkil ediyordu.

            Washington’un güneybatı yönündeki Virginia eyaletine girmek maksadıyla Potomac nehrini geçince, üç mühim nirengi noktasıyla daha karşılaşılıyordu. Başkentin içindeymiş gibi yer alan bu üç yerin önemi büyüktü. Bunlardan biri, Arlington köprüsünü geçer geçmez ayak basılan meşhur “Arlington Millî Kabristanı”, ikincisi Birleşik Devletler’in savaş gücünün sevk ve idare mekanizması demek olan meşhur Pentagon binası, üçüncüsü ise Potomac nehri sahilinde yer alan Washington’ın millî hava meydanı idi.

            Arlington mezarlığı

            Arlington mezarlığı, oldukça dikine yükselen bir tepenin etrafını sarmış, tepede ise meçhul asker anıtı yer almıştı. Bu büyük ve millî mezarlığın en mühim tarafı, çok temiz ve çok sade olmasındaydı. Dünyanın hiçbir yerinde görmediğim sadeliği bu kabristanda görmüştüm. Yemyeşil çayırların üstünde, iri yarı ağaçların gölgesinde uzayıp giden mezarların her biri, küçücük, mütevazı, alâyişten uzak birer dikili taş parçasından ibaretti. Bu minimini taşların üstünde hemen daima isim ve tarihler okunuyordu. İşte bu sadelik, vakit vakit insan ruhunu saran ölüm korkusunu tamamen gidermiş; insanoğlunu tabiatın kucağına asil bir tevazu içinde terk edivermişti. Parlak ve şatafatlı mezarların, dünyada kalanlara ölümün dehşetini duyurmak için dikilmiş anıtlar olduğuna, bu mütevazı mezarları gördükten sonra büsbütün inandım.

            Dört günden beri otomobille gelip geçerken gördüğüm bu mühim yerleri sonradan daha esaslı bir surette gezmek fırsatını bulmuştum. Nitekim 12 Mart 1954 Cuma günü öğleden sonra yalnız Millî Galeri’yi gezecek ve ertesi Cumartesi günü, erkenden Virginia devletine geçip, Amerika tarihiyle ilgili bölgeleri inceleyecektim. 14 Mart Pazar günü ise tamamen serbesttim. Arkadaşım Mr. Buhrmann’ın da hafta sonu tatilini yapması tabii olduğu için, tamamiyle yalnız kalacağım Pazar günümde de tek başıma Washington’ın parklarını ve ormanlarını gezmeye karar verdim.

            National Gallery

            Başkentten dört günde edindiğim izlenimi elimdeki şehir planının da yardımıyla saptamaya çalışırken karşılaştığım mühim bir sanat anıtı da Ulusal Sanat Galerisi” [National Gallery] olmuştu. Mihmandarımla birlikte Millî Galeri’nin önüne geldiğim vakit, binanın neo-klasik üslûptaki ağırbaşlılığına hayran olmuştum. Capitol’a yakın bir mesafede, doğu-batı yönündeki Constitution Caddesi üzerinde yer alan Ulusal Sanat Galerisi, Amerika’daki bazı binalarda gördüğüm gibi üç büyük bölüm halinde meydana getirilmiş, yemyeşil dikdörtgen bir park içinde inşa edilmişti. Binanın tam ortasına isabet eden kısmın kuzeye ve güneye açılan ve İyonya üslûbundaki sekizer sütun ile çatı üçgenini de içeren iki esas girişi vardı. Tamamen klasik Yunan mabetlerini andıran bu iki esas girişi, binanın içinde büyük kubbesi çepeçevre sütunlu ve orta yeri havuzlu bir hol birbirine bağlıyordu. Ölçülü ve basık kubbesiyle binanın bütününe dışarıdan klasik bir güzellik veren yuvarlak hole, galerinin “Rotunda” kısmı deniyordu.

            Ulusal Galeri’nin Rotunda holünden geçerek, bizi müdürlük dairesine götürdüler. Orada Mr. James McGill ile tanıştık. İlk işim Ulusal Galeri’nin kuruluşu hakkında bilgi almak oldu. Birleşik Amerika’daki, dolayısıyla başkent Washington’daki sanat galerileri de, halk arasındaki sanat meraklılarının sırf kendilerini tatmin için topladıkları özel koleksiyonlardan meydana getirilmişti. Nitekim yalnız son kırk elli sene içinde, Birleşik Devletler’de bu çeşit koleksiyonlardan elde edilen sanat galerilerinin adedi 227’yi buluyordu.

            Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk olarak 1829 yılında Washingtonlu bir sanat koleksiyonu meraklısı olan Mr. John Varden, tabiat tarihiyle ilgili bazı eşyaları, antika parçaları, eski paraları, çeşitli malzemeyi ve çok sınırlı sayıdaki sanat eserlerini bir araya toplamak suretiyle bir koleksiyon oluşturmuştu. Fakat Amerika’da ilk olarak 1846 yılında Kongre tarafından kabul edilen bir kanunla “Smithsonian Institution” adlı bir müze kuruldu. Sırf tabiat tarihiyle ilgili malzemeyi sergileyen bu müzenin faaliyeti arasına ulusal bir güzel sanatlar koleksiyonunun meydana getirilmesiyle ilgili çalışmalar da dahil edilmişti.

            Bu tarihi izleyen yıllarda, Avrupa’nın çeşitli galerilerindeki tanınmış sanat eserlerinin mulaj ve kopyalarını bir araya toplamak suretiyle de sanat galerileri meydana getirebileceklerine inananlar oldu. Nihayet ilk olarak 1865’te, tamamiyle Amerikan ressam ve heykeltıraşlarının eserlerini sergilemek gayesiyle “Corcoran Gallery”adlı bir müze kuruldu. 1904 yılında Mr. Charles R. Freer’ın, Amerikan ressamlarına ait tablolarla ve ayrıca yaptığı mühimce bir para bağışıyla Washington’da ulusalbir sanat galerisi kurulmasına doğru ilk adım atılmış oluyordu. Esasen 1903 yılında Mrs. Harriet Lane Johnston da ulusal bir galerinin kurulması arzu ve ümidiyle, şahsî resim ve heykel koleksiyonunu Corcoran Galeriye hediye etmişti. Nihayet 1906 yılında, Smithsonian’daki sanat koleksiyonun esasen bir ulusal sanat galerisi vazifesini görmekte olduğu kararına varıldı.

            1923 yılında, Devlet Arşivi önündeki sahada Ulusal Galeri’yi inşa etmek için yer ayrılmış ve buna paralel olarak “Ulusal Sanat Galerisi Komisyonu” adı altında bir teşekkül meydana getirilmişti. Bu komisyonun esas gayesi, artistlerle amatörleri güzel sanatlara teşvik edici bir faaliyette bulunmaktı. Nitekim bu komisyon az zamanda yalnız halktan Ulusal Galeri için 10.000 dolarlık bir bağış toplamayı başardı. Ne çare ki bu tarihte Kongre, inşaat için lüzumlu olan tahsisat noksanını temin edemedi. Aradan bir müddet daha geçti; ve ilk olarak devrin Hazine Bakanı Mr. Andrew W. Mellon’ın şahsî sanat koleksiyonunu da hediye etmek suretiyle giriştiği dahiyane bir teşebbüs sayesinde temin edilebilen beş milyon dolarlık bir tahsisatla, Washington’da Ulusal Sanat Galerisi kurulması konusunda ilk hakiki adım atılmış oldu. 1937 yılında, sırf bu amacın gerçekleştirilmesi için Kongreye müracaat eden Başkan Roosevelt’in heyecanlı konuşması sayesinde, 24 Mart 1937 tarihli Kongre kararıyla Mr. Mellon’un teklif ve teşebbüsü kabul edilmiş ve yasalaşmıştı. Daha önceden galeriye tahsis edilmiş olan saha üzerinde artık inşaat da başlamıştı. Nihayet Başkan Roosevelt, 17 Mart 1941 günü, 9.000 kişilik bir davetli kitlesi huzurunda yaptığı açılış konuşmasıyla bu muazzam bağışı Amerikan milleti namına kabul ettiğini kamuya ilan ederken, o tarihe kadar bağışlanan diğer şahsî koleksiyonların da yardımıyla Birleşik Amerika’nın “Ulusal Sanat Galerisi” artık resmen kurulmuş oluyordu.

            Ulusal Galeride incelemeler

            Avrupa’nın belli başlı sanat merkezlerindeki Ulusal Galerilerden çok sonra Washington’da bir ulusal sanat galerisinin meydana getirilmiş olmasının sebebi kendiliğinden anlaşılır. Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu tarihinden, bu galerinin kurulduğu yıla kadar geçen zaman, bu derece kapsamlı bir kurumun gereği gibi kurulması bakımından yeterli bir süre değildir. Fakat her şeye rağmen Eski Dünyanın bu konudaki tecrübelerini örnek alan Amerika’da, Devletin kuruluş tarihinden sonra, sanat ve kültür konlarına ilgi göstermiş devlet adamlarıyla karşılaşılmaktadır.

            Meselâ bunların arasında önemle yer alan John Adams, 1780 yılında eşine gönderdiği bir mektupta aynen şöyle demektedir: “Nefsime yalnız siyaseti ve harbi inhisar ettirmiş olmamın sebebi, oğullarımın matematiği ve felsefeyi serbestçe öğrenebilmelerini temin içindir. Onlar matematiği, felsefeyi, coğrafyayı, tabiat tarihini, gemi yapmayı, gemi işletmeyi, ticareti ve ziraati öğrensinler ki, kendi oğullarına da resim, şiir, müzik, mimarî, heykel, halı ve çini mevzularını öğrenme hakkını tanısınlar”.

            John Adams’ın bu harikulâde sözlerinin, Amerika’da bilim ve sanatın gelişmesi yolunda alınması gereken önlemlere bundan tam 174 yıl evvel işaret etmesi bakımından büyük önemi vardı. Gerçi John Adams’ın fikirleri belki de uzun zaman gerçekleştirilememişti,  ama sanatın Amerikan halkı için olan önemini açıklaması bakımından bu ifadenin anlamı büyüktü.

            Birleşik Amerika’daki güzel sanatlar konusunun incelenmesi, burada çok uzun zamandan beri büyük çapta sanat eserinin mevcut olmadığını açıklamaya yeter. Bu nedenle halkın yararlanmasına sunulan]sanat galerilerinin kuruluş tarihleri de o nispette yenidir. Hattâ 19’uncu asrın sonlarına doğru, şahıslarda toplanan özel koleksiyonlar sayesindedir ki, Birleşik Amerika’da sanatın bütün kollarını içine alabilen galeri ve müzelerin kurulması imkânları ancak son 30-40 sene içinde sağlanabilmiştir. Bununla beraber, başlangıçta tabiat tarihiyle ilgili teşhir eşyası da dahil olmak üzere, çeşitli malzemeye âdeta depo vazifesi görmüş olan bu tür galerilerin, az zamanda gereği gibi tasfiye edilmeleri de süratle başarılmış oldu. Bir yandan Amerika’ya değerli sanat eserlerinin girmeye başladığını açıklayan bu hadise, diğer taraftan memlekette gerçek sanatseverlerin arttığına da tanıklık ediyordu. Şöyle ki, sanat galerileri bir taraftan tasfiye edilerek, yalnız gerçek sanat eserlerinin sergilenmesine ayrılırken, diğer taraftan her türlü malzemeye senelerce açık bulundurulan galerilere eser kabul edilmesi keyfiyeti sıkı kayıt ve şartlara tabi tutuldu.

            Mr. Mellon, evvelâ Ulusal Galeri’ye hediye ettiği şahsına ait koleksiyondaki eserlerin değerini esas tutmak suretiyle, bundan böyle galeriye hediye edilecek koleksiyonlara kalite seviyesi sağlamayı başarmıştı. Onun gayretiyle saptanan ve uygulanan nizamname, daimî olarak kabulü teklif edilecek koleksiyonlardaki sanat eserlerinin, galeriye ilk olarak bağışlanmış olan eserlerle kıyaslanabilecek değerde olmalarını şart koşuyordu. Aynı zamanda Ulusal Galeri’ye koleksiyon toplama faaliyetini halktaki kısa ömürlü ve geçici sanat zevkinin neden olabileceği zarardan korumak için, sanatkârın ölümünden ancak yirmi sene geçmeden eserinin Ulusal Galeri’ye kabul edilmemesi prensibini gene Mr. Mellon koydu; ve böylelikle koleksiyonların zamanla değerini yitirmesi tehlikesini de kesin olarak önlemiş oldu. Bu anlayış Mr. Mellon’un, yalnız gerçek bir sanat galerisi kurma bakımından koyduğu prensibi açıklaması bakımından değil, aynı zamanda ondaki dikkate değer seziş kabiliyetinin açıklanması bakımından da mühimdi. Çünkü onun bu hareketi, diğer girişimcileri de cesaretle bu amaç etrafına toplamaya yetiyordu. Bu nedenle, daha galerinin açılış töreni yapılmadan temin edilen bağışlar arasında, yalnız New Yorklu Mr. Samuel H. Kress’in yaptığı muazzam bağış sayesinde, Washington Ulusal Galerisi’ndeki İtalyan sanatı koleksiyonu, birkaç misli daha değerlenmiş oldu. Washington Ulusal Sanat Galerisi, bir buçuk yüzyıllık bir bekleyiş sonunda, sırf yukarda belirtilen bilinçli bir sanat sevgisiyle, 14 Mart 1941’de hayata gözlerini açtı.

            Muazzam sergi salonlarını içeren Ulusal Galeri’nin bir diğer özellii de, dışarıya hiçbir penceresi olmamasında idi. Avrupa’daki benzerlerinin çoğundan farklı olarak inşa edilmiş bulunan bu galerinin pencereden tamamen yoksun olması, içeride sergilemeye her bakımdan müsait geniş panoların meydana gelmesini sağlamıştı. Bu durum karşısında, tepeden verilen bol ışıkla, resim ve sair sanat eserlerinin her türlüsünü rahat rahat inceleyebilme imkânı da sağlanmış oluyordu.

            Washington Ulusal Sanat Galerisi, her katta, merkezî vaziyetteki hollerin etrafını çeviren 90 kadar çeşitli sergi salonuna sahiptir. Bu salonların hiçbiri, binanın mimarî planı bakımından kesin ve sabit daireler halinde inşa edilmemiştir. Bu takdirde hiçbir yük taşımamakta olan bölmelerin, binada mimarî tadilata gerek kalmadan kolayca değiştirilmesi ve böylelikle istenilen ölçü, şekil ve miktarda yeni sergi salonlarının elde edilmesi mümkündür.

            Ulusal Galerinin teknik özellikleri

            Millî Galeri’deki ışık tekniği de çok mühimdir. Pencereden tamamen yoksun olan bu binada, ışığı en normal şekilde verebilen teknik tesisat meydana getirilmiştir. Işık, sergi salonlarının üstünde özel olarak inşa edilmiş olan cam tavanlardan aşağı düşmekte ve alüminyumdan çatı çerçevelerine geçirilmiş özel takviyeli camlar vasıtasıyla doğal bir aydınlık verme imkânı azami nispette sağlanmaktadır.

            Şehirdeki diğer galerilerin ışık ve aydınlatma meseleleri üzerinde öteden beri yapılmış olan esaslı etüdlerden elde edilen neticeye göre, Ulusal Galeri’nin de özenle aydınlatılması gerekiyordu. Nitekim Washington’daki gün ışığının yoğunluk derecesi üzerinde seri halinde yapılan uzun deneyler sonunda, galerinin her gün halka açık olduğu sürenin ancak % 15’inin yapay araçlarla aydınlatılması gerektiği kanısına varılmıştı. Bunun üzerine, havanın yalnız kapalı olduğu zamanla sınırlı olmak şartıyla, kullanılacak yapay bir ışık sistemi meydana getirildi.

            Söz konusu sistem, her şeyden önce renk ve yön bakımından bütün ihtiyaçlara cevap veren teknik bir kolaylığı hedef almaktaydı. Bazı sergi malzemesinin, parlak bir fon önünde siluet olarak görünmesi veya çeşitli heykellerin bir merkezden sevk edilen ışıkla bir arada aydınlatılmaları yerine, her birinin belli yere yönelen projektörlerle tek tek aydınlatılması veya camlı tabloların meydana getirdiği yansımanın önlenmesi türünden hususları sağlayacak bir ışık sistemi uygulandı. Nitekim bütün bu ihtiyaçların karşılanması için, 700’den fazla projektör ile reflektörün kullanılması gerekiyordu.

            Ulusal Galeri’nin akustik meselesi de çok mühimdi. Binanın mimar ve mühendisleri, bu hususta da çözümlenmesi gereken sayısız problemlerle karşılaşmıştı. Taş duvarların sesi aksettirmeleri karşısında, gürültüyü önleyici teknik tedbirlerin alınması icap ediyordu. Diğer taraftan sesi kesen malzemenin kullanılması imkânı da geniş ölçüde sınırlandırılmıştı, çünkü sergilenecek sanat eserlerinin devir ve karakterlerine uyacak çeşitli fon tarzının duvarlara uygulanması, ses yansımasını önleyici malzemenin duvarlara konması imkânını büyük nispette önlemekteydi. Bu nedenle binanın bazı aksamında gerekli akustik önlemlerin alınması gerekti. Meselâ orta kısımdaki “Rotunda” holünü örten kubbenin alt tarafı, tıpkı Roma’daki Panteon’da olduğu gibi, dört köşe çukur çerçeveler (kasetler) halinde dekore edilmiş, fakat her kasetin içine hususi bir ses kesme cihazı gizlice yerleştirilmişti. Gene aynı kubbenin altında çepeçevre bir balkon bulunmaktaydı; bu balkonun altındaki satıhlara yüzeylere göze görünmeyecek şekilde giydirilmiş bir madde sayesinde, gürültü önlenmekteydi. Binanın çeşitli yerlerinde buna benzer daha birçok teknik tertibat alınmıştı. Mimarî gerekler bakımından üst kata göre daha sade bir tarzda meydana getirilen zemin katında ise geniş ölçüde akustik tertibat alma imkânı yaratılmıştı.

            Bodrum katına yerleştirilmiş olan makinelerin işgal ettiği hücreler, kurşun, sünger veya kauçuk türünden maddelerle asıl binadan sıkıca tecrit edilmiş, titreşim yapan mahallerin her biri için özel bir gürültü kesme tekniği uygulanmıştı. İşte bütün bu tedbirler sayesinde Washington Ulusal Sanat Galerisi’nde gürültü ve yankı türünden sakıncalar harikulâde bir şekilde önlenmiş oldu.

            Ulusal Galeri binasının bütünü, eşine ender rastlanır güzellikte bir park içine yerleştirilmişti. 22,480 metrekareden oluşan galeri arazisinin, binanın mimarisiyle uyumlu bir park haline getirilebilmesi için uzun etüdler yapmak gerekmişti. Parkın planları, önce ünlü bir bahçe mimarına peyzaj halinde hazırlattırılmış ve bu peyzajda hayalen tespit edilmiş olan ağaçlar ve bitkiler, binanın açılış tarihinden bir yıl öncesine, yani 1940 yılına kadar özel olarak yetiştirilmişti. Bu arada yalnız sık ve yemyeşil olan çimenler 15,235 metrekarelik, ağaç ve saire bitkiler ise 7,245 metre karelik bir alanı işgal etmekteydi.

            Binanın esas katının her iki kanadında, etrafı sergi salonlarıyla çevrilmiş, üstleri camla örtülü birer kış bahçesi de bulunmaktaydı. Galerinin dışındaki büyük parkta 97 adet büyük ağaç, 2,735 adet bodur ağaç, 40,272 adet de asma mevcuttu. Binanın gerek park kısmında, gerek çeşitli holleriyle kış bahçelerinde bütün sene sayısız çiçek ve çeşitli bitkiler bulunduruluyordu.

            İçindeki zengin sanat koleksiyonlarına ayrıca temas edeceğim Washington Ulusal Sanat Galerisi, ünlü mimar John Roussell Pope’un hazırladığı projelere göre inşa edildi ve mimarın 1937 yılında vefatı üzerine, arkadaşı Otto R. Eggers ile Daniel P. Higgins tarafından inşaat tamamlandı.

            Ulusal Sanat Galerisi inşaat masraflarının tutarı ise 15 milyon doları geçmişti. Sırf devrin Hazine Bakanı A.W.Mellon’un bulduğu ideal bir tedbirle meydana gelen bu güzel binanın, İkinci Dünya Savaşı boyunca hiç durmadan inşasına devam edilmiş ve başarıyla tamamlanmış olduğuna bakılırsa, bu işe kendini veren insanların esaslı bağış kaynakları temin etmiş oldukları da kendiliğinden anlaşılmaktadır. Fakat burada göz önüne alınması lazım gelen en mühim nokta, galeri girişimcilerinin, her şeyden önce Amerikan halkına telkin etmiş oldukları güven sayesinde bu millî vazifeyi başarmış olmalarıdır.

            Ulusal Galerideki koleksiyonlar

            Washington’daki Ulusal Sanat Galerisi’nin bina olarak değeri, benzerleriyle kıyaslanamayacak kadar büyüktü çünkü galeriyi kuranlar, Eski Dünyanın bu alanda yaptığı uzun tecrübelerden faydalanmış, bu işe en geç başlamakla, günün modern tekniğinden her hususta yararlanma fırsatını elde etmişlerdi. Diğer taraftan bu gecikmenin, galerinin esas kimliğini kesin olarak saptama bakımından da önemi büyüktü.

            Zaman geçtikçe, memlekette galeri adedi çoğaldıkça, amacın daha belirli konulara doğru kesinleştiği de muhakkaktı. Vaktiyle, birbirinden uzak konularla ilgili malzemeyi âdeta depo gibi bir arada saklayıp sergileyen galerilerin, zamanla belirli bir hedefe yönelip, tektürel konuları sergilemeye eğilim gösterdiği açıkça görülüyordu.Washington Ulusal Sanat Galerisi de bu yolda bir gecikmenin teşhir konusuna sağladığı amaç ve teknikten faydalanmış, kendi alanını da tam ve kesin olarak saptayabilmişti. Bu alan ise, sadece Batı sanatının eski üstatlarına ait eserlerin sergilenmesinden ibaretti. Nitekim bu amaç, günün birinde eksiksiz olarak gerçekleşti.

            Amerikan Birliğinin ilerlemesi, sosyal şartların gelişmesi, hayat standardının yükselmesi türünden faktörler, esaslı bir Batı kültürünün önemini daha ziyade belirtmişti. Eski Dünyanın geleneksel düşünce sistemi ile bilim ve sanat anlayışına Amerikan topluluğunu da intibak ettirecek terbiye ve öğretim müesseselerinin kurulması yolunda sarf edilen büyük çaba, bu arada son elli yılın belli başlı işlerinden biri olan üniversite kurulması ve ıslahı hususunda girişilen teşebbüsler, Yeni Dünyanın bu bölgesini ister istemez Eski Dünyanın bir seleksiyon istasyonu haline getiriyordu.

            Birliğin yeni katılan devletlerle kuvvetlenmesi, doğuda bazı bölgelerin, Avrupa kültürünü her bakımdan temsile yetkili birer bilim ve sanat yuvası olma yolunda gelişmeye devam etmesi, az zamanda Birleşik Devletler arasında yükseliş rekabetine de yol açmıştı. Sırf bu amaçla meydana gelen bilim ve sanat müesseselerinin adedi çoğalırken, Eski Dünyada yüzyıllar boyunca birbirinin yerini almış olan geleneksel mimarî stilleri de burada sırasıyla yeniden uygulama alanı buluyordu. Bu arada Avrupa’nın malûm bölgelerindeki 2550 yıllık bir tarihin akışı içinde meydana gelen Antik-Klasik, Roman, Gotik, Rönesans, Barok türünden stiller, son 150 yıllık tarihi içinde Amerika’da tekrarlandı.

            Hele bunların arasında Yunan ve Roma stilleri daha çok galeri, müze, kütüphane, resmî daire, Gotik ve Roman üslûpları ise en ziyade üniversite inşaatında önemle uygulandı. Böylelikle antik tefekkürün düşünsel gelişime her şeyden evvel temel olması lazım geldiğine inanan Amerika, bu hususu gözle görülür gerçeklerle de doğrulamak istiyordu.

            Yapay da olsa samimi bir arzu ile bu bölgede de Ege’nin ve Akdeniz’in mimarî stilleri aynen tekrarlanmakla, Antik bir atmosferin dekor bakımından tamamlanması imkânı sağlanmış oldu. Halbuki bu hareket, 19’uncu asrın başında, Avrupa’nın Antikiteden uzak bölgelerinde de “Neo-Klasisizm” adı altında, tereddüt etmeden uygulanmıştı. Gene aynı yüzyılın başında Avrupa’da Gotik-Roman ve Rönesans stilleri de tekrar mahiyetinde yeniden hayata geçirilmişti. O halde Amerika’ya da bir Ortaçağ atmosferinin kazandırılması lazım gelecekti ve sırf bu idealin gerçekleştirilmesi için üniversite inşaatında en çok Roman ve Gotik üslûplarından yararlanıldı. Fakat bu her iki üslûp da doğal olarak Anglosakson Gotiğinden veya Anglosakson Roman üslûbundan başka bir şey değildi. O halde Washington’daki Ulusal Sanat Galerisi’nde de bütün zarafetiyle uygulanmış olan Yunan ve Roma mimarî üslûplarının hangi amaa dayandığı kendiliğinden anlaşılıyordu.

            Washington Ulusal Sanat Galerisi’nde yaptığım tetkikler, beni harikulâde zengin bir Eski Dünya sanatıyla karşılaştırmıştı. Bütün gerekleriyle tam, mükemmel ve modern bir galeri niteliğini taşıyan bu büyük eser, yalnız muazzam bir istek ve imkânın zaferi olduğunu açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda Amerikan vatandaşlarının, yeni kurdukları bir dünyada bile, Avrupalı atalarının değer bildiği anlam ve kavramlara aynı sadakatle bağlanmaktan geri kalmamış olduklarını de açıklıyordu.

            İşte Washington Ulusal Sanat Galerisi’ni böylesine bir fikir spekülasyonu içinde incelerken, kendimi vakit vakit Batı dünyasının çeşitli devir ve üslûbu içinde buluyordum. İşin asıl bu tarafı yapay değil, doğaldı. Amerikalılar bu Ulusal Sanat Galerisinde ne üstün bir koleksiyon meydana getirmeyi başarmışlardı; Amerikalılar, “Sanatın en millî olanı, en milletlerarası değerde olanıdır!” realitesini, yalnız bu galeride, hiçbir topluluğa nasip olmayan bir açıklıkla ispat etmişlerdi. Çünkü bütün bu eserler, İtalyan, İspanyol, Hollanda, Flaman veya Fransız ekollerine ait eserlerdi; halen bulundukları memleket ise Amerika idi; bunları sergileme imkânı veren binanın adı da “Ulusal Sanat Galerisi” idi!

            Hiç şüphe yok ki, Amerikalılar da Washington Ulusal Sanat Galerisi’nde sergilenen eserleri mulusal eserler olarak tanımışlar ve bu sanat koleksiyonunun bütününe ulusal bir değer atfetmişlerdi. Çünkü onların da, her topluluk için bölünmez bir bütün olan Batı kültürüne şiddetle ihtiyacı vardı. Antikite ve Rönesans onlar için de “millî” idi.

            Washington Ulusal Sanat Galerisi’nde eserlerin sergilenme şeklinde de şimdiye kadar görülmeyen bir yenilik göze çarpıyordu. Evvelâ eserlerin, bütün ayrıntılarıyla döşenmiş mobilyalı salonlar içinde mi, yoksa her sanat eserinin, tarafsız bir fon önünde, ait olduğu devrin kültür tarihini de ifade ederek, estetik bir haz yaratması suretiyle mi sergilenmesi gerektiği prensibi üzerinde bir hayli durulmuştu. Nihayet mevcut koleksiyonların tabi olduğu kronolojik sıra göz önüne alınarak, teşhire hasredilmesi düşünülen salonlarla ilgili mimarî süslemelerin, çeşitli dönemlere göre uygulanması konusunda kesin bir fikir birliğine varılmıştı.

            Meselâ İtalyan primitiflerine ayrılacak salonların duvarları yalnız alçı levhalar halinde bırakılmıştı. Buna karşılık İtalyan Rönesans üstatlarına ait eserlerin sergileneceği salonların duvarlarına kumaş kaplanmış, bu salonların kapı çerçeveleri ile lambrileri traverten mermerinden yapılmıştı. Hollanda ve Flaman üstatlarına ait tabloların sergileneceği bölmeli salonların duvarları, doğal meşe kaplama; İngiliz, Fransız ve Amerikan ressamlarına ait tabloların sergileneceği salonlardaki duvarlar ise renkli ağaç kaplama olarak meydana getirilmişti. İşte bu prensiplere göre tezyin edilen salonlarda, sanat eserleriyle mekân arasında belirli bir âhenk kurulmasına çalışılmakla beraber, seyircinin eser üzerindeki dikkatini dağıtacak etkilerden de kaçınılmış ve böylelikle her eserin tarafsız bir anlayış içinde sergilenmesi imkânları sağlanmıştı.

            Washington Ulusal Sanat Galerisi’ne temel olan eserler arasında her şeyden önce Mr. A.W.Mellon’un hibe ettiği büyük koleksiyon göze çarpmakta idi. Mr. Mellon bu eşsiz koleksiyondaki eserleri toplamaya, evvelâ 1882 yılında ve 27 yaşında başlamıştı. Aynı yıl içinde Avrupa’ya yaptığı bir seyahatte çeşitli galerileri ziyaret etmiş ve birkaç tablo satın almıştı. O tarihten itibaren resim sevgisi sürekli olarak artmış ve elindeki koleksiyon yıldan yıla zenginleşmişti. Kendisiyle beraber Avrupa seyahatlerine katılan, Pittsburg sanayicilerinden Mr. Henry Clay Frick adlı diğer bir sanat dostu da zamanla güzel bir koleksiyon edinerek, bir kısmını sonradan New York müzesine vasiyetname ile hibe etmiş, elinde kalan diğer bir kısım da, vefatının ardından müze haline getirilen evinde muhafaza edilmişti.

            Mr. Mellon’ın koleksiyonu, zamanla bütün ekollere mensup eserlerle büyük bir değer kazanmıştı. Elindeki eserlerin zenginleşmesi oranında sanat anlayışı bakımından da gelişen bu dikkate değer koleksiyoncu, eser edinirken şu üç noktaya bilhassa dikkat etmekte idi:

  1. Koleksiyona girecek bir tablo, harikulâde bir güzelliğin eseri olmalı idi,
  2. Böyle bir eser, sanatkârının en önemli ve en karakteristik eseri olmalıydı,
  3. Eserin, aynı zamanda çok iyi vaziyette muhafaza edilmiş olması lazımdı.

            Netice itibariyle Mr. Mellon, Avrupa’da mevcut koleksiyonların içinden en değerlilerini seçme konusunda büyük bir liyakat göstermiş ve zamanla geniş ölçüde bir koleksiyonun oluşturulmasını mümkün kılacak servete de sahip olmuştu. Nihayet Mr. Mellon, bu eşsiz koleksiyonunu, vasiyetname ile Washington Ulusal Sanat Galerisi’ne hibe etti. Bu şahsın diğer bir özelliği de, Amerikan ressamlarının tablolarıyla meydana getirilmiş olan “Clarke” koleksiyonunu da olduğu gibi satın almış olmasıydı. 175 parça portreden ibaret olan bu koleksiyonu da Mr. Mellon Ulusal Sanat Galerisi’ne hediye etmiş ve günün birinde tıpkı Londra’da olduğu gibi Washington’da da “Millî Portre Galerisi” kurulduktan sonra, bu koleksiyon adı geçen galeriye nakledilmişti.

            Mr. Mellon’un Washington Ulusal Sanat Galerisi!ne hibe ettiği koleksiyonda, Batı resim sanatının her ekolüne mensup eserler bulunduktan başka, aynı koleksiyonda eserleri bulunan belli başlı üstatlar da şunlardır: Fra Angelico, Antonello Da Messina, Gentile Bellini, Botticelli, Dürer, El Greco, Giotto ekolü mensupları, Goya, Frans Hals, Hans Holbein’ın oğlu, Filippino Lippi, Mantegna, Masaccio, Memling, Perugino, Raphael, Rembrandt, Rubens, Titien, Turner, R. Van der Weyden, Van Dyck, Van Eyck, Velazquez, Vermeer, Veronese. Heykel olarak da G. Bologna, Donatello, Verrocchio.

            Galerilere hediye verenler

            Washington Ulusal Sanat Galerisi’ne bilhassa İtalyan eserlerinden oluşan büyük bir koleksiyon hibe eden diğer bir sanat dostu da Samuel H. Kress’di. Bu kişi, Avrupa seyahatlerinde satın aldığı eserlerle büyük bir koleksiyon meydana getirmişti. Aynı zamanda Avrupa’nın Antik sanata ve Rönesans’a sahne olan bölgelerindeki bina ve anıtlardan bazılarını kendi parasıyla tamir ettirmiş, bu suretle Batı kültürünün korunması konusuna şahsen de emeği geçmişti. Washington Ulusal Galerisi’nin doğuş ve oluşunda büyük hizmeti geçen A.W.Mellon’un 1937 yılında ve Galeri’nin açılışından çok önce hayata gözlerini yumup kendi eserini görememiş olması karşısında Kress, daha 1939 yılında, yani galerinin açılışından birkaç yıl önce, 375 tablo ile 18 heykelden oluşan koleksiyonunun zenginleşmesine büyük bir enerjiyle devam ediyordu. Bu koleksiyonda eserleri bulunan belli başlı üstatlar ise şunlardı: Andrea del Sarto, Fra Angelico, G. Bellini, Botticelli, F. Boucher, V. Carpaccio, Claude Lorrain, Corregio, Jean Honore Fragonard, Domenico Ghirlandaio, Giorgione, Giotto, Filippino Lippi, Andrea Mantegna, Perugino, Pintoricchio, Nicola Poussin, Raphael, Luca Signorelli, Sodoma, J. Tintoretto, Titien, Verrocchio, A. Watteau. Heykel olarak da Lorenzo Bernini, J.B.Carpeaux, Donatello, çeşitli İngiliz ekolleri, Floransa ekolü, Lorenzo Chiberti, J. della Quercia.

            Samuel H. Kress, yıllar boyunca satın aldığı eserlerle Ulusal Galeri’deki koleksiyonunu sürekli olarak zenginleştiriyordu. Nihayet 1946 yılı da gelmiş, Kress’in galeriye hibe ettiği tablo ve heykellerin sayısı 600’ü bulmuştu. Bu eserlerin tamiri, çerçevelenmesi ve doküman olarak tasnif edilmeleri çalışmalarına da katılan Kress, 1939 yılında kişisel koleksiyonunun millete hibe edilmesi arzusuyla ilgili olarak resmî bir yetkiliye göndermiş olduğu mektupta aynen şöyle diyordu: “Washington Millî Sanat Galerisi’nin meydan gelişini olduğu kadar, milletin malı olan sanat eserlerinin muhafazası için bu şehirde yapılan büyük bir binanın inşasını da alâka ile takip ettim. Aynı zamanda şu gözlemimi de memnuniyetle söyleyebilirim ki, Andrew W. Mellon’ın gayretiyle, güzel sanatları teşvik ve bu sahada yapılacak etüdleri geliştirmek için meydana gelmekte olan bu galeri, bütün memlekette ilgi uyandırmıştır”.

            Washington’daki Ulusal Sanat Galerisi’ne kişisel koleksiyonlarını hibe eden diğer sanat dostları arasında iki mühim kahraman daha vardı ki, bunlardan biri Wiedner, diğeri de Chester Dale idi. 1915’te vefat eden Wiedner’ın koleksiyonu, 1942 yılında oğlu tarafından, babasının hatırasına hürmeten Ulusal Galeri’ye hediye edildi. Wiedner’ın koleksiyonundaki belli başlı üstatlar ise şunlardı: G. Bellini, John Constable, Rudolfo Ghirlandaio, El Greco, Frans Hals, Andrea Mantegna, Murillo, Raphael, Rembrandt, Titien, Turner, Van Dyck, Jan Vermeer; heykel olarak da Donatello, J.A.Houdon, Lucca della Robbia.

            Ulusal Galeri’nin Chester Dale koleksiyonu, bu kişi tarafından 1926 yılından itibaren toplanmaya başlanan eserlerden ibaretti. On sene zarfında 700 parçayı bulan bu koleksiyon esas itibariyle Fransız ekolüne ait eserleri içeriyordu. Chester koleksiyonunda son 150 yılın Fransız resmiyle ilgili eserler bulunmakla beraber, bunların arasında bilhassa Fransız empresyonizmi kuvvetle temsil edilmekte idi. Chester Dale, bu zengin koleksiyonundan ilk önce 26 adet seçilmiş eseri Ulusal Galeri’ya hediye etmişti. 1941 yılında da Ulusal Galeri’ye 19’uncu yüzyıl Fransız ekolüne ait 25 tablo hediye etti ve bu miktara 1942 yılında 46 tablo daha ilave edildi. Bu sayede Washington Ulusal Sanat Galerisi, halen modern sanatın en büyük dönemini kapsayan zengin bir koleksiyona da malik olmuştu. Galerinin bu modern koleksiyonundaki eserler arasında, senelerce Fransa’da bulunup Fransız ekolüne bütün kalbiyle bağlanmış olan Amerikalı meşhur kadın ressam Mary Cassatt’ın eserleri de vardı. Chester  Dale koleksiyonunda eserleri bulunan belli başlı eski ve yeni Fransız üstatları ise şunlardı: F. Boucher, Paul Cezanne, Corot, Courbet, Ch. F. Dobingny, H. Daumier, J.L.David, E. Degas, E. Delacroix, Fantin-Latour, Gauguin, Van Gogh, Manet, Monet, Pisarro, Puvis de Chavannes, Renoir, Rousseau, Alfred Sisley, Toulouse-Lautrec.

            Ulusal Sanat Galerisi’nin gravür koleksiyonunun mühim bir kısmını, Philadelphialı Lessing J. Rosenwald hediye etmişti. 1920 yılında gravür toplamaya başlamış olan Rosenwald, 1943 yılında galeriye 7,000 parça gravür hediye etti.

            Ulusal Sanat Galerisi’ne, son yıllar boyunca, daha birçok Amerikalı sanatsever koleksiyoncular tarafından geniş ölçüde tablo, gravür, fotoğraf, desen ve sair sanat eserleri hediye edilmişti. Fakat bunların arasında A.W.Mellon’un hatırası, Amerikan milletinin kalbinde ebediyen yer almıştı. Nitekim 26 Ağustos 1937’de vefat eden Mellon’un cömertliğinin ve âlicenaplığının milletçe anılması için meydana getirilen mermer bir heykel, Washington Ulusal Galerisi’nin giriş holüne törenle konmuş ve heykelin altındaki kitabeye, vaktiyle Perikles için yazılan mersiyenin şu cümlesi aynen hakkedilmişti: “Harikulâde insanların mezarı evrendir. Onların menkıbeleri, yalnız doğdukları diyarın taşına oyulmakla kalmaz, bilakis bunlar en uzak diyarlara kadar ulaşır, başka insanların hayatında da gözle görünür bir sembol gibi etkili olur”.

            Washington’daki ilk hafta sonum: Mount Vernon yolculuğu

            Washington’daki bu ilk hafta sonum benim için bir tatildi ama 13 Mart 1954 Cumartesi günüm gene incelemeyle geçti. Aynı tarihte, saat dokuzda “International Center”a davetliydim. Washington’a gelen yabancıların birbirleriyle tanışmaları, yabancı memleketlere ait konferanslar düzenlenmesi ve sair kültür temasları için luşturulan bu kurumda, Cumartesi sabahı tam vaktinde bulunmuştum. Esasen arada geçen kısa bir zamandan faydalanarak mihmandarım Mr. Buhrmann ile bu kurumu yarım saat kadar ziyaret etmiş, çok nazik bir zat olan direktör ile de şahsen tanışmıştım. Bize binayı gezdirten direktör, ertesi gün Virginia’ya otobüsle yapılacak bir geziye katılmamızı da gene kendisi tavsiye etmişti. Bu fırsat bir daha ele geçmezdi; çünkü bu gezide George Washington’un anavatanı olan Virginia’ya gidip onun hayatıyla ilgili binaları, tarihî yerleri görecektik.

            Virginia’daki Washington ailesine ait binalar ile George Washington’ın mezarının da bulunduğu Mount Vernon’a yapılacak bu geziye kalabalık bir yabancı grubu da katılacaktı. Geziyi International Center tertip ediyordu. Bu küçük fakat enteresan seyahatte çok şükür ki arkadaşsız değildim. İyi bir tesadüf eseri olarak otobüs yolcularından çoğunun Atlantiği uçakla beraber aştığımız Alman misafirler olduğunu görünce memnun oldum. Çünkü bunların bir kısmıyla tanışmıştım. Aslında geziden iki gün önceki International Center ziyaretimde ilginç bir kişiyle de tanışmıştım ki, Mount Vernon yolcuları arasında o da vardı. Bu kişi, International Center’da uzun müddet uzaktan uzağa birbirimize bakıştıktan sonra, kendini bana bizzat takdim etmişti. Kısa boylu, esmer, canlı ve hareketli olan bu yabancı, hem sempatikti, hem de bir türlü yerinde duramıyordu.

            Güler yüzüyle karşıdan hep benimle tanışmak arzusunda olduğunu ima eder hareketlerde bulunuyordu. Halinden ve tavrından bizim diyarlara yakın ülkelerden birine mensup olduğunu tahmin etmiştim. Aslında siması da bana yabancı gelmemişti. Nihayet kalabalıkta hiç kimse bizi tanıştırmayınca, kendiliğinden bana gelen bu kişi, anlaşma hususunda hemen her dile müracaat ettikten sonra, kendisini Fransızca olarak bana takdim etti ve İran’ın Nişabur Valisi Ahmet Han olduğunu söyledi.

            Problem çözülmüştü. Komşuluk bizi birbirimize çekmişti. Ahmet Han, kendisine Türkçe olarak söylediğim şeyleri anlamış ve Azeri şivesiyle bana birkaç Türkçe kelime de söylemişti. Fakat iki üç günlük temasımızda hep Fransızca konuştuk. Ahmet Han da Amerika hükümetinin davetlisi imiş. Kendisi idare adamı olduğu için, Amerika’da idare mekanizmasını inceleyecekmiş ve hatırımda kaldığına göre de önce Buffalo’ya gidecekmiş.

            Mount Vernon yolculuğu çok neşeli ve şakacı bir zat olan Ahmet Han ile beraber geçecekti. Arada bir Alman dostlarımızla da ahbaplık edebilecektim. 13 Mart 1954 Cumartesi sabahı tam dokuzda, International Center’ın davetlisi olarak, koskoca bir otokarı doldurup, Virginia devletinin Mount Vernon bölgesine hareket ettik. Hava kapalı, sisli ve yağmurlu idi. Yalnız ben ve Ahmet Han değil, elinde fotoğraf makinesi olan diğer misafirler de dahil olmak üzere hiçbirimiz o gün resim çekemedik. Fakat her şeye rağmen bu küçük seyahat hepimiz için faydalı geçti.

            Mount Vernon’a kadar olan yolculuk çok enteresandı. Otobüsün şoförü, Washington’dan hareketimizden itibaren Mount Vernon’a varıncaya kadar geçtiğimiz yerlerin özelliklerini hoparlörle bizlere anlatmış ve yolcuları gerektiği kadar aydınlatmıştı. Bu arada yolda çok katlı muazzam bir bina ile de karşılaşmıştık. Alexandria denilen bir bölgede inşa edilen bu bina, daha çok bir anıt manzarası gösteriyordu. Meğer bu anıt, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı George Washington’ın hatırasını anma vesilesiyle inşa edilmiş olan, en eski ve en büyük Millî Masonluk anıtıymış.

            Bir süre sonra Mount Vernon bölgesine ayak basmıştık. Burası çok ağaçlı, büyük bahçeli, çok hoş ve iç açan bir yerdi. Washington ailesinin bugün müze halinde herkese gezdirilen bu geniş arazi ve tesislerinin etrafı duvarla sınırlandırılmıştı. Kırk kişiye yakın bir grup halinde köşkün büyük bahçesine girer girmez, rehberlerin yönetimi altında bina ve tesisleri gezmeye başladık.

            Uzaktan çiftlik manzarası gösteren bu büyük arazi, olabildiğince simetrik olarak serpiştirilmiş irili ufaklı 15 kadar binayı içeriyordu. George Washington ile eşinin mezarları da, vasiyeti gereğince gene aynı bahçenin içinde yer alıyordu. Rehberlerin verdiği ufak tefek açıklamalar tatminkâr olmadığı için, sonradan bazı broşürleri okumak zorunluğu ortaya çıktı.

            Mount Vernon’un hikâyesi

            Bu bölgede Washington adı ilk olarak 1674’te işitilmiş; 5.000 dönüm büyüklüğündeki arazi, o zaman George Washington’un dedesi olan John Washington ile Nicholas Spencer adlı diğer bir kişiye aitmiş. 1690’da her ikisi de hisselerini ayırmışlar. Washington ailesi mirasının yarısı da George Washington’un halası ve vaftiz annesi olan Mildred Washington’a aitmiş. George Washington’un babası Augustine Washington, kız kardeşi Mildred ile kocası Roger Gregory’nin tasarrufunda bulunan ve Hunting Creek tarlaları adıyla tanınan bu araziyi satın almış. George Washington 3 yaşındayken, babası bütün aile efradı ile birlikte bu araziye yerleşmiş ve senelerden sonra da Rapphannock nehri sahilinde, Fredericksburg’a civar olan Ferry çiftliğinde ikamet etmiş. Augustine Washington, 1740 senesinde, Creek tarlalarını en büyük oğlu ve George’un üvey ağabeyi Lawrence’a tapu ile temlik etmiş. 1743 yılında evlenen Lawrence, bu araziye yerleşmiş ve bu bölgeye, vaktiyle maiyetinde çalıştığı Amiral Vernon’un hatırasına hürmeten Vernon Dağı, yani “Mount Vernon” adını vermiş.

            Augustine Washington, 1743 senesinde vefat ettikten sonra, oğlu George, gençlik çağının mühim bir kısmını Mount Vernon’da üvey ağabeyinin yanında geçirmiş. Burada halen ikametgâh olarak gösterilen kısmın, Augustine Washington tarafından vaktiyle evlendikten sonra genç eşi için mi, yoksa 1743 senesinde oğlu Lawrence tarafından mı yaptırılmış olduğu bilinmemekteymiş. Henüz kâfi derecede aydınlanmamış olan bu mesele bugün de ihtilâf halindeymiş.

            Lawrence Washington, 1752 yılında ölmüş. İki sene sonra da Mount Vernon’daki evler ve arazi George Washington’a intikal etmiş. Bu tarihi izleyen beş yıl içinde, Fransızlara ve Kızılderililere karşı girişilen savaşlara katılmak üzere George Washington Mount Vernon’u terk etmiş.

            George Washington, 1759 yılında, Daniel Parke Curtis’in dul eşi Mrs. Curtis ile evlenip, tekrar Mount Vernon’daki arazisine yerleşmiş ve bu tarihten itibaren 15 sene müddetle bu arazide çiftçilikle meşgul olmuş. 1775 yılında Philadelphia’da ikinci toplantısını yapan kıta kongresine temsilci olarak katılmış; bir müddet sonra da kıta ordusuna başkomutan tayin edilmiş. Bu tarihten ancak altı yıl sonra Mount Vernon’u tekrar ziyaret ederken, 1781’deki Yorktown muharebesine katılmaya davet edilmiş ve 1783 yılında hizmetten affedilmesi hususunda Annapolis’teki kongrenin onayını aldıktan sonra tekrar Mount Vernon’a dönmüş.

            Bugün Mount Vernon’da mevcut olan bina, bahçe ve saire, Washington tarafından ihtilâlden önce verilen direktiflere göre inşa ve tesis edilmiş. Kendisi hizmete çağrıldıkça da, bütün bu işler uzaktan akrabası olan vekilharcı Lund Washington tarafından tamamlanırmış. Nitekim çiftliğin asıl ikametgâh kısmı bu meyanda meydana getirilmiş, binaya ufak bir kısım ilave edilmiş ve bahçe de düzenlenmiş. Bütün bu işler Washington’un 1783 yılında Mount Vernon’a geri dönmesinden sonra tamamlanmış.

            1789 yılında, devletin ilk Cumhurbaşkanı olan George Washington, kısa sürelerle uzaklaşmalar dışında, 8 yıldan fazla Mount Vernon’dan uzak kalmamış. 1797 yılında hizmetten tamamen ayrılan Washington, tekrar Mount Vernon’a dönmüş. 1799 senesi Aralık ayının 14’üncü günü Mount Vernon’da vefat eden George Washington orada defnedilmiş. 1802’de vefat eden eşi Martha Washington ise, aynı yere gömülmüş.

            Mount Vernon’un bu kısa hikâyesini öğrendikten sonra, sıra binaları ve bahçeyi gezmeye gelmişti. Nişabur Valisi Ahmet Han ile beraber önce elimizdeki krokide gösterilen asıl ikametgâhtan işe başladık. Burası ailenin orijinal mobilyasıyla birlikte teşhir ediliyordu. Birleşik Amerika’daki koloniyal mimarî üslûbunun zarif bir örneği olan bu beyaz boyalı ahşap köşk, George Washington’un 1759’da evlenmesinin ardından esaslı bir tamir görmüş ve bir buçuk kattan iki buçuk kata çıkarılmış.

            Bu sevimli ve mütevazı binada en hoşuma giden yer, alttaki misafir salonu olmuştu. Devrin stil mobilyasıyla döşenmiş olan bu salonda, ceviz renkli klavsenin kapağı, henüz çalınmış gibi açık duruyordu. O devrin baskısı olan notalar bile, klavsenin ayakta duran sehpası üzerinde, sanki çalınmaya âmade bir haldeydi. Hatırımda kaldığına göre bu eserler ya Haydn’a yahut da Mozart’a aitti. İnce, zarif koridorlarda o zamana ait duvar saati ve saire türünden eşyalar vardı. Washington’un bu aşiyanındaki  kütüphane de enteresandı. Yerküre, dürbün, usturlap âleti ve sair âletler de kütüphane aksesuvarını tamamlıyordu.

            George Washington’ın mütevazı evini, yol arkadaşım Ahmet Han ile birlikte ziyaret ettikten sonra, görülecek diğer yerleri de gezdik. Önce güneye doğru, oldukça meyilli inen yolu takiben, nehir yönünde ilerledik. Maksadımız bu yolun sağında sıralanmış çeşitli servis binalarını da inceleyerek aile kabristanına varmak ve orayı da  gördükten sonra, Potomac nehri sahiline kadar inmekti. Dönüşte de bahçenin kuzey-doğu tarafındaki diğer binaları görecektik.

            Köşkten çıkar çıkmaz ilk karşılaştığımız bina mutfak oldu. O devre ait bir mutfakla ilgili kap kacak ve saire arasında köşkün eski ve gerçek mutfak alet edevatından ancak birkaç parça kalmıştı. Bu binadan sonra, et ve sucuk kurutup işlemeye mahsus olan küçük ve tek hücreli bir bina ile karşılaştık. Daha sonra da büyükçe bir çamaşırhane karşımıza çıktı. Bu çamaşırhane, vaktiyle Washington’ın vekilharcı tarafından tespit edilen demirbaş kayıtlarına göre yeniden eski stilde imal ettirilen alet edevatı içermekteydi. Daha sonra gelen bina, köşkün arabalığı, ondan sonraki de köşkün ahırları idi. Evvelce tamamen yanmış olan bu kısım 1782’de yeniden inşa edilmişti.

            Bütün binaları dikkatle gezdikten sonra, sık bir ağaçlık içine düşen yolumuz oldukça sert bir meyille sanki orman içinde kaybolacağa benziyordu. Ağaçlar arasında daralan yolumuzun Washington kabristanına doğru uzadığını, arada sırada karşılaştığımız işaret ve yazılardan anlıyorduk. Nihayet ulu ve sık ağaçların meydana getirdiği loş bir alana varmıştık. Burası tabiatın ta kendisi olduğu halde, bir mabedi andırıyordu. Ağaçların, görüş ufkunu kesen gövdeleri, sanki etrafımızı duvarla çeviriyor, sık yapraklı dallar, sanki başımıza kubbe örüyordu. Bu sessizlik içinde gözüm, boydan boya demir parmaklıklarla örtülü loş bir eyvana ilişti. Yarı daire kemerli olarak inşa edilen bu tek hücreli eyvanın koyu kırmızı tuğlaları, etrafı kucaklayan yosunlu rutubet rengine tam bir tezat teşkil ediyordu. Bu ölüm sessizliği içinde kendi kendime düşündüm: bu kadar canlı, bu derece hareketli geçen bir hayattan sonra bu sükûnetin anlamı nedir? diye. İrade dışı bir itaatkârlıkla kabrin demir parmaklıkları önüne sokulduğum zaman, içerde iki lahit ve eyvanı saran koyu yeşil sarmaşıklar arasında da mermer bir kitabe gözüme ilişti. Bu kitabede şu cümle okunuyordu: “Bu kapalı yerin içinde General George Washington’un naşı vardır”. Mezarlardan sağdaki George Washington’a, soldaki eşine aitti.

            Ormanın sessiz havası içinde bu ebedî istirahatgâhı uzun uzun seyrettim. Meğer General Washington’ın bizzat kendisi, mezarının sadece kırmızı tuğladan yapılmasını istemiş ve vasiyetnamesinde de: “Kesin arzum şudur ki, vücudum, hiçbir merasim yapılmadan, hiçbir matem konuşması yapılmadan, hususi bir surette gömülecektir” cümlesi bulunduğu için, arzusu tamamen yerine getirilmiş ve naşı merasimsiz defnedilmiş.

            O gün Mount Vernon’u ziyaret, beni memnun ettiği nisbette, ruhî bir sessizliğe de gömmüştü. Vaktiyle Washington ailesine, bugün de millete ait olan bu bina ve bahçeleri gezerken, kafam hep hürriyet kahramanlarıyla meşgûldü. Hele aynı bahçenin içindeki aile müzesinde gördüğüm resimler, giyim eşyası, mektuplar ve sair hâtıralar da hülyamı derinleştiriyor, beni tarihî vesikalarla büsbütün baş başa bırakıyordu. Bu uzun hülyadan uyandığım zaman kendimi Mount Vernon ziyaretgâhının kapısı önünde, güler yüzlü Ahmet Han’ın yanı başında buldum. Bindiğimiz otokbüs, saat tam 13’te bizi Virginia’dan Washington’a sağ salim getirdi.

            Washington’daki ilk pazarım

            13 Mart 1954 Cumartesi günü sabahtan öğleye kadar devam eden Mount Vernon yolculuğu, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş tarihine olan merakımı tazelemişti. Aynı gün akşama kadar zihnimi hep Mount Vernon’da gördüğüm hâtıralar işgal etti durdu. General Washington’ın evi, mezarı, hattâ sonradan yapılan müze, Birleşik Devletler’in kuruluş ve oluşu ile ilgili bazı hâtıralar, ne sade, ne mütevazı bir ifade ile değerlendiriliyordu.

            14 Mart 1954 Pazar sabahı erkenden uyanmıştım. Amacımü tam beş gündür kaçmaktan kovalamaya vaktim olmayan Washington’da, hiçbir şeyle kayıtlı olmadan, yalnız başıma gezmek ve şehrin dillere destan olan parklarını, ormanlarını iyice görmekti. Otelden erken çıkmıştım. Hava serin olmakla beraber açacağa benziyordu. Elimdeki şehir planına göre tasarladığım yönde bir hayli ilerledikten sonra, şehrin iş merkezlerinden haylice uzaklaşmış olduğumu fark ettim. Binalar güzelleşmiş, caddeler tenhalaşıp sessizleşmişti.

            Washington’da New York ile hiç kıyaslanamayacak bir hal var. New York alabildiğine kozmopolit bir şehir. Washington bu bakımdan çok farklı. New York’ta sırf maksada elverişli olarak yapılan modern ve sipsivri binalarla eski binalar arasında, daha ilk bakışta büyük bir tezat göze çarpıyor. Washington binalarında ise, her şeyden önce çeşitlilik içinde bütünlükle karşılaşılıyor. Şehrin iş merkezindeki binalar müstesna olmak üzere, diğer semtlerindeki binalar arasında boy bos bakımından tam bir ahenk var. New York’ta, şehrin ortasındaki merkez parkı [Central Park] dışında yeşillik görmeye pek imkân yok. Washington’da ise tamamen aksine olarak her taraf yemyeşil. Hem öylesine bir yeşillik ki, şehrin devlet daireleri bölgesi, hattâ iş merkezi bile bu yeşilden kâfi derecede nasibini almış. Bu manzara karşısında insanın gözü gönlü dinleniyor. Washington’da doğayla insan tam anlamıyla el ele vermiş. Aslında bu şehir doğal bir ormanın içine kurulmuş. Hattâ bundan yüz elli sene kadar önce Washington’u kurmak için ormanda yer açmak mecburiyeti hasıl olmuş. Belki o zaman insan eli doğaya kıymış, fakat sonra onunla el ele vererek bu zarif şehri işlemiş, bugünkü haliyle meydana getirmiş. Washington şehrinin kısa tarihi içinde süratle geliştiğini açıklayan deliller de hâlâ mevcut. Bugünkü zarif binalar arasında göze çarpan eski, küçük ve ahşap binalar, âdeta şehrin geçmişine yönelen birer nirengi olma özelliğini taşıyor.

            Şehrin devlet mahallesi ile sair bölgelerindeki park, orman ve ağaçlıklarda o derece fazla sincap var ki, bu zarif hayvancıklarla insanlar arasında da çok samimi bir ahbaplık kurulmuş. Bir sincabın, haberiniz olmadan atlaya zıplaya peşinizden koşması, bir sıçrayışta omzunuzda yer alması işten bile değil. Bunların hele çocuklarla olan ahbaplıkları da görülecek şey. Halkın yalnız bu hayvanlara değil, güvercin, kumru ve serçelere karşı da hudutsuz bir sevgi göstermesi, çocuklara çok küçük yaşlarda hayvan sevgisinin aşılanması, insanla hayvan arasındaki anlaşmazlığı ortadan kaldırmış. Avuçtan yem yiyen güvercinlerle, çocukların omzuna atlayıp türlü şaklabanlılar yapan sincaplarla, hattâ insanlardan ürkmeyen serçelerle burada çok karşılaştım. Bir parka veya ormana girseniz, iyi niyetinizden emin olan bu hayvanlar hiç çekinmeden peşinizi bırakmıyorlar; hele bir kanepeye oturdunuz mu, hemen etrafınızı sarıp, melûl melûl gözünüzün içine bakıyorlar. Bunların arasında en cesaretlisi sincap. Bu hayvanın iki ayağı üstüne oturup, kuyruğunu sırtına dikip, iki eli arasına aldığı yemişi kemirmesini seyretmek ne hoş şey. O üzüm gibi gözlerle sincap, ne canlı, ne şakacı, ne hareketli bir hayvan.

            Burada kedi ve köpeklerin de kredisi yüksek. Hele bu hayvanlar o derece munisleşmiş ki, şaşarsınız. Bütün bu mahlûkların olgunlaşmasında, çevreden gördükleri alâka ve muamelenin en büyük rolü oynadığına büsbütün inandım. İnsanların ve hattâ hayvanların şekil ve görünüşlerini, çok kere günlük hayatlarından aldıkları muhakkaktır. Aşçıbaşının fırlattığı takunyeden zor kurtulan, ardı sıra atılan taştan kendini zor koruyan, evrene karşı daima kuşkulu bir tavır takınmış olan, herkesten şüphelenen, her adımını ihtiyatla atan, köşe başını yan gözle süzmeden sokağı aşmayan, kavgacı, serdengeçti mahalle kedilerini burada görmeğe imkân yok.

            Ayakta ilahi

            İşte yukarda sayıp döktüklerimi düşüne düşüne, hangi yönde yürüdüğümü elimdeki plandan saptamak ihtiyacını bile hissetmeden bir hayli ilerlemiştim. Saat onu geçmişti. Bir de baktım, köşe başındaki kapıları açık bir binaya herkes serbestçe giriyor. Dikkat ettim, bina büyük olmakla beraber, mahiyetini dışarıdan anlamaya imkân yok. Ben de içeriye girdim; büyük, güzel ve temiz bir salonda herkes gibi ben de yer aldım. Meğer burası, Amerika’da adedi 250’yi geçen çeşitli mezheplerden birinin kilisesiymiş. Etrafta dinî konularla ilgili hiçbir şey yoktu. Buraya bir konferans salonu da denebilirdi. İlgililer benim bir yabancı olduğumu hissetmiş olacaklar ki, doğruca bana yaklaşan biri, önümdeki bankın arkasına asılı duran bir âleti işaret etti. Meğer bu âlet, uzak mesafeden söylenecek sözleri rahat takip için, bütün oturma yerlerine tatbik edilen kulaklık tertibatı imiş. Ben ise “Yanlış geldiniz, buraya girmemeniz lazımdı! Lütfen gider misiniz!” diye bir hitap beklerken böyle bir kulaklık ikram edilmesine memnun oldum. Teşekkür ederek kulaklığı kulpundan kulağıma yaklaştırdım. Arkasından da vaaz başladı.

            Siyah elbisesi, beyaz ve yusyuvarlak yakasıyla rahip olduğu anlaşılan 60 yaşlarında bir kişi, yarım saat kadar konuştu. Sadece insan, Allah ve tekâmül [gelişim] konularına değindi. Bu kişideb sonra, çok genç denecek yaşta diğer bir rahip de çeyrek saat kadar vaaz verdi. Hatipleri tam bir sükûnet içinde dinliyorlardı. Fakat bunlardan, son derece zarif ve spritüel konuşan genç hatibin sözleri, cemaati arada sırada güldürüyordu.

            Derken ayağa kalkan halk, binanın gerisinde, birinci kat galeride bulunan orgun eşliğinde birkaç ilâhî okudu. İane de toplandıktan sonra saat tam 12’de tören bitmişti. Herkes gibi ben de dışarı çıkarken, yabancı oluşumun ilgililerin dikkatini çekip çekmediği hakkındaki tereddüdüm henüz silinmemişti ki, kulaklığı gösteren kişinin, yanında bir başkasıyla bana doğru geldiğini gördüm. Her ikisi de bana, hoş geldiniz, rahatsız olmadınız inşallah demezler mi? Belki bana değildir diye etrafıma hem bakındım, hem de teşekkür ettim. Yabancı olduğumu, sırf meraktan içeriye girip, dinî âyin olduğunu gördükten sonra da töreni seyretmek üzere içerde kaldığımı söyledim ve kulaklığa tekrar teşekkür ettim.

            Girdiğim kapıdan çıkıp gideyim derken, bazı kimselerin, binanın son cemaat mahfelinin sağ tarafındaki kapıdan diğer bir binaya geçtiğini gördüm. Tam sokağa çıkacağım anda, kibar tavırlı, yaşlıca bir hanım: “Bir çay içmez misiniz?” diye, yandaki diğer binaya açılan kapıyı bana gösterdi. Çok teşekkür ettim ve vaktimin olmadığını söyledim. Kapıdan çıkmak üzere birkaç adım daha atmıştım ki, az önce vaaz veren genç rahibin kapıda herkesi ayrı ayrı uğurladığını gördüm. Bu rahip, hiçbir merak belirtisi göstermeden kapının önünde: “Güle güle gidin, gene gelin!” sözleriyle beni de uğurladı. Sonra öğrendim ki, Amerika’da çeşitli mezheplere ait olan ve cemaat tarafından inşa ettirilen bu tür kiliselere, tıpkı bir derneğe kaydolunur gibi üye olmak ve aidat vermek âdetmiş.

            Hayvanat bahçesi

Washington’ın kuzey-batısında bulunan “Rock Creek Park”ın şehre yakın kısmındaki çukur, yemyeşil ve ormanlık vadiye yerleştirilmiş olan hayvanat bahçesine gelince: İşte buraya da aynı gün öğleden sonra gittim ve akşama kadar pavyonlardaki bütün hayvanları, tıpkı bir çocuk gibi doya doya seyrettim.

            Washington hayvanat bahçesine Connecticut Avenue’den açılan geniş, büyük kapıdan girip, yemyeşil vadiye inen yoldan pavyonlara doğru ilerlemeye başlamıştım. Bu hayvanat bahçesi, gördüklerimin hiçbirine benzememekteydi. Bir kere buraya girerken bilet alınmıyordu. Yalnız burada değil, Amerika’da gördüğüm diğer hayvanat bahçeleri de halka tahsis edilmiş ve ücretten muaf tutulmuştu. Bu tür bahçelerde olduğu gibi burada da hayvanlar kendilerine mahsus pavyonlara yerleştirilmişti. Bu pavyonların önlerinde, ayrıca parmaklıklı veya etrafı hendekle çevrili açık alanlar da bulunuyordu. Washington hayvanat bahçesindeki pavyonlar da içindeki hayvanların yaşadıkları bölge ve iklimlerle ilgili bir stilde inşa edilmiş ve süslenmişti. Bahçenin hemen kapısında başlayan her iki tarafı ağaçlı ve çok geniş bir yol, vadiye doğru oldukça meyilli iniyordu. Buraya otomobille de girmek mümkündü.

            Ne yalan söyleyeyim, hangi memlekete gitsem evvelâ orada bir hayvanat bahçesi olup olmadığını sorarım. Eğer yoksa âdeta mahzun olurum. Her gittiğim memlekette, hayvanat bahçelerini birkaç kere dikkatle gezmek âdetimdir. Hem her gezişimde başka bir zevk duyarım. Öteden beri Birleşik Amerika’nın güneyine, ta Mississippi deltasına kadar gidip, orada yalnız zenci kültürünü değil, timsah ve yılanları da görmeyi çok isterim. Bir bakıma onun için programıma Louisiana devletini de gezmeyi ve bu arada New Orleans’a gitmeyi koydurmuştum. Nitekim Mısır’da iken de Firavunların piramitleri kadar, Nil’in timsahlarını da görmek istemiş ve koşa koşa hayvanat bahçesine gitmiştim.

            Washington hayvanat bahçesine girer girmez, ortadaki büyük yokuşun sol tarafında hayvanlar için bölünmüş bahçelerin hemen en başında, o âna kadar yalnız resimlerini gördüğüm yaban öküzü cinsinden bir hayvanla karşılaşmıştım. “Buffalo” denilen bu hayvan, yalnız Amerika kıtasında yaşayan, tüylü, çok büyük başlı, sakallı, hörgüçlü ve boynuzlu bir yaban öküzü idi. Bu hayvanlara ayrılmış geniş bir bahçenin ötesinde berisinde yatan veya ayakta duran bu iri cüsseli hayvanlarda en ufak bir hareket bile görülmüyordu. Buffalo’ların benzerlerini, bundan 40-50 bin sene evvel Pireneler’de yaşamış olan en eski insanların mağara duvarlarına yaptıkları resimlerdeki hayvanlar arasında da görür gibi olmuştum. Fakat onlar Avrupa’nın tarihten önceki devrinde yaşamış olan yaban öküzleri idi.

            Buffalo’ların özelliği, boynuzlu, sakallı ve yukarıdan aşağı oval biçimde incelen korkunç ve heybetli bir başın, vücudun bütününe göre oransız denilecek derecede iri olmasındaydı. Vaktiyle Amerika’nın çeşitli bölgelerini dolduran bu hayvanlar, insanların hayat alanlarını sınırlandırdığı için asırlar boyunca kitle halinde imha edilmişlerdi. Şimdi de Amerika’nın yalnız bir bölgesinde, çok sınırlı miktarda bulunduğu söylenen bu hayvanların nesli tükenmek üzere olduğundan, öldürülmeleri kanunla yasaklanmış. Simsiyah, tüylü ve iri parlak gözlü olan hayvanlar, bugün âdeta Amerika kıtasının sembolü olarak görülüyorlar.

            Washington hayvanat bahçesinin en enteresan kısımlarından biri de akvaryumu ile sürünen hayvanlara mahsus olan Terariyum pavyonuydu. Burada tatlı ve tuzlu su balıklarının en enteresan örneklerini, geniş ve ışıklı cam bölmeler arkasından rahat rahat seyretmek mümkündü. Hele o yılanlar! Bunların boyları, bosları, incelik veya kalınlıkları, nihayet renkleri ne kadar çeşitliydi. Çıngıraklı veya çıngıraksız türleriyle camların arkasında sereserpe uyuyan bu hayvanlarda da en ufak bir kıpırdama emaresi yoktu. İçlerinde, derileri harikulâde güzel ve şanjanlı olanları da vardı. Timsahlara gelince: Bunlar da hareketsizdi. Aralarında, altı üstü testereye benzeyen upuzun ağızlarını iyice açıp, gözleri kapalı, saatlerce ve belki de günlerce hiç kıpırdamadan duranlar da vardı. Fakat bu hayvanların Amerika’da yaşadıkları bölge, Mississippi nehrinin Mexico körfezine açılan deltası olduğu için, bunların özelliklerini asıl orada inceleyeceğim muhakkaktı.

            Washington hayvanat bahçesinin esas yolu vadiye doğru indikçe arazi genişliyor, sağ taraf kademeler halinde çukurlaştıkça, sol taraf da gene aynı şekilde yükseliyordu. Sağdaki en mühim pavyonlardan biri de zürafa, fil ve suaygırlarına ayrılmış olan pavyondu. Buraya girer girmez, sağ taraftaki parmaklıklı ve yüksek tavanlı geniş hücrenin içinde karşılaştığım manzara, cidden zarifti. Burası çok büyük ve upuzun bir zürafa ile minimini yavrusuna ayrılan hücreydi. Yavrunun iki gün evvel doğduğu söyleniyordu. Boylu boslu anne ayakta duruyordu. Miniminicik yavru ise otların üzerine oturmuştu. Her ikisi de düşünüyordu. Tabii bu yavrunun miniminicik diye tarif ettiğim boyu gene uzunca bir adam boyu kadardı. Anne, o tavana ulaşan boyu, mahzun ifadeli yüzü ile, kendisine aşağıdan yukarı bakanları, yukarıdan aşağı seyrediyordu. Meğer bu hayvanın hiç sesi çıkmazmış. Tanrı onun boğaz organında ses çıkaracak bir cihaz yaratmamış. İşte bu hal garibime gitti ve bu boyun bosun, bu cüssenin, bu tepeden bakışın bir de seslenmesi olsaymış, hayvancağız bize herhalde daha munis gelecekmiş diye kendi kendime düşündüm. Bu zürafanın yavrusu, etrafı büyük bir hayranlıkla seyrediyordu. Her mahlûkun yavrusu gibi, bu da sevimli ve sempatikti.

            Zürafaların biraz ilerisinde fillerin hücresi vardı. Bu hücrenin parmaklıkları, filin ağırlığına dayanacak kalınlıkta yapılmıştı. Hücrede yalnız üç fil yavrusu bulunuyordu. Hayran olduğum bir hayvan türü de fildi. O koskoca gövdeyi körlerin el yordamıyla da teşhis edememiş olmalarına şaşmamak lazımdı. Bu hayvanın hiçbir uzvunu, elimizin altında bulunan, alıştığımız herhangi bir şeye benzetmeye de imkân yoktu. Filler hücresinde aynı büyüklükte olan bu üç sevimli yavru, vakit vakit aralarında şakalaşıyordu.

            Aynı pavyondaki suaygırları da hallerinden memnun görünüyorlardı. Bu hayvanlarla karşılaştıktan sonra, beterin beteri var dedim. Çünkü çok çeşitli olan hayvanlar âleminde, bir hipopotam olarak dünyaya gelmeyi hiçbir hayvanın istemeyeceği muhakkaktı. Maksadım bu hayvanı küçümsemek değil, onun zürafa ile filin sevimliliği yanında maruz kaldığı mağduriyeti açıklamaktır. Bu iri cüsseli hayvanda ne zürafanın ince, düşünceli hali, ne de filin o nükteli edası vardı. Suaygırı, tam anlamıyla adının hayvanı idi: yani suyun aygırı idi. Yeşil, kirli suyun içinde uzun zaman hava almadan durabiliyor, sonra da yan gelip yatıyordu.

            Diğer pavyonlarda gördüğüm hayvanlar arasındaki ayılar da mühimdi. Washington hayvanat bahçesinin, ayı neslinin çeşitli örneklerini bir araya toplayabilmiş olması bakımından da dünyanın en zengin hayvanat bahçelerinden biri olduğu muhakkaktı. Bu hayvana verilen çeşitli ad ve unvan arasında en güzeli ve en uygun olanı, şüphesiz bizim memleketimizde verileni idi. Anadolu’muzda köylünün bu kibar tavırlı hayvanı “kocaoğlan” diye nitelemekte hakkı vardı. Demir kafes arkasına alışamadığı, hayranı olduğu doğayı büsbütün özlemiş olduğu halinden tavrından anlaşılan bu zeki hayvanın, bazen iki ard ayağı üstünde oturup seyircilerden yiyecek beklemesinde, bazen hücresinde dört dönmesinde, karnı tok olduğu zaman da yan yatıp hiç kimseye iltifat etmemesinde, hakikaten bir kocaoğlanın edası vardı.

            Çok çeşitli olan maymun soyunun ormanı bırakıp hayvanat bahçelerine kapılanabilmiş olmasında, ben daima neşe ve memnunluk ifadesi sezdim. Washington hayvanat bahçesinin maymun koleksiyonu da çok zengindi. Koskoca şempanzeden tutun da bir avuç içine sığabilen aynı cinsten minnacık hayvanlara varıncaya kadar kademelenen çeşitli maymun türlerinin hemen hepsini burada zevkle seyretmek mümkündü. Halk, bahçede hususi ambalajlar içinde satılan hayvan yemlerine büyük rağbet gösteriyordu. Fakat bundan en çok maymunlar faydalanıyordu.

            Arslanlara, kaplanlara gelince: Washington hayvanat bahçesinin arslan, kaplan, leopar türünden hayvanlara verdiği önem de büyüktü. Arslan türlerinin mühim bir kısmını bir araya toplamış olan bahçede, bu çeşit hayvanlara ayrılmış dairenin büyüklüğü, güzelliği hâlâ hatırımdan çıkmıyor. Buraya girdiğim sırada, bu şahane hayvanların hepsi de hırçın, hepsi de sinirliydi. Çoğu ayakta duran arslanların bazıları, gözlerini uzakta bir noktaya dikip sabırsızlanıyor, sanki hasretle bir şeyin beklendiğini ima ediyordu. Biraz sonra mesele anlaşıldı. Meğer yiyecek dağıtma zamanıymış. Nitekim elindeki çift çatallı demirle bunlara iri et parçalarını fırlatan memur görünür görünmez, bütün hayvanlar parmaklıkların ardında süratle ileri geri dolaşmaya ve arada hiddetli bir kükreme ile pavyonu titretmeye başlamışlardı.

            Washington’da ilk altı günümün yorgunluğu, 14 Mart 1954 Pazar günü yalnız başıma uyguladığım programla tamamen geçmişti. Washington’daki ikinci  haftama yeni bir şeyler görmek, yeni şeyler öğrenmek ümidiyle başlıyordum. Arkadaşım Mr. Buhrmann ile sabah saat onda otelimin altındaki holde buluşacak, oradan doğruca Dışişleri Bakanlığının kültürel ilişkilerler servisine gidip Mr. Mausmann’i görecektik. Bu görüşme çoktan kesinlik kazanmış olan gezi programımla ilgili tren biletlerini önceden almak için gerekliydi.Yolculuğun yalnız trenle geçmesini bilhassa ben istemiştim. Bu takdirde memleketi daha yakından tanıyacağım muhakkaktı.

            Mr. Mausmann, her işi olduğu gibi, bu işi de tam vaktinde ayarlamış ve programımın gerektirdiği biletleri sağlayacak dokümanı gereği gibi hazırlamıştı. Bu doküman, devlet adına seyahate çıkacak memur veya yabancı misafirler tarafından tren ve sair nakliye şirketlerine ibraz edildiği takdirde, karşılığında bilet teminine yarayan resmî ve isme yazılı fişler ile beyaz etiketlerden ibaretti. Bu açık yeşil renkli ve fişlerin her birinde seyahatin başlangıç ve bitiş bölgeleri de kesin olarak gösterilmişti.

           Dumbarton Oaks kütüphanesi ve koleksiyonu

            15 Mart 1954 Pazartesi günü seyahatimizle ilgili bilet fişlerimizi aldıktan sonra, aynı gün saat 15.00’te Washington’ın dış mahallelerinden biri olan Georgetown’daki “Dumberton Oaks” kütüphanesine gitmemiz gerekiyordu. Bulunduğu bölgenin adını taşıyan bu kurumun direktörü Mr. John Thacher ile önceden randevu temin edilmişti. Öteden beri merak ettiğim Dumbarton Oaks kütüphanesindeki incelemelerimi bitirdikten sonra, bunun kadar mühim olan daha başka bir konuya da –program gereğince– angaje olmuştuk. Bu ikinci konu, Washington’daki Katolik Üniversitesi Tiyatro Bölümünün aynı akşam saat 19.30’da başlayacak olan temsil provasına davet edilmiş olmamızdı.

            Dumbarton Oaks kütüphanesini senelerden beri gıyaben tanıyordum. Burası Harvard Üniversitesine bağlı olduktan başka, sırf Bizans konusuyla ilgili bir araştırma kütüphanesini ve bir koleksiyonu içeriyordu. Bu kütüphane, memleketimizde de senelerden beri Bizans konusu ile ilgili faaliyette bulunmuştu.

            Georgetown yemyeşil, yüksekçe ve ağaçlı bir bölge idi. Sırf ikametgâha ayrılmış olan bu mahalle, büyük bir sessizlik içindeydi. Ortada kütüphaneye veya müzeye benzer hiçbir şey görünmüyordu. Biraz arandıktan sonra eski ve tek katlı bir binanın iki kanatlı geniş kapısı önünde durduk. Bulunduğumuz yer kurumun antresi olmakla beraber, binanın mahiyeti hakkında fikir vermekten çok uzaktı. Nitekim geniş bir arazi üzerine serpiştirilmiş olan Dumbarton Oaks müesseselerinin büyüklüğü hakkında ancak binaları gezerken kesin bir fikir edinebildim.

            İşte Dumbarton Oaks araştırma kütüphanesi ve koleksiyonunun kısa tarihçesi: Bizans ve Ortaçağ tarihleriyle ilgili araştırma ve incelemeler yapmaya müsait olan bir bilim merkezinin kurulması hususu, Dumbarton Oaks adını taşıyan bu kurumdan çok daha önce, gene bu kütüphanenin kurucuları olan Mr. ve Mrs. Robert Woods Bliss tarafından düşünülmüş ve bu fikir evvelâ Harvard Üniversitesi içinde gerçekleştirilmişti. Dumbarton Oaks kütüphanesi ve koleksiyonunun kurulması hakkındaki tasavvurlar ise, 1920 yılından beri kurucuların zihnini işgal etmiş ve zamanla kesinleşen bu tasavvur, günün birinde başarıyla tamamlanabilmişti. Nitekim bu hususta lüzumlu olan malzeme ile kitaplar da azar azar temin edilmişti.

            Kurumun 1933 yılında üniversite dışında bir binaya kavuşmasıyla birlikte, bugünkü kütüphane ve koleksiyona çekirdek oluşturan malzeme ise tam anlamıyla genişlemeye]müsait bir hale gelmişti. 1933 yılından birkaç sene sonra, şimdiki araştırma merkezine ait binalar meydana getirilmiş ve bunlar da zamanla gelişmişti.

            1936 yılının sonlarına doğru sırf Bizans konusunda inceleme yapma imkânını sağlayacak bir araştırma kütüphanesinin kurulması için lüzumlu kitapların sağlanmasına sistemli bir surette teşebbüs edilmiş ve bir müddet sonra da kütüphane ile koleksiyonun birbirinden ayrı memur ve müstahdemlerle idare edilmesine başlanmıştı. İşte bu son durum, sırf kurucularının girişimiyle kurumun bilimsel ve uygulama bakımdan iki ayrı branş halinde geliştirilmesi imkânlarını da sağlamış oldu. Bu arada kurucular tarafından davet edilen tanınmış bilim adamlarının katılımıyla, önceden kararlaştırılan programlara göre, Bizans ve Ortaçağ tarihiyle ilgili konferansların verilmesine de başlanmıştı.

            Dumbarton Oaks kurumunun bu yolda tanınması, buraya devam eden bilim adamlarıyla öğrencilerin sayısını zamanla büsbütün arttırmıştı ki, bu hal, kurucuların isteğiyle kurumun –daha çok bir araştırma merkezi halinde– tekrar Harvard Üniversitesine bağlanmasına neden oldu. Böylelikle Harvard Üniversitesi bünyesine yeniden katılan Dumbarton Oaks kütüphane ve koleksiyonunun, kendi alanında yüksek bir araştırma merkezi haline gelmesi de gereği gibi sağlandı. Artık inisiyatif tamamen üniversitenin elinde idi.

            Katolik Üniversitesi Tiyatro Fakültesi

            O gün öğleden sonra saat Dumbarton Oaks Bizans kütüphane ve kolleksiyonunu gezmiş ve enteresan şeyler görmüştüm. Akşama da Washington Katolik Üniversitesinin Tiyatro Fakültesini inceleyecektik.  

            Amerika’da tiyatro konusuyla ilk olarak o akşam karşılaşacaktım. Eski Dünyanın geleneksel tiyatrosu karşısında, Yeni Dünyadaki tiyatro faaliyetinin mühim bir kısmını üniversiteler çevresinde incelemek beni çok sabırsızlandırıyordu. 48 Birleşik Devleti üzerinde yaşatan o koskoca kıtanın sakinleri için tiyatro konusu, başlangıçta gene bir ithal maddesi idi. Nihayet bir buçuk yüzyıllık bir tarih içinde cereyan eden siyasi bütünlük mücadelesinin bitiminde güzel sanatların hangi kolu Eski Dünyadan Yeni Dünyaya intikal edecek bir ithal konusu değildi? İşin asıl önemli tarafı, bu türden ithal maddelerine her şeyden önce milletçe verilen önemdi. Bu yolda sarf edilen gayretin muhtaç olduğu maddi manevi destek, devlet yardımına değil, sırf vatandaş inisiyatifine dayanıyordu. Esasen Amerika’da bütün inisiyatiflerin böylesine bir anlayış içinde alınmış ve memleket ölçüsünde değerlendirilmiş olduğu gerçeğine yönelmeden, buradaki kültürel faaliyetin mahiyetine nüfuz etmeğe de imkân yoktu.

            Galeriler, müzeler, kütüphaneler, üniversiteler ve millet hizmetine âmade daha nice müesseseler yanında gösteri sanatlarının da şüphesiz aynı inisiyatiften besleneceği muhakkaktı. O halde üniversiteyi kurup, mahalli eğilim ve yeteneklerin gelişmesini sağlayan espri hangi espriyse, günün birinde gene aynı espri, üniversitenin içinde bir gösteri fakültesinin kurulması zorunluğunu da ortaya koymuş ve bu zorunluğun gereklerini tereddütsüz gerçekleştirmişti. Birleşik Amerika Devletleri’ndeki kültür faaliyetiyle ilgili her girişim, daha çok bireylerden gelmiş, Kongre de bu girişimlerin en faydalısını yasalarla millete mal etmişti.

            İşte 15 Mart 1954 Pazartesi akşamı saat 17.30’dan itibaren çalışmalarını yakından göreceğimiz Washington Katolik Üniversitesinin Temsil Fakültesini de, Rahip Hartke adlı bir din adamı kurmuştu. Tiyatro Fakültesinin faaliyetini, memleket, hattâ dünya ölçüsünde değerlendirmiş olan Rahip Hartke’nin Amerika’nın belli başlı bilim ve kültür adamları arasında önemle yer alacağı muhakkaktı. Çünkü başkentteki çeşitli üniversiteler arasında daha çok onun çalıştığı üniversite, Washington şehrindeki tiyatro sanatının ilerlemesine esaslı surette önderlik etmişti. Nitekim gene aynı üniversitenin Tiyatro Fakültesi mezunları, yurdun çeşitli bölgelerine dağılıp, tiyatro zevkinin yükselmesinde başlıca etken olmuşlardı. Rahip Hartke’nin Amerika içinde ve dışında tertip ettiği temsil turneleri, üniversitenin memleket ölçüsünde üzerine aldığı terbiyevi sorumluluğun önemini açıklayacak mühim gösterilere de vesile olmuştu.

            Amerika üniversitelerinden çok azının 30 yılı geçmeyen tiyatro öğretimi ve eğitimi yanında, Rahip Hartke’nin üniversitedeki faaliyeti, ancak 18 yıl gibi nisbeten kısa bir zamanı kapsıyordu. Fakat bu kadar az zaman içinde Washington Katolik Üniversitesi Tiyatro Fakültesinin ulaştığı aşama çok mühimdi.

            Akşam saat tam yedi buçukta üniversitenin geniş meydanında otomobilden inmiştik. Hava iyice karanlıktı. Üniversiteye ait irili ufaklı binalardan hangisinin tiyatro olduğunu kestirmeye imkân yoktu. Koyu karanlık içinde sana sola baş vururken, hangi eserin prova edileceğini iyi biliyorduk. Bu eser, T.S.Eliot’ın “Katedralde Cinayet” adlı piyesiydi.

            Nihayet geniş ve karanlık avlunun köşesinde bir hayalet belirir gibi oldu. O da bize doğru geliyordu. Bu meçhul hayaletten sorumuza olumlu cevap almış ve muhatabımızın provaya katılmak üzere tiyatro binasına giden bir kız öğrenci olduğunu anlamıştık. Kızcağız, önümüze düştü ve Rahip Hartke’ye götürmek üzere tiyatro sahnesine kadar bizi ulaştırdı. Burası büyük ve meyilli bir salondu. Salonun sonundaki sahne üzerinde, Gotik üslûpta bir katedral dekoru göze çarpıyordu. Ortaçağ kıyafetli kadın ve erkek artistlerin bir kısmı, sahne üzerinde gruplar halinde gelişigüzel oturmuşlar, provanın başlamasını bekliyorlardı.

            Salonun içinde ve sahneye yakınca bir yerdeki koltuklara oturmuş, 10-15 kişilik diğer bir gruba, yaşlıca bir madam konuşma korosu talimi yaptırıyordu. Salonun sağ ucundaki daha başka bir gruba da, orta yaşlı, siyah elbiseli, ceketsiz, sarışın ve tıknazca bir kişi bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. Tiyatronun loş ışığı ve sakin atmosferi içinde yer alan bu gruplar, dışarıdan gelen bir yabancı için cidden enteresandı. Bir kere, salonda toplu bir sahne provası yapılmıyordu, ama gürültü de yoktu. Daha bu ilk karşılaşmada ahenkli ve disiplinli bir çalışma göze çarpıyordu. Bize rehberlik eden genç kız, arkadaşımı ve beni salonun tam orta yerine oturttuktan sonra, doğruca uzaktaki grupla çalışan sarışın ve tıknazca kişiye giderek ona bazı şeyler söyledi ve gene bize dönüp: “Lütfen oturunuz, daha provanın başlamasına vakit var, şimdi kendisi gelecek!” dedi.

            Biraz sonra, Rahip Hartke yanımızda idi. Çok sakin olduğu kadar da çok enerjik bir insan olduğu anlaşılan Rahip Hartke, üniversite tiyatrosunun faaliyeti hakkında bana bazı şeyler anlattı ve bizim tiyatromuz hakkında da benden bilgi aldı. Derken prova başladı.

            Karşılaştığımız esere uzun zamandır çalışılmakta olduğu anlaşılıyordu. Roller bir hayli hazmedilmişti. İcracılığa hakim olan ruhta, Reinhardt ekolünün bütün doğallığı seziliyordu. T.S.Eliot’ın “Katedralde Cinayet” adını taşıyan bu büyük eserinde, tarihe mal olmuş dinî bir vaka işlenmiş, hakikat uğrunda ölümü göze alan bir insanın fedakârlığı, yazara özgü orijinal bir üslûp içinde ifade edilmişti. Üniversitenin temsil katalogunda, aynı eserin 14 yıl önce de oynanmış olduğunu görmüştüm. Fakat o zaman eseri Rahip Hartke değil, diğer rejisörler sahneye koymuştu. Rahip Hartke ise, tam 14 sene sonra aynı konuyu, fakültenin deneme mahiyetindeki temsil çalışmaları arasında yeniden ele almış oluyordu. T.S.Eliot, bu tarihî mahiyetteki konuyu, Başpiskopos Thomas Becket’in manzum biyografisi halinde meydana getirmişti.

            Sonuna kadar dikkatle takip ettiğim provadan, Rahip Hartke’ye teşekkür ederek ayrılırken, bu Tiyatro Fakültesinin olumlu faaliyeti bakımından yazılması gereken daha pek çok şeyin mevcut olduğuna kanaat getirdim.

            “Dram” ve “Hitabet” Fakültesinin öğrencileri tarafından Washington sanat çevresine sunulan bu temsil, üniversitenin mensup olduğu mezhep bakımından da dikkate değer bir mahiyet gösteriyordu. Oynanan eser, Hıristiyan ve Katolik olan T.S.Eliot’ın “Katedralde Cinayet” adlı eseriydi. Yazar, dinde feragat idealine örnek olan bu eserle, Ortaçağ literatürünün âdeta Rönesansını müjdelemekteydi. Bununla beraber T.S.Eliot’ın tek mezhep açısından savunduğu feragat idealinin bence en mühim tarafı, yazarın teatral yaratıcılığı bakımından olan işlenişiydi.  Yazar konuyu harikulâde bir teknikle işlemişti.

            Öte yandan Washington Katolik Üniversitesinin 18 yıllık repertuvarında yer alan eserler arasında, sahne literatürüne mal olmuş her çeşit eserin bulunduğu da memnuniyetle görülüyordu. Rahip Hartke’nin ince zevki ve sahne sanatına olan derin bilgisi burada bütün açıklığıyla hissediliyordu.

            Fakültenin 17 yıllık geçmişi içinde her yıla isabet eden temsil programı, nicelik ve nitelik bakımından daima harikulâdelik gösteriyordu. Esas itibariyle tiyatro öğretimi yapan fakülte, her yıl takriben Mayıs ortalarından Haziran sonuna kadar öğretim ve temsil faaliyetini tatil etmekte, Eylül ve Ekim aylarındaysa sahne faaliyetini tatil edip, mesaisini yalnız öğretimle sınırlandırıyordu. Her yılın Aralık ayı sömestr tatiline isabet ediyordu. Bu nedenle fakültenin yaklaşık sekiz aylık temsil faaliyeti, Temmuz, Ağustos, Ekim, Kasım, Şubat, Mart, Nisan ve Mayıs aylarına isabet etmekteydi. İşte böyle sekiz aylık bir faaliyet devresi içinde temsil edilen yaklaşık 8 eserin 2-3’ünü bizzat Rahip Hartke sahneye koymuştu. Her yılın temsil programına alınan eserler arasında, her şeyden önce klasik sahne sanatının şaheserlerine bilhassa önem verilmişti. 17 yıllık repertuvar içinde Yunan klasiklerine daima hayranlık gösterilmişti. Bundan başka, başta Shakespeare olmak üzere, Racine, Molière, E.Rostand, İbsen, Goldoni, B. Shaw, Beaumarchais, Giraudoux ve Chekkov gibi şahsiyetler programda önemle yer almıştı. Nitekim bu 17 yıl içinde on defa Shakespeare temsili yapılmıştı.

            Washington Katolik Üniversitesinin Tiyatro Fakültesi, başlangıçta, üniversiteye bağlı olan Güzel Sanatlar okulunun bir şubesi halinde açılmıştı. Fakat üçüncü yıl faaliyetinin sonuncda, müstakil bir fakülte halinde çalışması zorunluğunu kabul ettiren şube, bağımsızlığını resmen elde etti. Bu nedenle fakültenin müfredat programı genişlemiş, iş kapasitesi de o nisbette artmıştı. Nitekim öğrenciye güzel sanatlar bakaloryası imkânını veren diğer mesleki kursların ilavesi de gerekmişti. Bu fakültenin tiyatro adamı yetiştirme bakımından olan faaliyeti, esas itibariyle, piyes yazarı, öğretmen, rejisör, dekoratör ve mesleğinde pratik bilgi ve maharete de sahip aktör yetiştirmek; ihtisas kollarının hepsini, estetik bir temel ve yapıcı bir eleştiri üzerine bina etmek, realize edilmesi gereken işlerde, hür bir sanat terbiyesinin bütün feyzinden faydalanmak gayesini hedef tutmaktaydı. Fakülte, tiyatro bilgisini uygulama bakımdan da değerlendirmek için, her yıl sekiz eser sahneye koyuyor ve bu faaliyete yalnız piyes yazarlığı tahsil eden öğrencilerle, aktörlük ve tiyatro teknisyenliği tahsil eden öğrenciler katılıyordu. Temsiller, profesyonel rejisörlerle eleştirmenleri yakından ilgilendiriyor, bu alanda yazılan çeşitli makale ve eleştiriler, mahallî ve millî mahiyetteki dergi ve gazetelerde yayımlanıyordu. Mezunların bir kısmı, doğrudan doğruya aktörlüğe katılıyor, diğer bir kısmı ise üniversite ve kolejlerin tiyatro tedrisatında öğretmen olarak görev alıyordu.

            Washington Katolik Üniversitesi Tiyatro Fakültesi, aynı zamanda reji ve eser yazma konularında en yeni metodlari bulma bakımından lüzumlu tecrübeleri yapan bir araştırma enstitüsü olma niteliğini de taşıyordu. Onun içindir ki, burada tiyatro edebiyatının en bâkir konuları ele alınmış, bu arada T.S.Eliot’ın “Katedralde Cinayet” adlı eseriyle buna benzer diğer eserler de oynanmıştı.

            Diğer taraftan Shakespeare’in “Yanlışlıklar Komedyası” ile “Fırtına”, “Romeo ve Jülyet”, “Kral Lear”, “Otello”, “Macbeth”, “Julius Caesar; Marlowe’un “Doktor Faustus”; Sophokles’in “Electra”, “Kral Oedipus”; Racine’in “Athaliah”; Molière’in “Kibarlık Budalası” ve Aristophanes’in “Kuşlar” adlı eserleriyle sair klasik eserler burada büyük bir titizlikle sahneye konmuştu.

            1947 yılında “Film Akademisi” ve “Amerikan Millî Tiyatro Akademisi” ile işbirliği yapan üniversite, halka ilk komple temsil sezonunu sunmuş ve bu yolda bir faaliyet için ilk olarak girişimde bulunan bir üniversite tiyatrosu olarak, sırf orijinal eserlerden oluşan bir programı uygulamıştı.

            Kurumun çok önemli olan diğer bir çalışma tarzı da, bir tür laboratuar mesaisi şeklinde olan tek perdeli öğrenci piyeslerinin tecrübe edilmesiydi. Böylelikle mezuniyete hazırlanan aktör adayı öğrenciler ile rejisör adayı öğrencilere, yeteneklerini deneme fırsatı da verilmiş oluyordu. Tiyatro laboratuarı adı altında yapılan bu çeşit mesainin verdiği cesaretle bütün öğrenciler Washington şehrinin kamu hizmetlerinde de yer alarak, hastanelerde temsiller veriyorlar, Kızılhaç çıkarına düzenlenen gösterilerekatılıyorlar, bu suretle aktörlük ve rejisörlük yeteneklerini deneme ve geliştirme imkânını da elde etmiş oluyorlardı.

            Amerika’nın tanınmış sahne yazarlarından olup, Connecticut devletini temsilen kadın milletvekili olarak Kongreye de girmiş olan,  şimdiki Roma Büyükelçisi Clare Boothe Luce, kendi kütüphanesinin dram ve tiyatro kolleksiyonunu, 1948 yılında Katolik Üniversitesi Tiyatro Fakültesine hediye etmişti. Mevcudu kalmayan çok kıymetli eserler de dahil olmak üzere sayıları beş bini aşan bu kitaplar, tiyatronun içinde bu işe ayrılan özel bir salonda muhafaza edilmekte ve her zaman için öğrencilerin yararlanmasına sunulmaktaydı.

            Rahip Hartke’nin günün birinde fakülte mezunlarıyla oluşturduğu profesyonel bir repertuvar kumpanyası, Amerikan tiyatrosunun merkezi değerinde olan New York’u bile düşündürmeye başlamıştı. Bu şirket, 1949 yılında orta-batı bölgesindeki devletlerde büyük bir turne yaptıktan başka, kuzey Atlantik sahillerindeki şehirlerde de temsiller verdi. Ertesi yıl repertuvarını iki büyük eserle takviye eden şirket, Amerika dahilinde 30 devleti ziyaret etmiş ve ayrıca Kanada’da faaliyet göstermişti.

            Günün birinde Rahip Hartke’nin Beyaz Saray’da Başkan Truman ile yaptığı mülâkatından sonra, aynı trup, Japonya’da ve Kore’de bulunan Amerikan askerî birlikleri için altı haftalık bir turne yapmış ve bu arada yalnız klasik mahiyetteki komediler temsil edilmişti. Bu ilk denizaşırı turnenin sağladığı büyük başarı, günün birinde Uzakdoğu turnelerinin dördüncüsüne de yol açmış ve 1953 yılında Kore’ye hareket etmek üzere olan heyeti Başkan Eisenhower Beyaz Saray’da kabul etmişti.

            Washington’da ilk İslam Enstitüsü ve camii

            16 Mart 1954 Salı günü, bir haftadır zihnimi işgal eden mühim bir ziyareti yerine getirecektim. Bu ziyaret, Washington’da ilk olarak inşasına teşebbüs edilmiş olan camiin gezilmesi ve bu hususta gerekli incelemelerin yapılmasıydı.

            Washington’da inşa edilmekte olduğunu öteden beri işittiğim cami hakkında daha Türkiye’deyken birçok şeyler öğrenmiştim. Günün birinde Ankara’da bir dostu ziyaret etmiştim. Evi kalabalıktı. Ben içeriye girdiğim zaman, hararetle konuşulan şey, gene Washington’daki cami meselesiydi. Bu camiin masraflarına biz de katılacakmışız. Döviz güçlükleri dolayısıyla dışarıya para çıkarılamayacağı için, biz de camiin çini tezyinatını üzerimize almışız. Kütahya’da imal edilecek olan çiniler, Washington’a gönderilip yerlerine koydurulacakmış. Seramik mütehassısımız Hakkı İzet de bu iş için Washington’a gönderilmiş, yerinde incelemeler yapıyormuş.

            Bir süre sonra Hakkı İzet Washington’dan döndü. Kendisinden bu hususta bir hayli bilgi almıştım. Cami, daha doğrusu bir İslam Enstitüsü, Washington’daki Müslüman devletleri sefaretlerinin girişii ve Amerika Hükümetinin izniyle inşa ediliyormuş. Biz, camiin çini tezyinatını üzerimize almışız ve teklifimiz büyük bir memnunluk uyandırmış. Nihayet bu işin tarafımızdan gerçekleştirilmesiyle ilgili hususları düşünüp uygulamaya geçmek için, Ankara’da üç kişilik uzman bir heyet oluşturulmuş. Bu heyette, seramik uzmanımız Hakkı İzet ile yüksek mimar Saim Ülgen ve Türk süsleme sanatları uzmanı Mahmut Akok varmış.

            Yukarıda isimlerini saydığım uzmanlarımız arasında yapılan görüşmelerden sonra, çinilerin mahiyeti, desen özellikleri, üretilmeleri gibi esaslar üzerinde tam bir fikir birliğine varılmış. Bu duruma göre çiniler, Kütahya’daki “Metin Çini” ve “Azim Çini” firmalarına ihale edilmiş. İmalat bir yılda tamamlanıp çiniler teslim edilecekmiş. Gene aynı uzman heyetin ittifakla verdiği karar gereğince, camiin mihrap nişinden başlayıp, duvarlar boyunca bütün binayı çevirecek olan çinilerin desenleri, tamamen 16’ncı ve 17’nci yüzyıllardaki klasik Türk çini motiflerinin aynen, fakat yepyeni bir anlayışla tekrarı olacakmış. 20 santimetrelik karolar halinde meydana getirilecek olan çinilerde tarihî, klasik Türk çiniciliğinin bütün renkleriyle birlikte, lale, karanfil, gül, narçiçeği vesaire türüden olan motifler de bulunacakmış. Alınan karar gereğince uygulanacak desenleri, tanınmış sanatçımız Mahmut Akok bizzat gerçekleştirecekmiş.

            16 Mart 1954 Salı günü öğleden önce Washington’daki İslam Enstitüsünün ve camiin inşaatını gezecektim. Washington’a ayak bastığımın ertesi günü, Massachusetts Avenue üzerinde inşa edilmekte olan camii esasen dışarıdan görmüştüm. Massachusetts Avenue, Washington’un en kibar, en zarif bir caddesi idi. Bütün güzel binalar bu cadde üzerinde toplanmıştı. Bizim sefaret ve ataşeliklerimiz de dahil olmak üzere, diğer sefaret binalarının hemen hepsi aynı cadde üzerinde bulunuyordu. Hatta Maliye ve Basın ataşeliklerimiz için satın alınan bir binanın 100-150 metre kadar ilerisinde, söz konusu camiin inşaatı ile karşılaşılıyordu.

            Nihayet çok merak ettiğim İslam Enstitüsü binası ile camii, yalnız başıma iyice gezdim. Krokiden de anlaşılacağı üzere Massachusetts caddesine kıble istikameti bakımından tam paralel düşmeyen cami kısmını geri almak, İslam Enstitüsü kısmını teşkil eden iki binayı da caddeye paralel olarak ön kısma inşa etmek suretiyle büyük bir sakınca ortadan kalkmış, böylelikle camiin caddeye göre çarpık bir vaziyette inşa edilmesi mecburiyeti önlenmişti.

            Gri renkte olan ve dörtköşe bir minaresi de bulunan binanın gerek Enstitü, gerek cami kısmı ile öteki ayrıntılarının inşa projesi, icra komitesi kararıyla Amerikalı bir mimara sipariş edilmişti. Bu kere ön planda dikkatimi çeken şey bu oldu. Böyle bir camiin, İslam mimarisinin çeşitli üslûbunu yakından bilen bir mimar tarafından yapılması hususu bence tercih edilmeliydi. Gerçi mimara herhangi bir yaratıcılık fırsatı verilmemiş ve Mısır Vakfiyesinden gönderilen bir örneğe göre, Arap stilinde yapılmış eski bir camiin aynen kopyası meydana getirilmişti. Kanaatimce böyle bir taklide hiç de gerek yoktu. Türk veya Ortadoğu mimarisinden esinlenmiş yepyeni bir İslam Enstitüsü ve cami mimarisi pekâlâ yaratılabilirdi.

            İki milyon Türk lirasına mal olan bu camiin Massachusetts Avenue üstünde bulunan cümle kapısının sağındaki ve solundaki binalar, İslam Enstitüsüne ayrılmıştı. Bu her iki enstitü binası arasındaki sütunlu kapıdan bir avluya giriliyor, oradan da kısa bir merdivenle gerideki camiin methaline çıkılıyordu. Camiin içi, tam bir dörtgendi. Dışardan bir kubbe görülmemekle beraber, içerde tavan kısmının ortasında bir kubbe boşluğu meydana getirilmişti. Tavan, duvarlara da bağlanan, dört müstakil pilpaye üzerine oturtulmuştu. Arap mimarisi tarzlarının hepsinde olduğu gibi planda metrik bir düzenin gereklerine uyularak, kısmen simetriden yoksun bir şekilde inşa edilmekte olan bu üç blok binadan camie isabet eden kısımda ve tamamen yerin altında olmak üzere büyük bir konferans salonu meydana getirilmişti. Camiin sağ ve sol duvarlarındaki büyük ve uzun pencerelerden süzülen bol ışığın binayı yeterince aydınlatacağı anlaşılıyordu.

            Henüz inşa halinde bulunan bu binada, yukarda işaret ettiğim şeylerin hepsini görüp inceledikten sonra, inşaatın iç kısmını her bakımdan yükseltecek en güzel süsleme tarzının, bizim Kütahya çinileri olduğuna katiyetle inanmıştım. Çünkü Ankara’ya dönüşümden bir süre sonra gerçekleştirilmiş olarak gördüğün çini desenleri o kadar harikulâde bir şekilde işlenmişti ki, mihraptan başlamak üzere binayı içeriden saracak olan bu nefis çiniler kadar hiçbir tezyinatın binayı estetik bir zarafetle dolduramayacağı muhakkaktı. Bu duruma göre, tavana ve yere daha az bakması lazım gelen cemaatin, camide tam göz hizasında karşılaşacağı biricik süsleme unsuru, ancak bizim Kütahya çinilerimiz olacaktı. Onun için Ankara’da çalışmış olan uzman heyetin her bir üyesini, Washington camiinin tezyini konusundaki isabetli fikir ve kararından dolayı candan tebrik ederken, bu kararları uygulamakta büyük başarı gösteren Kütahya’daki “Metin Çini” ve “Azim Çini” müesseselerini candan tebrik etmek de bir görevdir. Washington camiini, inşaatı tamamlandıktan ve çinilerini seramik uzmanı Hakkı İzet’in nezareti altında yerlerine konduktan sonra tekrar görmeyi ne kadar isterdim.

            Washington Katedrali

            16 Mart 1954 Salı günü tam öğle vakti Washington’un ünlü katedralini gezecektim. Burada önemli konu vardı. Bunlardan biri, hemen yarım yüzyıldır inşa edilmekte olan Gotik üslûptaki bu büyük kilisenin inşasına nasıl devam edildiğini yakından görmekti. İkincisi de Amerika’nın en ünlü organisti olan Mr. Paul Calloway’i şahsen de görüp tanımaktı.

            Katedralin Ortaçağ Gotik üslûbunda inşa edilmesi beni çok ilgilendiriyordu. Çünkü hem 14. yüzyıla ait bir üslûbun nasıl tekrarlandığını bana canlı olarak gösterecek bir inşaatla her zaman karşılaşmama imkân yoktu; hem de Fransız, Alman veya İngiliz Gotiğinde gördüğüm yöresel özellikler bakımından, Washington katedrali inşaatında da bu türlü bir özelliğin mevcut olup olmadığını yerinde incelemem mümkündü.

            Bu katedralin organisti olan Mr. Paul Calloway’i şahsen tanımak benim için çok ilginçti. Organist Calloway’in adını ve şöhretini çoktan işitmiş, orgdaki virtüozluğunu RCA Victor plaklarından dinlemiştim. Zaten hangi memlekete gitsem oranın orgunu ve organistini aramak âdetimdi. Müzik literatürünün en ileri bir enstrümanı olan orgun tarih boyunca geçirdiği gelişim çok özenli aşamalar gösteriyordu. Batıda bugünkü müzik sanatına temel olan tonal bünyeyi 18. yüzyılın ilk yarısında meydana getiren büyük organist ve kompozitör Johann Sebastian Bach’ın sanat ve estetiğiyle yakından meşgul olmam, bana zamanımızın belli başlı büyük organistlerini şahsen de tanımak fırsatını vermişti. Vaktiyle Leipzig’de tahsil ederken, zamanın en büyük organisti Prof. Carl Straube’yi okulumuzda hemen her gün görüyordum. Onun Thomaskirche’deki Thomaner çocuk korosuna okuttuğu “a capella” üslûptaki Bach Motette’lerini idare ettikten sonra, bizzat verdiği org konserlerini hemen her Pazar zevkle dinlerdim. Daha sonraları Prof. Carl Straube’yi ve onun en ileri bir öğrencisi olan organist Günther Ramin’i şahsen tanıdım. 1936 yılında Almanya’dayken, Berlin Dom’unun organisti olan Prof. Fritz Heitmann’ı da şehsen tanımıştım. Devrinin büyük organistlerinden biri olan Heitmann, o zaman nispeten gençti. Kendisini ilk olarak Berlin sarayının yanındaki Dom’un muazzam orgunda, Bach’ın eserlerini icra ederken görmüş ve üstatlığına hayran olmuştum.

            Gene aynı günlerde, modern sanatın kurucularından olan kompozitör Prof. Paul Hindemith, beni Fritz Heitmann ile şahsen de tanıştırmıştı. O esnada orgun tarihî gelişimi inceliyordum. Bu yolda çalıştığımı işiten Prof. Heitmann, Berlin’in en eski ve tarihî bir orgunu göstermek üzere beni Charlottenburg sarayının bahçesindeki meşhur Eosander şapeline davet etmişti. 17. yüzyılda inşa edilen bu Barok üslûptaki saray kilisesinin galerisinde, küçük olduğu kadar da zarif bir org görüme ilişmişti. Gene aynı yüzyılda imal edilmiş olan bu orgun boruları, şapelin iç kısmına bakan bir çıkıntı şeklinde, klavyelerin ve pedalın bulunduğu konsol kısmı ise galerinin içinde ve org borularının arkasında yer almak üzere monte edilmişti. O gün Prof. Fritz Heitmann’ın bu tarihî org üzerinde Buxtehude’den ve J.S.Bach’tan çaldığı eserleri unutamam.

            1951 senesinde de vazife ile Strasburg’a gönderilmiştim. Çok iyi bir tesadüf eseri olarak büyük organist Prof. Dr. Albert Schweitzer de orada bulunuyordu. Devrimizin tanınmış bir operatörü de olan Albert Schweitzer, otuz kırk senedir Afrika’da Lambarene’de sırf şahsî servetiyle zencileri tedavi etmek için vahşi ormanlar içinde kurduğu hastaneden bir müddet ayrılmış ve anavatanı olan Strasburg’a gelmişti. İşte 1953 yılı Nobel ödülünü kazanmış olan bu bilim ve sanat adamını da Strasburg’daki Uluslararası Radyodifüzyon Konferansına katılmam vesilesiyle tanıdım. Radyo konferansı delegeleri şerefine düzenlenen bir konsere Albert Schweitzer de davetliydi. Konserden sonra kendisini şahsen de tanıyıp, uzun uzadıya konuştum. Böylelikle otuz yıldır manen takip ettiğim büyük bir sanat adamını yakından tanımak fırsatını da elde etmiştim.

            Hiç unutmam, davetli bulunduğumuz salonda doğruca ona gitmiş ve “Prof. Albert Schweitzer ile mi tanışmak şerefine nail oluyorum?” diyerek elimi uzatmış ve kendisinden güler bir yüzle “Hiçbir şerefe nail olmuyorsunuz ama o aradığınız benim!” cevabını almıştım. Sonra Türk olduğumu, kendisini ilk olarak 1922’de neşrettiği 800 sahifelik meşhur Bach biyografisini okumak suretiyle tanıdığımı söyledim. Hele buna çok memnun olmuştu. Kendisiyle uzun uzun konuşup, yıllanmış bir arzuyu giderdikten sonra, koskoca elini sıkıp teşekkürle veda ettim. Schweitzer tekrar dönüp yanıma geldi ve bana aynen şu sözleri söyledi; “Şimdiye kadar tanıdığım ilk Türksünüz. Maalesef bugüne kadar elime böyle bir fırsat geçmedi. Yalnız çocukluğumdan beri baba yurdunda edindiğim intibalar arasındaki: İnsan bir Türk gibi sözünün eri olmalıdır! kanaatini hâlâ unutamam. Hattâ birisiyle herhangi bir iş üzerinde mutabık kalsak da sıra mukavele imzalamaya gelse: Ben bir Türk gibi sözümün eriyim, imzaya ne hacet? der ve mukavele imzalamam; hattâ benimle çalışacak olanlara da aynı kanıyıı açıklayarak, onlarla da mukavele imzalamam!” İşte yüzyılımızın feragatli bir bilim ve sanat adamı olan büyük organist Albert Schweitzer ile de böyle enteresan bir hatıram vardı. Hem onu yalnız Bach biyografisinden değil, sahibinin sesi veya RCA Victor plaklarına alınmış org yorumlarıyla da tanıyordum.

            O gün öğle vakti Washington Millî Katedralinde’ydik. İlk gördüğüm manzara bana hiç yabancı gelmemişti. Bu bina da haç plan üzerine inşa edilmekte olan İngiliz Gotiğinin tipik bir örneğiydi. Yarım yüzyıldan beri meydana getirilmekte olan katedralin inşasına bir yandan devam edilirken, binanın vaktiyle tamamlanmış olan kısımlarına 47 yıllık bir ömrün ağırbaşlılığı çökmüştü. Katedralin halen mevcut olan kısmı, proje üzerinde tamamını incelediğim binanın, kanaatimce henüz dörtte bir buçuğunu oluşturuyordu.

            Binanın ne zaman tamamlanacağını öğrenmek abes olmakla beraber, dayanamayıp sordum. Güldüler ve bana, “Kim bilir gelecek yüzyılların hangisinde biter!” diye cevap verdiler. Buna şaşmamak lazımdı. Çünkü Kolonya katedrali inşaatının, yanılmıyorsam on birinci yüzyılda başlayıp 19’uncu yüzyılda bitilmiş olduğunu işitmiştim. Bir kere bu türlü binaların devlet tarafından değil, cemaat tarafından yapılmasında, inşasının asırlar boyunca devam etmesinde dinî bir zaruret de vardı.

            Washington katedraline girer girmez ilk işimiz, organist Mr. Paul Calloway’i sormak olmuştu. Kendisinin, yandaki okul binasında çocuk korosunu çalıştırmakta olduğunu ve bizi orada beklediğini söylediler. Derhal o kısma gittik. Burası binanın müştemilatından olan “Kantorluk” dairesiydi. Leipzig’daki St. Thomas kilisesinde olduğu gibi, buranın da bir organisti ve bir kantoru vardı. Bu kişinin görevi, katedralin müzik işlerini yürütmek, yalnız erkek çocuklardan oluşan koroyu yetiştirmek, dinî törenlere baş organist olarak katılmaktı.

            Binanın okul kısmına girdiğimiz vakit, Calloway piyanonun başına geçmiş küçüklü büyüklü 40-50 kadar çocuğa koro çalışması yaptırıyordu. Mr. Calloway, bizi görür görmez yanımıza geldi ve ders bitinceye kadar, sıkılmazsak, sınıfın içinde oturup beklememizi bizden rica etti. Hiç böyle bir teklife olmaz denir miydi! Derhal oturduk ve koroyu dinlemeye başladık. Hatırımda kaldığına göre Bach Motette’lerinden birine çalışılıyordu. Bu çocuk korosunun seviyesi çok iyiydi. Çalışma 20 dakika kadar devam ettikten sonra bitti. Sonra Mr. Paul Calloway, bizi kendi odasına götürdü. Orada bir saat kadar oturup konuştuk. Konumuzun esasını, Amerika’daki orglar ve organistler oluşturuyordu. Söz, dünyaca tanınmış Avrupalı organistlere gelmişti. Calloway, bunların hepsini tanıyordu. Büyük Alman organisti ve zannedersem Bach’ın 16. halefi olan Prof. Carl Straube’nin öldüğünü ve onun yerine Günther Ramin’in geçtiğini biliyordu. Ne gariptir ki, ben de Berlinli büyük organist Fritz Heitmann’ın birkaç ay evvel ölmüş olduğunu Calloway’den öğrendim. Kafamda derhal 1936’daki Berlin canlandı. Hakikaten üzüldüm.

            Vakit bir hayli ilerlemişti. Organist Calloway, “Size katedrali ve orgu göstereyim” dedi. Kendisinin rehberliği altında, önce katedralin tamamlanmış olan kısımlarını gezdim. Bu arada Mr. Calloway’den bir hayli bilgi aldım. Katedralin temel atma merasimi, Theodore Roosevelt’in başkanlığı zamanında ve 1907 yılında yapılmış; o tarihten bu yana geçen 47 yıl içinde binanın inşasına parça parça devam edilmiş. Eğer işe aynı süratle devam edilecek olursa, inşaatın 70-100 senede bitirilebileceği muhakkakmış! Devrinin tanınmış mimarı Philip H. Frochmann’ın eseri olan bu Gotik katedral, geleneksel Gotik sanatın bugünün anlayışına nasıl uygulanması gerektiğini açıklayan bir etüdün neticesi mahiyetindeymiş. Nitekim Amerika’da mimarlık tahsil eden gençler, bu katedralde Gotik sanatın bütün özelliklerini uygulama imkânını veren canlı bir örnekle karşılaşmaktaymışlar. Washington katedrali, Gotik sanatın yarım yüzyıldır yakından incelenmesini mümkün kılan bir laboratuar olma niteliğini de kazanmış.

            Mr. Calloway’in yaptığı açıklamalarla binayı gezmiş, enteresan şeyler görmüş ve öğrenmiştim. Bu arada binanın içindeki ve dışındaki Gotik detaylar ile kemerler, pencereler, cam resimleri vesaire de dikkate değer bir manzara gösteriyordu. Hele bunların arasında en mühimi, katedralin orguydu. Nihayet sıra ona da gelmişti. Rehberimiz Mr. Calloway, bizi doğruca katedralin orta ve yan tarafındaki org konsoluna götürdü. Bu geniş konsol üzerinde gördüğüm dört klavye ile sağlı sollu “stop” mekanizması, dikkatimizi çekecek kadar önemliydi. Orgun bu kısmı, karışık ve komplike bir makineye benziyordu. İrili ufaklı boruların en mühimleri, özel ve gizli bir hava tertibatıyla birlikte, binanın içindeki sağ ve sol galeriden dışarıya doğru monte edilmişti.

            Organist Calloway, büyük bir nezaket göstererek, bize J.S.Bach’tan iki eser çaldı. O esnada katedralin içi bomboştu. Bach sanatının muazzam kemerler altında meydana getirdiği yankılar, bütün katedrali dolduruyordu. Böylece Calloway gibi ünlü bir organisti de yakından tanımak, orgda bizzat kendisinden Bach’ın sanatını tam bir sükûnet içinde dinlemek, benim için son derece yararlı oldu.

            Mr. Calloway, üzerinde çaldığı orgun özellikleri hakkında da bana bir hayli bilgi vermişti. Washington katedralinin orgu, gerek ton güzelliği, gerek büyüklük bakımından dikkate değer bir enstrümandı. Bu org, Boston’daki en büyük org fabrikalarından birinde yapılmıştı. Meşhur org imali ustası Ernest M. Skinner tarafından meydana getirilen bu enstrümanda, birçok sesi veya birçok oktavı, çeşitli renk ve tertiplerde bir arada çalabilme imkânları sağlanmış ve bu suretle muazzam bir org mimarisi meydan gelmişti. Uzun süren bir fabrikasyondan sonra, ancak 1938 yılında binanın içine monte edilebilen bu muhteşem enstrümanda, o tarihten bugüne kadar birçok misafir organist çalmış ve büyük org konserleri verilmişti. 126 çeşit renk ve ses kombinezonuna imkân veren bu orgun 8,354 adet irili ufaklı borusu mevcuttu. Binanın bodrumuna yerleştirilmiş olup, orgun borularına otomatik olarak hava sevk eden iki geniş elektrik körüğü de vardı ki, bunlardan biri 20, diğeri 15 beygir kuvvetindeydi. Gerçi “El elden üstündür tâ arşa kadar!” denildiğine göre, Hamburg’da Michaelis katedralinde bulunan orgun 12,173, Breslau’da bulunan bir orgun ise 15,133 borusu olduğunu biliyordum.

            Nihayet meşhur organist Calloway’den teşekkür ederek ayrıldım. Mr. Buhrmann’ın otomobiliyle şehrin merkezine doğru ilerlerken, yolumuz gene Massachusetts Avenue’ye düşmüştü. Bu yol Washington’a geldiğim günden beri en çok geçtiğim bir yoldu. Çünkü bizim sefaretimiz ile ataşeliğimiz ve inşa edilmekte olan cami de aynı cadde üzerinde idi. Bu güzel avenüde ilerlerken, arkadaşım, aynı cadde üzerinde inşa edilmekte olan binalar hakkında da bana bilgi veriyordu. Bunların arasında oldukça büyük binalar da vardı. Washington camiine yaklaştığımız bir sırada, büyük, kubbeli ve inşa halinde bulunan diğer bir bina dikkatimi çekti. Bunun Washington’daki Rum Ortodoks cemaati tarafından yaptırılan bir kilise olduğunu öğrendim. Bina, Massachusetts Avenue’de, camiin bulunduğu kolda inşa edilmeye başlanmış; adı Aya Sofya kilisesiymiş.

            Washington Senfoni Orkestrası
            ve Jascha Heifetz provası

            Onu ilk olarak 27 sene önce Leipzig’de görmüştüm. O zaman çok gençti. Heifetz gelecek diye bütün Leipzig birbirine girmişti. O tarihte Leipzig’de tahsil ediyordum. Heifetz gibi bir virtüozun konserine gidebilmek bir ayrıcalıktı. Büyük sanatçının “Stradtisches Kaufhaus” salonunda vereceği konserin biletleri çok pahalıydı. Miniminicik bütçemden her şeye rağmen ayırdığım para ile Heifetz’i ayakta dinleyebildim. Bu ilk izlenime diyecek yoktu. Virtüozun başarısına hayran olmuştum. O zamandan bu zamana dosyamda sakladığımı zannettiğim programı maalesef bulamadım. Onun için 27 yıl önce Almanya’daki bu ilk karşılaşmada dinlediğim eserleri şimdi maalesef hatırlayamıyorum. Ne garip bir tecellidir ki, o tarihten bu yana Heifetz ile bir daha karşılaşamadım. Washington’da tetkik programımı hazırlayan Mr. Mausmann’dan Heifetz’in provasını dinleyebileceğimi işittiğim anda son derece sevinmiştim.

            Nihayet Jascha Heifetz ile 27 yıl sonra ikinci defa olarak karşılaşacağım 17 Mart 1954 Çarşamba günü de gelmişti. Aynı gün saat tam 10.30’da Washington senfoni orkestrası binasında olacaktım. Arkadaşım Mr. Buhrmann’ın anlattığına göre, gideceğimiz bina Amerika ihtilâlinden önceki yıllarda inşa edilmiş. Şehrin müze, galeri, kütüphane ve sair anıtsal türden kültür müesseselerini içine alan bir bölgeyi süslemekteymiş. Mimarisi bakımından klasik Yunan üslûbundaymış.

            Bir parkın içinde, dikdörtgen bir plan üzerine kurulmuş olan bina, dışarıdan hakikaten muhteşem bir etki yapmaktaydı. Neo-klasik üslûpta inşa edilmiş olan bu büyük taş binanın esas antresiyle cephelerinde, yanılmıyorsam İyonya üslûbunda sütunlar vardı. Dışarıdan daha ilk bakışta, binanın bir toplantı binası olduğu anlaşılıyordu.

            Konser salonunun sahne gerisine ayak bastığımız andan itibaren de içeride Beethoven’in Op.61 re-majör keman konçertosunun prova edildiği anlaşıldı. Büyük bestecinin bu biricik konçertosu, içinde dinleyici kitlesi olmayan büyük ve bomboş bir salonda çalınıyordu. Yol gösteren memur yan kapılardan birini sessizce açıp bizi içeri soktu ve biz de daha girdiğimiz yerde nefesimizi bile kısarak mıhlanıp kaldık. Ne garip bir tesadüftür ki, tam o sırada orkestra susmuş, solist ise eserin birinci kısmının kadansına başamıştı. Hiç böyle bir anda kapı açılır da içeri girilir miydi? Hattâ orkestra müzisyenlerinden bazıları, başlarını çevirip bu vakitsiz ziyareti protesto edercesine bize bakmıştı. Her ne halse olan olmuştu.

            Podyumun sağındaki küçük mermer merdivenin basamaklarına oturup provayı dinlemeye başlamıştım. İki bin kişi aldığını tahmin ettiğim bu muazzam salon içinde, Heifetz’den Beethoven’in keman konçertosunu yalnız başıma dinlemek, benim için ne enteresan bir maceraydı. İşte o anda, hayranı olduğum bu biricik konçertonun beni vakit vakit etkisi alına alan hatıraları da kafamda canlanmaya başladı. Bu eşsiz eseri birçok sanatkârdan dinlemiştim. Fakat ben en ziyade Fritz Kreisler’in bu muazzam eseri anlayış ve ifade ediş tarzına hayran olmuştum. Nitekim Heifetz’in çaldığı kadans, hatırımda kaldığına göre Kreisler’in kadansı değildi. Joachim’in olduğunu tahmin ettiğim bu kadans, bana hayli yabancı geliyordu. Çünkü ben bu eseri Kreisler’in kadansıyla dinlemeye alışmıştım. Yine de virtüozun kadansı bitirip asıl müziğe girmesi, beni eserin sıcak atmosferine gene çekip almıştı.

            Beethoven’in 1806 yılında, çocukluk arkadaşı Stephan von Breuning’e ithaf ederek meydana getirdiği